Dış kapının şifresini hızlı hızlı tuşlayarak içeri girdim. Kirlenmiş çizmelerime kaydı gözüm. Bunları daha sabah sildim. Nasıl bu kadar hızlı kirleniyorlar? Bomba ihbarı sebebiyle Osmanbey metrosu yine kapatılmış, yorgunluğumun üstüne Şişli’den Pangaltı’ya yürümem gerekmişti. Aklıma telefonumun sağlık uygulamasından kaç adım attığıma bakmak geldi ama asansörün zemin katta olduğunu görünce vazgeçtim. Binanın beş altı sene bile olsa kolay kolay geçmeyen inşaat tozuna karışmış yemek kokusunu takip ederken koridorun sonundaki dairenin kapısına geldim.
Bir an durup, nasıl da bu kapının benim olduğu belli, diye düşündüm. Kapıya eski, kocaman mavi boncuklu kolyemden süs yapmıştım. Süse dokundum. Zile yaklaşırken o yemek kokusunun benim dairemden geldiğini fark ettim. Nasıl yani? Anne? Can? Annem niye gelsin, bu Can’dır. Hayırdır inşallah. Kapı birden üzerinde mutfak önlüğü olan Can tarafından büyük bir neşeyle açıldı.
“Hoş buldum da… Sen. Benimle… Yemek yemek? Üstüne de yemek yapmak?” derken bir yandan çizmelerimi çıkartıyor, bir yandan da başımı eğerek mutfakta fokurdayan şeyleri görmeye çalışıyordum.
Dört senelik beraberliğimizde dışarıdaki davetlerimiz haricinde birlikte yemek yediğimiz bir elin parmaklarını geçmezdi. İçeri girmemle donakalmam bir oldu.
Gözlerime inanamıyordum. Vazonun içinde bir demet gül, süslü peçeteliklerine kadar tüm detayıyla hazırlanmış bir masa… Çatalı, kaşığı, kadehleri bile parlatmış.
“Şarabı açtım," dedi Can, “yirmi dakika oldu. Tam sevdiğim gibi, hemen bir kadeh koyuyorum.” Kafamı sallarken ojesiz tırnaklarıma baktım.
“Neler yaptım bir bilsen. Güzel bir menü var bu gece hazır mısın?”
“Niye peki?” dedim hafif kıkırdayarak.
“Kutlayacağımız bir şey var,” dedi.
Önce gözüm üzerimdeki hırkanın sökülmüş düğmesine takıldı. Sonra koşturmaktan sağından solundan çıkışmış saçlarıma dokundum. Şimdi hızlıca banyoya gitsem tırnaklarıma oje sürmem ne kadar sürerdi?
“Ben bir üstümü değiştirsem olur mu? Şu güllerin hatırına?”
Tuttu kolumdan, oldukça kibar ve abartılı bir hareketle sandalyeyi popomun altından itiverdi. Nerden bulduğunu bilmediğim kumaş peçeteyi açıp bacaklarımın üzerine koydu.
“Çorbayla başlayalım, seversin diye yayla çorbası yaptım.”
Servis tabakları, çorba kasesi ilk defa böyle üst üste duruyordu. Bunlar hepsi bir olunca ne sevimliymiş. Oysa kocaman set bu geceye kadar hep bölük pörçük yemekler için kullanılmıştı. Üniversiteyi kazanınca teyzem kendi çeyizinden çıkartıp bana vermişti. Yemek tabağının üzerinde kırmızı benekleri olan kırmızı kâseli takım, uğur böceği gibi… Tam tabiriyle bunlar üniversite çeyizimin en güzel parçalarıydı. Sonra şu köşede birbirinden alakasız model ve renkte duran su ısıtıcısı, tost makinesi hepsi ailemin imece usulüyle tek tek öğrenci evime geldiler. Çalışmaya başlayınca kendime takım takım yenilerini alırım diye düşünsem de elim senelerdir hiç o kadar bollaşmadı. Zaten bu öğrenci evinden de çıkamadım.
Çorbadan bir kaşık aldım. Ah şu ellerim, bari manikürlü olsaydı. En azından gecenin sonunda elimi fotoğraf çekerdim.
“Can, bu çorba hazır çorba değil mi, çok tatlısın?”
“İlk kaşıktan nasıl anladın?”
“Ben anlarım. Tadından.”
“Böyle zeki bir kadını nasıl kandırabilirim ki? Ama bak, merak etme diğer her şeyi ellerimle yaptım. İnanmazsın sabah tavuğu ben kestim de tüylerini yoldum.”
“Seni küçük tatlı cani. Benim için tavuk öldürdün demek?”
“Ben hiç cani olur muyum? Hem de sana bir şey yaparken? Marketteki adamlar kesmişler ama ben görmedim. Bana dediler, bu tavuk çok mutlu, yeterli bir hayat yaşamış ve çok değerli birinin midesinden cennete girmeye hak kazanmış. Markettekilerin yalancısıyım.”
“Yalancı olduğun kesin,” dedim kadehimden bir yudum daha alırken.
“Nasıl geçti günün?” dedi Can.
“Yoruldum. Çok yürüdüm. Bugün bakacaktım kaç adım attım diye,” derken telefonumu elime aldım. Sağlık uygulamasına girmeden telefonuma gelen mesaj dikkatimi çekti.
“Can, elektrik faturasını ödememişsin.”
“Ah ben de neyi unuttum diyordum.”
“Ama geçen ay da oldu ve hatırlıyorsan elektrikçiler gelip kesmişti. Sonra bir de ceza ödemiştik. Eğer paran yoksa…” derken kaşlarını kaldırıp ellerini yukarı kaldırarak sözümü kesti.
“Haklısın hayatım. Bu ay harcamalarım biraz fazlaydı. Ama bu gece bunların hepsini bırakıyoruz. Bu gece telefon, haber kanalları, elektrik ve internet şirketleri yasak.”
Tek kaşımı kaldırdım. Çorba kasesinin dibine vuran kaşık sesleri neyseki bu soğuk sessizliği bozuyordu. Yüzümün sadece sağ yanından yukarı doğru çekilen gülümseme ile, “Sen böyle ne güzel giyinmişsin, benim üstümde günün pisliği var sanki,” diye devam ettim.
“Sen hep güzelsin.”
“Bu iltifatları neye borçluyuz söyleyecek misin?”
“Daha değil, önce ana yemeğimize geçelim. Mutlu ve yeterli yaşamış tavuklu alfredo makarna.”
“Biliyorsun makarnaya hayır demem.”
“Ben bu gece için yeteneklerimin hepsini sergiliyorum. Sen başla, ben yan odadan bir şeyler alacağım.”
Yan odadan kulağıma kâğıt sesleri geliyordu. Bense üzerimde beyaz bir elbise ve manikürlü beyaz ojeli ellerim olmadığı için o süslü masada kafamı vura vura kırmak istiyordum. Olsun, ne yapalım? Zaten hep habersiz ve sade olsun, bana hissettirmesin istemiştim. Oldum olası cümbür cemaat yapılan organizasyonları abartılı bulurdum. Aslında tam da bu yüzden her şey istediğim gibiydi. Hazır toz poşetlerden yapılmış yayla çorbası bile hayallerimin içinde eğreti durmuyordu. Yine de allığımı tazelemek için odanın içinde gözüm çantamı aradı ama göremedim. Haber sitelerinden gelen bildirimler bip bip durmadan telefonuma düşerken, “Bu gece telefon yok,” diye fısıldadım. Can’ın ayak seslerini duyunca dimdik oturdum. Hırkamı düzelttim. Titrek ellerle kadehime dokundum. Can içeriden bir tomar kâğıt sallaya sallaya geldi. Pat diye önüme koydu.
“Ne? Nasıl? Bunlar nedir? Bir mizansenin parçası mı?” dedim. Hiçbir şey anlamamışım gibi durmaya çalışırken yan gözle Can’ı gülümseyerek süzdüm. Uzun paragrafların arasında dikkatimi aniden çekecek o kelimeleri bulmaya çalışıyordum.
“Bugün Amerika’dan kabul aldım.”
Ağzım istemsizce açıldı. Şakaklarım zonklamaya başladı. Nefesim dondu. Ama Can durmadı, devam etti.
“Hep hayalimdi biliyorsun. Bütün maaşımı kullandım bu ay. Her üniversiteye başvurdum. Ve bir tanesi yüksek lisans için beni kabul etti. Gidiyorum.”
Sağ elimle gözlerimi ovuşturup nefesimi boşalttım.
“Ne? Ben sandım ki...”
“Ne sandın? Güzel haber bu. Kutlamak istiyorum.”
“Ne olacak şimdi? Ne zaman karar verdin buna?”
Sonunda Can’ın da tüm enerjisi sönmüştü. Çenesini bir sağa, bir sola kaydırdı. Şarabından bir yudum aldı.
“Taksim patlamasından sonra,” dedi
“Ne alaka? Can, İstanbul’da her gün bir yer patlıyor.”
“Çok yakındım Elif, hatırlıyor musun? Cihangir’de bizimkilerle kahvaltı edecektik. İstiklâl’de öylece yürüyordum. Öldüm sandım. Haftalarca kulaklarım uğuldadı. Ne ilaçlar kullandım ne doktorlara gittim. İlk önce patlamanın şiddetinden zarar görmüş dediler, sonra da psikolojik artık dediler. Unutmadın değil mi? Daha fazla dayanamıyorum. Her gün metroya binerken bomba ihbarı var mı diye kontrol etmekten, basit bir kafede oturmaktan bile korkmaktan yoruldum.”
“Can, anlıyorum çok büyük bir şanssızlıktı ama dünyanın her yerinde var. Bunları hep konuştuk.”
“Bu kadar sık mı Elif?”
Halıdaki desenlere kaydı gözüm. Aramızdaki o masa gittikçe uzuyor, Can’ın sesi bir mağaranın içinden gelen uğultuya karışıyordu.
“Zaten bir türlü dikiş tutturamadım burada biliyorsun. Doğru düzgün iş bulamıyorum.”
“Biz peki? Gel benimle demeyecek misin?”
“Ben başladığımız kadar güzel bitirelim istedim. Uçmama izin ver Elif. Bu gece kutlayalım. Yarın ne yapacağımızı konuşuruz.”
“Yarını düşünecek bir şey yok. Biz ne olacağız diyorum sana? Neden söylemedin?”
“Sana olan duygularımın engel olmasını istemedim. Sana gel diyemem, ben bir düzene gitmiyorum. En başından başlayıp öğrenci olacağım,” diyerek şarabının kalan kısmını bir anda kafasına dikti.
“Sen çoktan karar verdin yani?”
“İkimiz adına düşündüm evet. Bu gecenin tadını çık…” derken yüzüme bakıp sustu. Sandalyeden kalkıp yere çömeldi. Kollarını ensesinde tutup nefes verdi. Sanki o an evin duvarları yıkıldı da her parçası yüreğime battı.
“Yemek güzeldi,” dedim evden çıkarken.
Bir yere yetişiyormuşçasına, nereye gittiğimi bilmeden ben arkada, ruhum önde öyle parça parça ne kadar yürüdüm bilmiyorum. Ellerim, dizlerim titriyor, yanımdan durmadan, insanlar, ambulanslar, arabalar geçiyordu ben de onlara karışıyordum. Bir ara aklıma geldi, sağlık uygulamasına baktım otuz dört bin adımı geçiyordu.
Büşra Düzyol
wuuu çok sürükleyici umarım devamı geliyordur heyecanla bekliyorum
Kalemine sağlık, sonuna kadar heyecanla okudum. :)