“Benim gibi misin, kalbimin en karanlık çocuğu? Anlayabilir misin yabanıl düşüncelerimi, o engin dilimi konuşabilir misin?”
“Gerçekten, biz ikiz kardeşiz, ey Gece! Çünkü sen ifşa ediyorsun evreni, ben de ruhumu!”
Halil Cibran
Sabahın bu serin kokusunu hep çok sevmişimdir. Henüz güneş ışıklarıyla deniz ısınıp iyot kokusunu buram buram etrafa yaymaya başlamamışken tam vaktidir gitmenin. Ne zaman gideni uğurlasam sol avucumdan kalbime çıkan ağrı bu kez ben giderken gelip tutunuyor bana sıkı sıkı. Elimde koca valizle Harem Sahili’nde bu kez ikinci bekleyişim. İlkini hiç unutmayacağım. Babamı kalp krizinden öteki tarafa uğurlayalı henüz üç ay olmuştu. Ve hayat bizim için tüm hızıyla devam ediyordu. Annem ve abim birlikte gelmiştik İstanbul’a. Üniversiteye yeni başlamıştım, kalacağım eve beni yerleştirip birkaç gün kaldıktan sonra gitmişlerdi. Bugün yine aynı yerde ama bu kez bir başımayım. Sağımdan solumdan geçen herkesle istemsizce göz göze geliyorum. Huzursuzca kaçırıyorum gözlerimi. Dükkâna girip çıkan insanların telaşı, dükkânın önüne yatmasın diye suratlarını ekşiterek pervasızca salladıkları elleri, sanki hastalık bulaşacakmış gibi korkulu halleri yanımdan geçen köpeği de beni de huzursuz ediyor.
Telefonumun sesini her ihtimale karşı kontrol ediyorum. Belli mi olur, belki canımdan çok sevdiğim “Deli İbo’’ lakabıyla mahallelinin alay ettiği abim arar. Kimse anlamadı onu şu hayatta. Kimseye bir zararı dokunmadan yaşayan, bilerek mi kendini deliliğe vermiş yoksa gerçekten mi deli olduğu bana göre meçhul insan. Telefonun üzerinde gezdirirken parmaklarımı, soyulmaya başlamış ojelerime takılıyor gözlerim. Tırnaklarımdaki pürüzleri, çizgileri ve sonradan oluşan beyaz lekeleri örtmeye yetmiyor. Ne kadar sürersem süreyim sertleşmiş tırnaklarım, tutmuyor işte ojeleri. Üzerine kat kat sürüyorum, bu sefer de bütün bütün ayrılıyor tırnaklarımdan. Komple sileyim diyorum, görünsün kendi rengi, kalmasın başka rengin altında. Bu kez de izi kalıyor. Ne tamamen ortaya çıkabiliyor tırnaklarım ne de tamamen siliniyor.
İç söylenmelerim başlayınca yine dibe inmeye başlıyorum demektir. Her şeyi arkada bırakıp geldiğime göre dibe inmenin hiç vakti değil artık. Ayakkabılarımın sıktığı parmaklarımı hareket ettirirken tırnağımın etine batışıyla irkiliyorum. Acısını bastırmak için bir de annemim, “Sus! Kimse duymasın. Daha çok üzülürsün ses edersen,’’ derken attığı çimdiği bu kez ben kendime atıyorum. Acıyı bu kez yukarıda, kolumda hissediyorum. Duymuyorum tırnağımın acısını böylelikle. Yürümeye devam ediyorum.
Her attığım adımda kendi ayak sesim kulaklarımı tırmalıyor, sendeliyorum, tökezliyorum, yavaşlayıp durmak konusunda tereddüt yaşıyorum. Gözlerimi hiç çevirmesem de yanımdan geçenlerin bana baktığını görebiliyorum. Hatta dişlerini bile görüyorum. Kokmuş ağızlarını ve kokmuş ruhlarını… Bunu görebilmek için göze gerek yok zira. Arkamdan gelen ayak sesleri, benim ayak seslerimle eşzamanlı gidiyor, hissediyorum. Bakışlarım ileride ama zihnim hep arkada. Arkayı kontrol ediyorum, adımları, nefesin yakınlığı, anlık değişen hızı ve sağa sola geçişi… Hepsini kontrol ederek korkmuyormuş gibi yürümeye devam ediyorum. Biliyorum, tökezlediğim an ensemde o nefesi hissedeceğimi. Çok mu kıvırtarak yürüyorum, yoksa çok mu erkeksi yürüyorum? Kahretsin! Şimdi de kontrol edemiyorum işte. Bana mı öyle geliyor acaba? Dışardan bakınca o kadar da kıvırtıyor gibi durmuyorumdur. Belki de erkeksi ya da…
Bir yere girebilsem, durabilsem çok iyi olacak. Bedenimin kontrolünü kaybetmiş gibiyim. Ayak sesleri git gide çoğalıyor, birden çok ayak sesi duyuyorum, fısıltılar geliyor kulağıma. Ya da iç konuşmalarını tahmin ediyorum. Beni taciz ediyorlar diye şuracıkta bağırsam kimse de inanmaz ki. Bir şey diyen yok, dokunan yok. Şamata yaptığımı düşünüp, tipimden hemen, dikkat çekmeye çalıştığımı ya da zaten “aşüfte” olduğum için böyle hareketler yaptığımı söyleyip beni kabahatli çıkaracaklar.
Karşı kaldırımda biri var. Bana mı bakıyor o? Üstü başı pislik içinde, saçları darmadağınık. Benim olduğum kaldırıma geçmek için arabaların geçmesini bekliyor sabırsızca. Yanımdaki dükkânın camından hem arkamı hem de karşı kaldırımı daha net görürüm aslında ama istemiyorum. Annem demişti, “Sus, daha çok üzülürsün,’’ diye. Canım annem, seni de anlıyorum. İnsanların ne kadar kötü olabileceğini, benim canımı ne kadar yakabileceklerini tahmin bile edemediğin için bulduğun en kolay yol bu: Susmak, kendini saklamak.
Sanırım daha fazla dayanamayacağım, dükkânın camına bakmam lazım artık. Bana mı diyor arkadaki? Gündüz vakti ne işim mi varmış valizle? Hangi zamanlar dışarıda olmam gerekiyor acaba? Gece mi? Gece çıkarsın ayrı laf, gündüz çıkarsın ayrı… Deminki adam da benim olduğum kaldırıma geliyor işte, koşmam lazım ama tutukluk yaşıyorum. Nerden çıktı şimdi bu tutukluk hali. Arkamda bir şey oldu.
Adam bana değil arkadakine mi gitti? Kafamın içinden bir sürü küfür geçiyor. Hepsini sıralıyorum. Sesli mi söyledim? Duyulmuş mudur söylediklerim? Böyle bir durumda dua etsem daha mı iyiydi acaba? Abim gibi ben de delirdim galiba. Arkada millet birbirine girmiş, ben kendi kendime neler konuşuyorum. Kaç kızım, arkana bile bakmadan kaç. Ne oluyorsa oluyor.
Daha fazla dayanamayacağım. Ne oluyor arkada? Kaçıyor adamlar. Rüya görüyorum kesin. Bugün abimi o kadar sayıkladım ki.
“Hale’m ben geldim abim. Artık buradayım.”
“Abi, sen nasıl geldin?’’
“Şşş! Yeter!”
Abim… Konuşmayı hiç sevmediği için daha fazla bir şey söylemesini beklemiyorum. Herkesin deli dediği abim. Beni bırakamamış. O kafasında neler döndürdü kim bilir, uçsuz bucaksız merhametiyle gönlü razı olmamış işte.
“İyi ki geldin abim. Artık bu deli zırvası şehirde iki deli beraber yaşar gideriz. Belki annem de gelir. Ne dersin? Yapamaz o, bizi buralarda bırakmaz.”
“Sarılsana abine Hale, annem de buradaymış gibi sarılalım. Çok güzel görünüyorsun Hale.”
Büşra Yabanigül
Comments