Öykü- Başak Canda- Ensueño De Don Quijote En La Noche*
- İshakEdebiyat
- 5 Nis
- 5 dakikada okunur
Soluk sarı renkte olan en güzel elbisemi giymiştim. Sarıyı sevdiğimi söylememe gerek yok. Senin için sarıyı seçmem ise keyiften öte bir şeydi benim için. En sevdiğin parfümümü sıkıp saat onda sergideki yerimi aldım. Bu konularda oldukça dakiktim. Senin seçtiğin renk ise siyah. İki farklı renkteyiz. Belki iki ayrı dünya. Seninki gece, benimki gündüz. Renklerimizle zıtların uyumuna güzel bir örnek oluşturuyoruz. Tezatlıklarımızı seviyorum. İnsanın zıddıyla bütünleşmesi böyle bir şey olsa gerek. Kendimi sadece bu şekilde keşfedebilirdim. İtiraf etmeliyim ki birçok keşfimi senin siyah duvar seçimine borçluyum. Açık renkleri tercih etmem tamamen bundan.
Yerime ulaşır ulaşmaz duvarlara göz attım hızlıca. Komşularım benden önce yerlerini almışlar bile. Herkes hazır. Onlara bakarken tanımıyor gibiyim. Buradayken daha farklı görünüyorlar. Oysa buraya on beş, yirmi dakika uzaklıkta olan yaşadığımız yerde daha farklılardı. Her şeyi ortak yapardık. Aynı saatte uyanır, aynı saatte odalarımızın kapıları kapanırdı. “Buen díaz!” anonsunu aynı anda duyardık. Plastik bardaklarımız, çatal ve kaşıklarımız aynıydı. Oturduğumuz masa, yediğimiz yemek ortaktı. Hatta mimiklerimizi de söylemeliyim.
Ama burada öyle değiliz. Yüzyıllık mekânım. Ben olduğum tek yer. Mizacım bile yenileniyor. Hepimiz değişiyoruz, kendimiz oluyoruz. Duygularımız serbest en azından. Eh, özgürlük denebilinirse özgürdük hepimiz. Nedense kıkırdadım birden bu sözüme. En büyük yardımcılarımız şu duvarlar, spotlar, gelen ziyaretçilerimiz. Spotların ışığında şekilden şekle girebiliyoruz. Bugün sağ üst tavandan gelen spot gözümün içinde. Sırtımı dayadığım siyah duvarın canımı acıtmasına aldırmıyorum. Ancak gözüm fena oldu. Yerimi aldığım için kıpırdayamıyorum da. Birinin gelip spotun pozisyonunu değiştirmesi bir saati buldu. Ondan sonra rahat edebildim.
Derken giriş saatini kaçırmayan bir çiftin, dünden kalan hasretleriyle sarmaş dolaş önümden geçtiklerini gördüm. Erkeğin konuşmalarının arasında Ensueño demesini çok net olarak duydum. Kadının adı belli ki. Rüya demek. Kendimle yakınlık kurdum hemen. Çerçevemle aramda kalan rengi eleştirir mi acaba, diye bekliyorum. Pek öyle görünmüyor. İncelediği yok. Baktığı yok ki incelesin. Bulunduğum çerçevenin beyazlığı yılların eskimiş kokuşmuş rengine dönmüş resmen. Sapsarı olmuş. Siyah duvar olmasa aynı olacağız. Bir kişi de uyarmıyor, yenilik lazım, demiyor. Önümden geçenlerin hararetli konuşmaları ta uzağa gittiklerinde bile duyuluyordu. Somurtmaya başladım. İlgisizliğe canım sıkılmıştı. Tam o anda benim sadık yârim Sol’u gördüm. Çığlık atmamak için zar zor bezin altından çıkarabildiğim elimle ağzımı kapatmaya çalıştım. Ama bu sadece alışkanlıktan. Elim yetişmedi. Haftada birkaç gün beni yoklamasa olmaz. Seviyorum bu kızı. Hâlimi hatırımı sormadan, “Bak sana kimi getirdim?” dedi. Şaşkınlık üzerine şaşkınlık yaşıyordum. “Sole,” dedi. Sol, güneş demekti ama Sole’yi ben de bilmiyordum. Belki de uyum olsun diye konulan bir isimdi. Benzerliklerinden ikizi olduğunu sormama gerek kalmadı.
“Yanına gelmesek seni hiç göremeyeceğiz,” diyor alaycı bir şekilde kahkaha atarak Sol. Beni de güldürüyor. “Duvarda olmasam ben de çiftetelli oynayacağım,” diyorum gülerek. Hâl ve hareketinden samimiyetini çok açık olarak görüyorum. Arada renk tonlarıma laf sokuşturmasa olmazdı. Sevdiğim sarıya, “Ölü renk,” dedi. Biraz alındım tabii.
Kendi pozisyonunu ikide bir değiştirip duruyor karşımda, sanki bilinmeyen bir şeyi keşfedecekmiş gibi. Gülmemek için kendimi tutuyorum. Üzerimde yakaladığı zamanın hayâliyle destansı bir dünya icat etmiş gibi bir yüz ifadesi var. Yatakların kayıklara dönüştüğü, siyah duvarların bembeyaz çiçeklerle bezendiği, merdivenlerin tuzağa düşürülmüş bir prensesin etrafını saran iyilik melekleriyle doluştuğu macera dolu bir hayat... Aynı müziğin ritminden yorulmuş bedenim, onun yüzünde yakalamaya zorlandığım anlamlar. O ise müziğin ritminde kayıp giden bir anlamın sonsuzluğunda varoluşun ana yansımalarını görkemli bir hikâyeye dönüştürme telaşında.
Sahibim olan o bıyıklı var ya... Ne düşünmüş, hangi ruh hâli içindeymiş bana bu rengi verirken! Ya da çizgilerimde olmayan netlik. Herkes baktığında başka bir anlam buluyor. Karşımda da bunu söylemezler mi. Kendi kendime güldüğüm zamanlarda yakalanacağım diye korkmuyor da değilim hani. Sürrealisttik işte. Zaman ve mekân genellikle akışkan, esnek ve soyut. Rüya ve gerçek arasındaki sınır silikleşiyor üzerimde.
Sol’un dudaklarına takılıyor gözüm. Onun gülmesi, tüm dünyanın ritmini bozuyormuş gibi geliyor bana. O an, zaman sanki bir çöküşe uğruyor da kaybettiklerini geri alabilecekmiş gibi, dudaklarının birleştiği yerin sol yanı, yanağına doğru kayıyor, gözleri de pörtlemiş gibi oluyordu. Sanırsın ki dünya durmuş. Yavaşça eğildi Sol ve o eğilirken sanki tüm evren de eğiliyordu. Öyle bir havası vardı. Onun havası bir tablonun içine sıkıştırılmış gibi, yerçekimiyle dalga dalga bozuluyor, her şey teker teker kayıyordu. Gölgeler, yalnızca karanlık değil, her renkten bir parça olarak duvarlardaydı. Rüya... Evet, bu yalnızca bir rüya olabilirdi. Dalí ya da Joan Miró’nun tablosunda kaybolmuş gibiydim. Zamanın kesitleri, birbirine karışıp sürekli bir akışa dönüyordu. Her şeyin bir başlangıcı, bir sonu yoktu. Zihnim, bir saatin hızına yetişemiyor ve kaybolan dakikaları tutamıyordu.
Sole ise hayranlıkla izliyordu önünden geçtiği her tabloyu. Adımları başka bir gerçekliğe gidiyordu sanki. Abartının hazzının değil, sebebinin peşindeydi. Yavaşça ve zarifçe dönen figürleri izlerken, ona dair düşüncelerim de kayboldu. Yattığım üst ranzamda yorgunluğumu atmak için ayaklarımı dayadığım tavanda bisiklet sürme hareketleriyle yürümeyi seviyordum. Duvarın pütürleri ayak altlarımdan bedenime soğukluğunu değil, bir İspanyol çingenesinin dansının kıvrak figürlerinde aranan özgürlük duygusunun ritmini yakalamama izin veriyordu.
Gözüm Sole’yi aradı. Yan tarafımdaki duvar bordo ve altın renginde akışkan bir sıvıya dönüşüyor, siyah arka planda oluşan tuhaf dönüşüme gökyüzü eşlik ediyordu âdeta ve yardımcı oluyordu. Tabloda ne bir insan ne de herhangi bir canlı varlık vardı. Sadece belirgin olmayan çizimler ve renkler, kendilerini ifade etmek için birbirini takip ediyordu.
Sole, karşımdaki duvarın önünde dönüp durmuştu. Bir noktada ona bakarken, birden her şeyin tersine döndüğünü fark ettim. Duvar değil, yer değiştiren bizdik. Sarı elbisem, bir zaman diliminden diğerine süzülen bir ışık gibi bükülüp, kayboluyordu. Ustamın usulca, bilinçli bir şekilde yok ettiği her şeyin bir anlamı vardı. Anlam uzaklaştıkça da bir o kadar belirsizleşiyordu. Belirsizliğin içinde olmak büyük keyif veriyordu. Kafamda yankılanan müzik bir dans gibi akıyor, her nota beni daha da uzaklaştırıyordu.
O uzaklaşmada Sole’nin gülümsemesine değiyor ve bir kütüphanenin ortasında buluyorum kendimi. Yüzü yüzyıllık bir geçmişin içinden bana doğru yakınlaşıyor. O kadar yakınıma geliyor ki, bazen annem, bazen unuttum sandığım ilkokul arkadaşım Aynur oluyor. Bilmediğim bir dilin gülüşü akıyor bana. O gülümseme, bir nehrin kıvrımında kaybolmuş gibi beni içine çekiyor. Boyut mu değiştiriyordum? Yalnızca bir algı, belki de bir hayâlin içindeydim. Bir süre sonra, gözlerimi kapıyorum ve dünya bir kez daha değişiyor. Zaman donmuş, yataklar kayıklara dönüşmüş, merdivenler siyah duvarların arkasında kaybolmuş, hayat bir kez daha tuhaf bir biçim alıyor. Dışarıya baktığım turuncu parmaklıklar arasından bir şarkının sözleri sızıyor. Anlamadığım o dilin içinde bir topuk sesiyle irkiliyorum. Topuk sesine ellerin birbirine vurması eşlik ediyor. Tam yedi topuk vuruşu sayıyorum. Derken dansın ya da şarkının ritminden mi olduğu anlaşılmayan farklı bir figüre geçiyor kalçasının yönlendirdiği ayakları.
Sol’un sesi, sesime karışıyor o anda. Bilmediğim o dilden konuşabiliyorum. Anlaşıyoruz da. Oysa bir yüzyıldır konuşmuyormuşum gibi hissediyordum. Yazarın öyküsündeki karakteriyle konuşması gibi hissediyorum kendimi. Kendine seslenip, kendine cevap veren. “Kendini anlamak istiyorsan, zamanın ne olduğunu unut,” dedim. "Bunu anlamak, çok zor," dedi bir diğeri. Şaşırmıştım. Sesim karşılığını bulmuştu. Başka bir tablodan yükselen diğer bir ses “Zamanın bir illüzyon olduğunu düşün, ona göre hareket et,” dedi. İlerde başka bir köşede eriyen saatlerin yüzeyi de konuşmaya başladı sesini yükselterek. “Saatler akıp gitmiyor, sanki zamanı yavaşlatıyorlar. Zaman senin içinde, yönlendirmeye kalkışma,” dedi. Yavaşça eriyen saatler, kaybolan bir kimliğin izlerini taşıyordu sanki. Bir zaman vardı, bir de hiçlik.
Merakımdan iyice boynumu uzatarak eriyen saatler tablosunun olduğu bölüme doğru eğilerek baktım. Konuşulanları kaçırmak istemiyordum. Biraz daha yaklaşmak istedim ama adımlarım sanki geri çekiliyordu. İçimden bir ses, Onun dünyasına giremezsin, boşuna uğraşma, diyordu. Burada zaman yok. Burada sen de yoksun. Döndüm, arkasından sürgülü fıstık yeşili demir bir kapı. İnanamayacağım kadar büyük.
“Eh,” dedim, “Dalí'nin kendisi de zamanın ne olduğunu çözememiş. Her tablosu, bu kaybolan zamanı sorgulayan bir çığlık sadece.” Etrafımda olup bitenlere kulaklarımı kapattım. Eteğimi toplayıp çerçeveme sindim. Adımı niye ‘Don Kişot’un Gece Rüyası’ koymuş diye düşünmeye başladım. Bana göre gece görülen rüya, gün içinde yaşanması gereken bir şiir, bir umuttu. Olması gereken üzerinden şekilleniyordu düşüncelerim. Eteğimi serbest bıraktım yeniden ve olabildiğince hızlı koşmaya başladım. Sarı benim rengimdi.
(*) İspanya’nın Figueres şehrindeki Salvador Dalí Müze Evi’nde yer alan ‘Don Kişot’un Gece Rüyası’ adlı tablosu.
Başak Canda
Sayın Başak Canda,
Öykü kitabınızı büyük bir ilgiyle okudum. Yazın yolculuğunuzun bu yeni durağında sizi içtenlikle tebrik ederim. Gözlemlerinizin derinliği ve anlatımınızdaki şiirsel tını, metinlerinize hem düşündürücü hem de etkileyici bir boyut kazandırmış. Gerçeklik ile düş arasındaki ince çizgide gezinen öyküleriniz, okura güçlü bir deneyim sunuyor.
Emeğinize, kelimelerinize sağlık. Yeni çalışmalarınızı da merakla bekliyor olacağım.
Saygılarımla,
Yunus Aslan
Sevgili Başak, program ve yazılarla başlayan yolculuğunuzu öykülerle taçlandırmanızı öncelikle tebrik ediyorum. Bu öykünün hem içsel hem de yaşanmışlıklara dokunan tınısını sürrealizmle buluşturmanız harika bir anlatım sağlamış. "Bir zaman vardı, bir de hiçlik." şiir dizelerine göz kırpmış bence. Zevk alarak okudum. Kaleminizin gücü akan bir nehir deminde olsun. Sevgiler. Selamlar
Eymen Ankara