Dünyaya yutacak gibi bakan kocaman gözleri vardı Sopa’nın. İştahla bakan o gözlerin vadettiğinden çok daha az çalışırdı kafası ama yine de benim en iyi arkadaşımdı. Çoğu kasabalının bilmediği veya unuttuğu esas adı Bayram’dı. Lakabını zayıf ve uzun olmasından dolayı koymuş zamanında birileri, kim bilir kim? Kasabanın böyle boş beleş işlere bakan, kendine abi dedirten birkaç iti vardı, muhakkak onlardan biriydi.
Sopa’nın ailesi yoksuldu ama öyle böyle değil. Altta yok, üstte yok dedikleri türden. Tek maaşlı memur evimiz yanlarında kraliyet sarayı gibi kalırdı. Annem istemezdi Sopa’yı evde. O komşuya pazara çıktığında birkaç kez getirirdim de onu bile anlardı sonradan.
“Yine o oğlanı mı soktun eve? Kokmuş içerisi,” deyip pencereleri açardı yersiz bir gerginlikle.
O kastettiği kokuyu bilirdim; kaynağı sopanın eviydi, fakirlik kokusu. Öyle pislikten bulaşmış bir şeyden değil, yalnız yoksul evlerinde var olabilen bir koku. Oluşumunun nedenini, nasılını pek kestiremezdin ama mahrumiyet ve zorluğun esansı gibi dururdu ve gerçekti. Hissetti mi tahammül edemezdi annem. “Kendi dengin ile arkadaşlık etsene,” diye söylenip dururdu. Oysa ben denklik değil bütünlük arıyordum belki. Birbirimizi tamamlarmışız gibi gelirdi.
Ben ona okuduğum öyküleri, içine kendi kafamdan uydurduklarımı katarak canlandırır, güldürür, kafası almasa da matematik anlatırdım. Sopa’nın da benim aksime eli hünerliydi. Bilye oyununda adam ütmeyi, deniz kumunun altından sülünez çıkartmayı, torpil patlatmayı, eriğe tırmanmayı herkesten iyi bilirdi. Birbirini tamamlayan iki parça gibi görürdüm ikimizi. Sopa’nın bu birlikteliğin anlamını hiç düşünmediğine kalıbımı basarım. Hayatı alabildiğine dümdüz yaşardı Sopa ve pek bir şeyi sorgulamazdı. Bir zaman makinesiyle avcı toplayıcı döneme gönderilse yadırgamayacağını düşünürdüm. Öyle bir şey gerçekleşse dahi hayata dair gereksinim ve beklentileri pek de sıkıntıya girmezdi.
Sopa, biraz da yaşamak istediğim hayal dünyasının gönüllü asistanıydı. Bir yolunu bulup eve soktum mu babamın türkü kasetlerinin üstüne ses kaydederdim onunla. Şarkıcı veya siyasetçi taklitlerini yaparak, o zamanların Grup Vitamin şarkılarının okuyarak, yarı arak yarı benim yazdığım parodi seslendirmeleriyle babamın gözü gibi sakındığı kasetlerin canına okurduk. Parodide safça bir karakter, şarkıda vokal desteği veya bir yerde efekt lazımsa o iş Sopa’nın olurdu. Beceriksizce ama sorumluluk bilinciyle yapardı işini Sopa. Eşek anırmasını, arabanın fren sesini ondan daha kötü taklit edecek biri yoktu ama bunu benim için yapacak başka bir insan evladı da yoktu işte. Üstelik bir başıma yapsam deli olmadığımı kendime dahi açıklayamayacağım bu tür işler, onun beraberliğinde bir eğlence olurdu.
O da belki benden başka arkadaşı olmadığı için yanımdaydı. Kasabanın diğer oğlan çocukları okul dışında ya top peşinde ya da balıkçı teknesinde olduklarından benimki gibi deli saçması işlere meyilleri dolayısıyla yardımcı arayışları da yoktu. Hepsinin ailesinin maddi durumu ondan iyi, çoğu ondan daha zekiydi ama hayat içindeki şekilleri ve yönleri Sopa ile aynıydı. Bir tek biz yapbozun birbirini tamamlayan parçalarıydık ve kaderimizin tanımı buydu o zaman.
Derince bir su gibi sessizdi Sopaların evi. Bahçedeki ıhlamur ağacına bağlı kırma köpeklerinin havlaması da olmasa neredeyse hiçbir ses duyulmazdı evden. Çok gitmek istemezdim çünkü her gidişimde Sopa’nın anası yokluktan bir şeyler çıkarıp ikram etme telaşına düşer dururdu. Kimi zaman erik hoşafı kimi zaman dut kurusu olurdu bu, mahcup hissederdim.
Kendinden beş yaş büyük bir ablası vardı, okutmamışlar. Anası ile bütün gün evin hiç bitmeyen işleri için oradan oraya dolanırdı. Ne var ki Sopaların evi ne bir düzene girebilir ne de güzelleşebilirdi. Hiçbir yere varamayan iki kürek mahkûmu gibiydiler. Babasını bir iki kez görmüştüm, Allah gibi korkardı ondan. Sopa gibi uzun, cılız bir adamdı. Tarlalara gündeliğe gider, arada balıkçı barınağında yevmiye usulü çalışırdı. Kimseden kötü bir söz duymamıştım hakkında. Hatta başı önünde, herkese saygılı bir adamcağız gibiydi. Ama bu işler de belli olmaz, bilirdim. “El iyisi” derdi babaannem böylelerine. Babasının lafı geçti mi gözleri kızıla çalardı Sopa’nın. Ara ara döverdi onu, söylemese de yara izlerinden anlardım.
Beşinci sınıfa gidiyorduk o zamanlar, sınıfımız aynıydı. Sopa benden bir yaş büyüktü, dördüncü sınıf çift dikiş. Beşinci sınıfı da geçmesi hayli güç görünüyordu ki böyle olursa okul defteri kapanacak, istikamet sanayi olacaktı. Ben desen kasabanın ilk kez Anadolu Lisesi’ni kazanmaya namzet öğrencisiydim. Mayıs ayında sınavlar yaklaştıkça Sopa’yı bir korku aldı.
“Bu sefer de kalırsam yanarım Evren. Bana bir el ver.”
Oturup çalıştırayım desem ne doğru düzgün vakit ne de Sopa’da dersi kitabı anlayacak kafa vardı.
“Kopya ver bana,” dedi, “ne istersen yaparım sonra.”
Derdi sanayiye gitmekten çok baba korkusuydu, anladım ama bir şey de diyemedim. Ne kopya çekmişim ne de kopya vermişim o zamana kadar ama vicdanıma da yenik düştüm.
“Olur.”
Benim boyum yaşıtlarıma göre biraz kısaydı. Sopa desen adı üstünde, sınıfın en arkasında otururdu. Güç bela ayarladık dümeni. Çiki Ulvi’ye -kasabadaki lakap meselesi malum- hafta sonu on tane sülünez çıkartma vaadiyle onun bir sıra arkamdaki yerine oturdu. Türkçe sınavı. Sezai Hoca kıllanır mı diye korktuk, o da fark etmedi. Bana göre fark etmez göründü, uyanık adamdı Sezai Hoca ama oğlanın müşkülünü de anladı herhalde. Tembihlediğim gibi bir iki soruyu farklı işaretleyip geçti sınavdan Sopa.
Sonrası olageldiğinden de farklı gelişti aramızda. Çantamı taşımak istemesi mi dersin, bana gıcık giden yan sınıftaki iki oğlana görünmeye kalkması mı. İyiden iyiye hem yardımcım hem de fedaim olmaya soyundu Sopa. Fakat hiçbiri bana karşı gönül borcunu karşıladığı hissi veremedi oğlana.
“Bir şey de,” deyip durdu. “Sana borcum var.”
Alt sınıfta iki sene önce kasabaya gelen mal müdürünün kızı okurdu, Ceylan. Bir seneye yakın zamandır abayı yakar gibi olmuştum. Çilek gibi kokardı Ceylan. Kantin sırasında rastlaştık mı genzime doyasıya çekmeden duramazdım. Her gün farklı renk tokayla gelirdi. Başak sarısı saçları vardı. Bir tek yabancıların saçı o renk olurdu sanırdım Ceylan’ı görmeden önce. Babası kasabada makam sahibi bir adam olduğu için dikkat etmek şarttı. Kimseye anlatmamıştım Ceylan’ı, Sopa’ya bile. Bir gün son teneffüs okul bahçesindeki çeşmeden kana kana su içmiştim ki kafamı kaldırdığımda Ceylan’ın tepemde dikilmiş bana baktığını gördüm, yanında da bizim Sopa. Karşımdaki anlamsız manzaranın hangi tarafına şaşıracağımı bilemeden öylece suratlarına bakarken Sopa girdi lafa,
“Bak sana bahsettiğim Evren. Kafasından hesaplayabiliyor her şeyi.”
Sopanın beni takdimi ile kafam tümüyle allak bullak olmuşken Ceylan, insanın içini delebilecek gözlerini daha da dikkatle üzerimde gezdirerek sordu,
“Üç basamaklı sayıları da kafadan çarpabilir misin?”
Ağzımın kenarından yere damlayan su damlalarıyla karşılarında tam bir aptal gibi göründüğümü fark ettim. Kız belli ki inanmamıştı. Hâlâ tam olarak doğrulmamış gövdemin üstünde dünyanın ekseni gibi hafif eğik duran başımı evet der gibi salladım.
“Üç yüz on dört çarpı yüz yirmi?”
“Otuz yedi bin altı yüz seksen.”
Cebinden çıkardığı avuç içi kadar hesap makinesi ile yazdı sorduğunu. İkna olmaya başlamış ama tam da tatmin olmamış gözlerini havaya dikip yeni soracağı soruyu düşünürken Sopa eseri ile gururlu zanaatkâr gibi kasılmaya başlamıştı kızın yanında. Bense içine sokulduğum saçma mevzunun tansiyonuyla Sopa’nın işgüzarlığına bileniyordum. Dalgınlığımı kızın kuş cıvıltısı gibi sesi bozdu tekrar,
“Altı yüz kırk iki çarpı yüz seksen beş?”
“Yüz on sekiz bin yedi yüz yetmiş.”
Sopa, cevabın doğru olduğuna eminmişçesine taze yonca görmüş sıpa gibi sırıtarak onayladı beni. Kız ikna olmuş ki daha önce o modelini hiç görmediğim hesap makinesini kapatarak Sopa’ya dönüp onayladı başıyla. Tüm bu kumpanyanın ne anlama geldiğini soracaktım ki kız elini uzattı bana. Tutup sıktım. Yumuşacık, pamuktan bir top gibiydi elleri.
“Nasıl hesaplıyorsun bunları?”
“Bilmem. Kafadan.”
Daha aptalca bir cevap olamazdı ama öyle bakmadı. Sanki hiç beklemediği esrarlı bir cevap vermişim gibi salladı kafasını. Yüzünde iyiden iyiye belirginleşen şirinliğin sıcaklığı içimde alevden bir damla gibi süzüldü. Sonra geldiği gibi anlamsız ve ani döndü gitti Ceylan. Arkasından bakakaldık. Kafamı Sopa’ya çevirdiğimde kendiyle gurur duyan şapşal sırıtışını gördüm.
“Sopa, geri zekâlı mısın oğlum sen? Ne diye getirdin kızı yanıma?”
“Anlarız biz de bir şeyler, bak getirip tanıştırdım işte, fena mı?”
Fenaydı. Zaten içimde usulca tutuşmaya başlamış yangının üstüne bir bidon benzini boca edip harlamıştı. Kendi kendine gün be gün büyüdü yangın. Bir bakışa, bir pamuk topu ele teslim bayrağı çekti onca basamaklı sayıları çarpan kafam.
Bahar da aşk da freni patlamış kamyon gibi geliyordu üstüme. Benim halim değişince Sopa da çalkalandı. Bir gün, apartmanı inleterek Sopa’nın bir yerden bulduğu Ahmet Kaya’nın kasetini çaldık evde. Babam duydu, “Memur adamım ben başımı belaya mı sokacaksın?” diye üstüme yürüdü. Ahmet Kaya da öyle diyordu kasette, “Başım belada.” Beni aldı bir gülme, annem girdi araya zor savuşturduk.
Okul da bitmek üzereydi, beni bir telaş sardı. Bir gün Sopa’yı aldım karşıma,
“Bu işe beni sen soktun, sen çıkartacaksın.”
Nasıl olurunu enine boyuna düşünürken kafamda bir fikir canlandı.
“İsimsiz bir mektup yazayım. Cevap verirse devam, vermezse kim olduğunu da bilmeyecek zaten.”
“Mektuba nasıl cevap verecek?” diye sordu.
“Bir yer yazarım mektuba, yazıp oraya koyar. Zaten ben olduğumu tahmin eder. Kızar da babasına söylerse inkâr ederim. Ne de olsa ispatlayamaz. Yazıyı da kendiminkinden farklı yazarım.”
Sopa, art arda söylediğim bunca şeyi kafasında toparlayamamış gibi boş gözlerle baktı yüzüme. Anlamasına da gerek yoktu. Onun işi farklıydı.
“Yalnız bir sorun var,” dedim, “Okul da bitti. Nasıl ulaştıracağım mektubu kıza?”
O anda Sopa’nın yüzüne hem bana olan borcu hem de mevzunun bu noktaya gelmesinden doğan mesuliyeti silecek cevabı bulmuş olmanın coşkusu yayıldı.
“Ben yaparım!”
“Nasıl yapacaksın? Elden veremezsin, iş anlaşılır.”
“Bahçelerine duvardan girer, odasının penceresinden içeri atarım. Yazın açıktır pencereler.”
Sopa’nın planı şaşırmayacağım kadar çılgınca ve riskliydi. Fakat benim de mantık süzgecim o ilk aşkın esintisi ile bir tarafa savrulmuştu, tamam dedim. Sonra da o bencilce lafı ettim,
“Yakalanırsan benimle alakası yok.”
Başıyla onayladı Sopa. Onayladı ama gözlerinde bir hayal kırıklığı okudum. Belki de yanıldım ama doğrusunu hiçbir zaman soramadım ona. Mektubu kendi el yazımdan olabildiğince farklı yazıp Sopa’ya verdim. Kutsal bir emaneti teslim alır gibi dikkatlice tutup katladı zarfı.
“Bu gece,” dedi.
Anında içime bir pişmanlık yayılsa da geri adım atamadım. Cesaretsizliğimi perçinlememek için mi, Sopa’nın kararlılığının etkisiyle mi bilmiyorum.
“Bu gece,” dedim tekrarlayarak.
O gece ürkünç rüyalar gördüm, sabahı zor ettim. Kahvaltıdan sonra ok gibi fırladım evden. Sopaların evine varana kadar o kısa yol sonu olmayan bir geçit gibiydi. Vazgeçmesini dileyerek yürüdüm hızlı adımlarla. Kapıyı açıp, “Olmadı Evren,” dese “Ziyanı yok, saçma bir fikirdi,” deyip elinden alacaktım zarfı. Yırtıp çöpe atacaktım, belki de yakacaktım.
Uğursuz bir kalabalık vardı evin önünde, tereddütle yaklaştım. O sessiz evin kuru otlarla kaplı avlusu sancılı bir uğultuya teslim çalkalanıyor gibiydi. Kırmızı mavi ışıklarını döndüre döndüre, uğultuya sessizce eşlik eden bir polis arabası bekliyordu yan tarafta.
“Yazık oldu yavrucağa,” dedi komşu kadın. Tanırdım, dedikoducunun hasıydı. Neye bire bin katıyor ki dedim aldırmadan. Sağıma soluma baktım. Doğru düzgün bir açıklama ister gibi bakmaya çalıştım insanların yüzlerine. Herkes yere bakıyordu. Halamın ölümünden hatırladım; herkes doğal veya yapmacık yere bakar ölü evinde.
“Sopa?” dedim kısık bir sesle. Duymuş da yarasına tuz basılmış gibi bir feryat yükseldi evden. Annesinin sesiydi bu. Bir ağaç kadar suskun o kadının sesini nasıl tanıdım kavrayamadım. Paniğin yarattığı bir mucize gibi sanki her gün duyuyormuşçasına bildim o sesin sahibini; söyleseler inanmazdım. Bir ağıda bağlandı feryat, usulca kendiliğinden kısılarak son buldu.
Akşam inmeden öğrenildi hikâye kasabada. Sopa, geceleyin evde mektubu babasına yakalatmıştı. Kıyamet kopmuş, dayağın dozu hiç olmadığı kadar artmıştı. Komşuları anlattı. “Benim sırtımdan ter akarken it herifin uğraştığı işlere bak!” diye bağırıp durmuş babası. “Başımı belaya mı sokacaksın, şerefsiz!” diye indirmiş yumruğu üst üste. Başını taş zemine vurmuş Sopa. Kendi kendine söylenir gibi anlattı muhtar ahaliye, “Beyin kanaması dedi ambulansla gelen doktor.”
Onca dakika dayak yerken adımı söylemediği gerçeği aklıma geldi sık sık. Görmesem de duymasam da bunun gerçekliğine emin olmama şaşırdım. Çok sonra düşündüğümde farkına vardım ki Sopa gibi insanlar şaşırtmazdı. Üstünde kayık bile yüzdürülmemiş duru bir su gibiydiler ve baktığında içindeki her bir çakıl taşını görürdün.
Sopa’nın cenazesini kızı ve torunu ile kendi memleketine götürdü dedesi, babasını cezaevine koydular. Az biraz daha konuşuldu ardından laf kalabalığı kesildi. Her şey, hiçbir şey olmamış gibi devam etti. Süratle doldu Sopa ve ailesinin boşluğu, başka bir yoksul aile taşındı evlerine sonra. Ben Anadolu Lisesini kazandım, iki yıl şehre servisle gittikten sonra babam da şehre tayin istedi, taşındık. Ceylan zaten çoktan mal müdürü babasının tayini ile ışıklı bir kente gitmişti.
Sopa’nın yokluğunda ilk kendime üzüldüm. Bu gaddar bir bencillik miydi yoksa geride kalanların çoğunun dillendiremediği samimi bir itiraf mı hâlâ kestiremem. Gerçi hatırlıyorum ki kalbim, bir kama ile oyuluyormuşçasına sızladı o vakitler. Ama sadece birkaç gün. Birkaç gün sonra beynimden kesin bir komut almış gibi hiçbir şeyi düşünmemeye başladım.
Yine hayattaki üstün yanlarıma tutunup korkaklığımı ustaca saklamaya başladım kendimden. Benim gibiler de böyledir. Çalkantılı bir su gibi, içinden ne geçer kestiremezsin. Üç basamaklı sayıları kafamdan çarpabilirdim ben; Sopa on birle yirmi biri toplayamazdı yazmadan. Seven bendim, uğraşan Sopa. Kalan bendim, giden Sopa.
Bir fotoğrafı bile yoktu Sopa’nın. Ölmeden birkaç hafta önce söylemişti bana. Okulda çekmişlerdir ama onlar da kim bilir nerede. Sopa’nın hiçbir iz bırakmadan bu dünyadan geçip gittiğini düşünecektim ki doldurduğumuz kasetler geldi aklıma. Öyle yıllar sonra, birdenbire. Kalkıp İstanbul’dan Balıkesir’e sürdüm arabayı işten izin aldığım alakasız bir perşembe günü. Annem şaşırdı. Rahmetlinin kasetleri atmamıştı çok şükür, kasetçalar da çalışıyordu. Ellerim titreyerek taktım kasetin birini tozlu kaset gözüne. Grup Vitamin’in “Arabesk” şarkısı…
Şımarık bir velet gibi, olanca tiz sesimle ama hatasız söylüyorum şarkıyı. Sonlarına doğru Sopa’ya bırakmışım sözlerin bir bölümünü, o ezberleyemezdi zaten tümünü. İlkin sesini duyunca irkiliyorum sonra da sözleri duyunca… Yine olanca kötü, yine katlanılmaz biçimde kulak tırmalayıcı fakat şaşmaz bir görev bilinciyle okuyor sözleri Sopa,
“Batsın bu dünya,
Ben doğarken ölmüşüm,
Durdurun dünyayı, inecek var.”
Gözlerim kasetin dönen makaralarında. Geriye sarıp tekrar tekrar dinliyorum. Sesinden utanmaktayım. Dünyaya bıraktığı tek iz Sopa’nın. Şarkının kafasını gözünü yara yara söylüyor.
“Bak oğlum Sopa.” diyorum, “ben senin tanıdığın en korkak adamım.”
Uzanıp düğmeye durdursam hüngür hüngür ağlayacağım, biliyorum.
“Oysa iyi bir insan olma ihtimalim vardı benim,” diyorum gerzekçe. Duymuyor ki. Umarsızca o şarkıyı söylüyor.
Başar Yılmaz
Hüzünlü bir öykü.Sopa bu dünyadan sadece bir ses kasesinde ses bırakarak ayrılmış.Cocukluk hatıraları her zaman sevimli,komik yaramazlık öyküleri değildir.Bazan ömür boyu pişmanlık duyulan böyle üzücü anılar da vardır.Sopa için ben de çok üzüldüm. Büyüklerin çocuklarına daha anlayışlı davranmaları gerekir değil mi?Çocuklar hata yapraktan öğrenirler.Eline sağlık Başar.