Çocukken el kadar bir şehrin, avuç kadar bir mahallesinde otururduk. Evimiz önünde küçük bir avlusu olan, iki katlı eski bir taş binaydı. O sıralar çok küçük olduğumdan buraya taşındığımız günü hiç hatırlamazdım. Fakat annemden, büyük dayımın araya Ankara’da hatırı sayılır bir ahbabını koyup babamı Sümerbank’a işçi olarak sokturduktan sonra şehre göçmemizin hikâyesini o kadar çok dinlemiştim ki bir hafta içinde pılımızı pırtımızı Haceli emminin küf sarısı minibüsüne atıp yola çıkışımızı, babaannemin arkamızdan bir maşrapa su serperken uğum uğum ağlayışını, annemin ilk defa şehre gelince gördüğü, alt katında kömürlüğü ve kileri, üst katında iki odası, mutfağı ve banyosu olan, her odasında ışık yanan, musluklarından gece gündüz su akan bu eski evin -bir kalbur horantayla yatıp kalktıkları dedemin köydeki iki göz kemer odasından sonra- gözüne saray göründüğü o günü bazen hayal meyal hatırlar gibi olurdum.
Şiddetli yağmurlarda damı tepemize şar şar akıtan bu eski ama annemin gözünün sarayı evin avlusuna, sağ kanadındaki küçük delikten sarkıttığımız ipin sertçe çekilmesiyle açılan büyük bir tahta kapıdan girilirdi. İki yanında komşu evlerin penceresiz duvarları, sokaktan tarafta ise yüksekçe başka bir duvar olduğundan avlunun sokağı, sokağınsa avluyu görmesi imkânsızdı. Babam; benim ve benden üç yaş küçük ikiz oğlan kardeşlerimin sokakta oynamak için çıkmamıza ses etmediği bu avludan annemin çıkmasını -şehirde yeni sayıldığımızdan olacak- pek hoş karşılamazdı. Mahalleden bir eve gündüz oturmasına buyur edildiğinde annem; bir gün önce, akşam sofrada babama bunu usulca çıtlatır, babam elindeki kaşığı siniye sertçe bırakıp gözlerini ağartarak bakmaz da yemeğini yemeye devam ederse öyle giderdi. Onda da gittiği evde serçe tedirginliğinde oturur kalkar, babamın iş çıkışına yakın müsaade ister, ev sahibesinin “Daha erken Elmas, bir bardak daha çay iç de öyle git,” diye ısrar etmesine rağmen evde yemeğinin olmadığı bahanesiyle durmaz, bizi gurk tavuklar gibi peşine takarak doğru eve dönerdi. Yine de halinden hiç şikâyet etmezdi. Sararan beyaz çarşaflarımızı, çamaşırlarımızı bir köşeye kurduğu ocağın üzerindeki kazanda bir güzel kaynatıp kar gibi ağartabildiği; turşu, reçel, konserve gibi kış kayıtlarımızı kimseye müdana etmeden yapabildiği bir avlusu olduğu için kendini şanslı bile sayardı. Yazları, sabahın köründe kalkıp yayan yalbırdak tarla yoluna düşmek, akşamlara kadar güneşin alnında kara kara yanmak yerine, sabah babamı fabrikaya gönderdikten hemen sonra giriştiği ev işlerini bir solukta bitirip bizden önceki kiracının taşınırken götürmediği, asmanın altındaki tahta sedirde oturarak elişi örebiliyor, arada sırada komşularını burada serin serin ağırlayabiliyor olması da cabasıydı.
Bir yaz ikindiüstü annem; ayağının birini toplamış, öbürünü sedirden sallamış asmanın altında oturuyor; elindeki mor yazmanın kenarına yan komşumuzun gelininden öğrendiği iğne oyasından yapıyordu. Ben ve kardeşlerimse bir köşede kendi halimizde oynuyorduk. Tahta kapının ipi çekildi, cazırdayarak açılan kapıdan içeri elinde küçük bir tasla Zekiye teyze girdi teklifsizce. Tası anneme uzattı. “Evde var zannediyordum yokmuş, Elmas! Şuna azıcık şeker koy. Akşama misafirim gelecek, kek çırpacağım,” dedi. Misafirinin gelip gelmeyeceği hakkında kesin konuşamazdım fakat evinde bir tas şekerinin kalmadığının yalan olduğunu adım gibi biliyordum. Zira iki gün önce iş dönüşü sokaktan geçerken karşılaştığımız kocası Nevzat amcanın sokakta oynayan tüm çocukları yanına çağırıp hepimize birer kaymaklı gofret dağıttığı sırada, yere bıraktığı alışveriş torbalarından birinin içindeki çay paketini ve bir poşet dolusu toz şekeri kendi gözlerimle görmüştüm. Şeker bahanesiydi Zekiye Teyze’nin. Yeni duyduğu bir havadisi yine, anneme herkesten önce yumurtlamak için gelmişti muhakkak. Birazdan havadan sudan bahis açacak, laf kıvama gelince annemi “Aman ha, benden duymuş olma!” diye tembihledikten sonra ağzındaki baklayı çıkarıverecekti.
Annem yerinden kalktı, tası elinden alıp Zekiye teyzeyi sedire buyur etti. “Sen otur, ben şimdi gelirim,” diyerek kilere girdi. O, minderin ucuna çengelli iğne gibi ilişip gözlerini annemin sabah bir kova suyla, yukarıdan aşağı doğru güzelce süpürerek yıkadığı üst katın dik merdivenlerinin her bir basamağının kenarına düzgünce yerleştirilmiş toprak saksılardaki sardunyalarda, fesleğenlerde, küpelilerde; merdivenin altındaki boşluğa istiflenmiş odunlarda; hangisinin Hüseyin, hangisinin Ali olduğunu hep karıştırdığı kardeşlerimde ve en son benim üzerimde gezdirene kadar annem, şeker dolu tasla geri geldi, Zekiye teyzenin yanına oturdu. Zekiye teyze, tıpkı düşündüğüm gibi, bu sene havaların çok sıcak gittiğinden, alt katta oturdukları için kapıyı pencereyi açsalar da evlerine ufacık bir fısıltının girmediğinden, -git anam bu nasıl sıcakmış -çoluk çocuk tüm perişan olduklarından dem vurdu. Bizim ne güzel -üç adımlık da olsa- bunaldığımızda çıkıp nefes alabileceğimiz bir avlumuzun olduğunu söyledi. Annemin sedire bıraktığı yazmayı eline aldı, kenarına oyalanan iğne oyasını dikkatle inceledi. “Pek güzel, pek zarifmiş bu, eline sağlık!” dedi. Örneği kimden bulduğunu sorup öğrendi. Annemden, iğne oyasının adının Türkan Şoray kirpiği olduğunu duyunca şaşırdı. “Kız anam, kimin, nerden aklına gelmiş bu ismi vermek?” dedi. Daha akılları ermediğinden ikizleri umursamazdı fakat benim onları dinlemediğimden emin olunca -oysa kulağımın biri, gözümün ucu onlardaydı- anneme sır verecek gibi sokuldu. Koca ağzını para kesesi gibi büzerek konuştu. “Duydun mu? Kaynanasıgil, Saadet’i anası evine geri getirmiş, boşayacaklarmış.” Annem, yeni evlenen genç bir kızın bu kadar çabuk boşanıyor olamayacağını düşünmüş olmalıydı ki, “Hangi Saadet’i?” diye soruverdi gayriihtiyari. Zekiye teyze, omzuna hafif bir yumruk indirdiği anneme -neredeyse turuncu- açık kahverengi göz bebeklerini akının içinde iyice belirginleştirerek baktı. “İlahî Elmas! Mahallede kaç tane Saadet var? Hani, aşağı sokakta oturan İfakat Hanım yok mu, dul, onun kızını!” diye cevap verdi. Ardından, “Meğersem Saadet; annesinin, abisinin zoruyla almış damadı! Çiçeği burnunda gelininin işi gücü yerinde, içkisi yok, kumarı yok oğlunda gönlü olmadığını bir etek para döktüğü düğünden sonra ancak anlayabilen güngörmüş kaynanası da ‘gönülsüz yenen aş, ya karın ağrıtır ya baş. En iyisi yol yakınken götüreyim de anası ne yapacaksa yapsın kızını,’ diyerek Saadet’i getirip bırakmış birkaç gün önce. Kendi taktığı altınları da düğünde hısımın, akrabanın taktıklarını da bütün almış elinden,” diye ekledi. Çok durmadı; annemin elindeki şeker tasını aldı, milangazda yemeğinin olduğunu söyleyip gitti. Onu kapının önüne kadar savuşturan şaşkın annemi, yine “Benden duymuş olma,” diye sıkı sıkı tembihlemeyi ihmal etmedi giderken.
Ayaklı gazete Zekiye’nin muhtemelen ev ev dolaşıp altını körüklediği dedikodu kazanı o günden sonra fokur fokur kaynamaya başladı. Mahallenin, hepsi birbirine yanını yaslamış, pencere pencereye göz kırpan, kapı kapıya bakan evlerinde yaşayan eli boş, gönlü hoş kadınları; sabah kocalarını işe yollayıp evlerini barklarını görüp tuttuktan sonra soluğu ya bitişikteki komşuda ya da kapı önlerine attıkları minderlerde alıyorlardı. İşaret parmaklarına doladıkları dantel ipini tığlarının kertiğine maharetle geçire geçire kendi körpe kızlarının ileride kuracakları yuvalarını özenilesi zariflikteki papatyalarla, çarkıfeleklerle, baklava dilimleriyle dantel dantel süslerken, dillerine doladıkları Saadet ablanın on yedi yıllık kısa hayatını ilmek ilmek söküyor, bozulduğunu duydukları yuvasının çerçöpünü kaynayan dedikodu kazanının altında yanan ocağa atıp ateşin iyice harlanmasına katkıda bulunuyorlardı.
Daha on gün önce, evlerinin avlusunda el çırptıkları, kalkıp ortada iki de kendilerinin döndükleri düğününe kadar, o nasıl sırma sarı saçlarını, nasıl badem yeşil gözlerini, nasıl servi hoş endamını; -maşallah anam- pek eli işli, ağzı gümüşlü oluşunu; zamanlı zamansız sokağa çıkmayacak, çarşıda pazarda ağzını ayıra ayıra gezmeyecek, güzel başını kapıdan pencereden boş boş uzatmayacak denli güzel edebini dillerinden düşürmedikleri Saadet ablaya; kâh bir akrabasının düğününde açık saçık giyinmiş “El var, ar var,” demeden göbekler attırıyorlar kâh kara kaşlı, kara gözlü kocasını beğendirmiyorlar kâh önceden sevdiği oğlana gizli gizli, ucu yanmış mektuplar yollatıyorlar kâh en basit ev işlerini beceriksizce eline yüzüne bulaştırtıyorlar kâh kaynanasına, kayınbabasına hizmette, hürmette kusur ettiriyorlardı hayallerinde. En iyi ihtimalle, suçu, “Ben Saadet’i değil, mahalleden başka bir kızı görüp beğendiydim,” dedirttikleri taze kocasına atıyorlardı.
Yazık, başında bir erkek olmadan ne zorluklarla büyüttüğü kızını, üzerine çamur sıçramadan, -şükür- teliyle duvağıyla gelin edebildiği için düğünün ertesinde sevincinden üç gün oruç tutan, yetinmeyip konuya komşuya cüz cüz Kur’an dağıtıp hatim indirten ancak kızının daha elinin kınası solmadan tekrar babaevine dönmesiyle sevinci kursağında kalan Saadet ablanın annesi İfakat teyze; işin aslını faslını sorup öğrenmek isteyen esaslı komşularını, küçükken babasızlığından ötürü boynunu doğrultamadığı kadersiz evladını, “İyi oğlan, işi gücü de var; kızın rahat eder, yokluk yoksulluk görmez,” diyen eşe dosta aldanıp verdiği -yüzünü şeytan görsün-uğursuz damadının geceleri iyi saatte olsunlarla bir olup eğlenceler tertiplediğinden, evinin her köşesini muskalarla, büyülerle doldurduğundan dert yanıyor; zaten evvel evvelinden böyle şeylerden pek korkan güzeller güzeli Saadet’inin, kocasının bu halleri yüzünden eve dönmek zorunda kaldığına inandırmaya çalışıyordu, iki gözü iki çeşme. Anlattıklarına inanmış gibi görünen, dahası oturup İfakat teyzeyle birlikte gözyaşları döken komşuları ise onun, “Sabahtan beri bir şey yiyip içmedi yine! Varayım, gideyim; sokabilirsem ağzına iki kaşık çorba sokayım,” diyerek yanlarından ayrılmasının hemen ardından, dinlediklerini, “Saadet, ecinnilere karışmış! Gece gece yatağından kalkıp teybe şarkı koyuyor, anasının ‘Yapma Saadet’im, etme Saadet’im, gece gece kalkıp kalkıp oynama Saadet’im,’ demesine kulak asmadan, çiçekli pazen geceliğinin eteğini baldırına yukarı çeke çeke, sırma saçlarını bir omuzundan bir omuzuna savura savura, anasına inat gerdan kıra kıra oynuyormuş. Seslerine uyanarak yanlarına koşan abisi, teybin fişini çektikten sonra, ‘Ben senin dinlediğin şarkının da senin de…’ diye ağzını bozup üzerine hışımla yürüyünce köşe köşe kaçıyor; o, eve döneli beri ağzının tadı iyice kaçan yengesinin, önüne yarasa gibi gerilip elini kolunu tuttuğu kocasını, ‘Elinden şimdi bir kaza çıkacak, bırak Mustafa’m! Boklarını yiyeyim sen ona uyma Mustafa’m,’ diyerek bir sigara yakması için kolundan sündürerek kapının önüne çıkarmasını fırsat belliyor, kaçtığı köşede bu sefer kendi söylediği türküde yeniden şıkkıdı şıkkıdı oynamaya başlıyormuş,” diye değiştirerek yine kendi bildiklerini okuyorlardı mahalleye.
İşte Saadet ablanın babaevine temelli dönmesinin gerçek sebeplerinin araştırıldığı, bu sırada mahalleye avuç avuç saçılan türlü tevatürlerin yan mahallelere oradan da neredeyse tüm şehre ayrık otu misali yayıldığı, Saadet isminin milletin ağzında çürüdüğü, nihayet bundan usanılarak başka, yeni dedikoduların izinin sürülmeye başlandığı günlerde Zekiye teyze, bizim kapının ipini bir daha çekti. Bu sefer eli boştu, ama ağzı laf doluydu. Gelip annemin yanına, yayılarak oturdu. Havadan sudan bahis açmadı, yaprakların sararmaya başladığını, güzün artık geliyor olduğunu söylemedi, ağzındaki baklayı çıkarmak için lafı dolandırmadı. “Saadet gelin gittiğinde kız değilmiş!” deyiverdi. Ayaklı gazete Zekiye; Saadet’in -kız anam, o ne karda yürüyüp izini belli etmeyenmiş o- bir gün, beş gün on gün derken gerdek çarşafını kaynanasının önüne atamadığını, oğluna kız diye aldığı kızın aslında kız olmadığını öğrenen kaynanasının da iffet yoksunu gelinini getirip tekrar anasının başına attığını, bütün bunları Saadet’in yeniyken iki haftada eskiyiveren işi gücü yerinde, içkisi kumarı yok kocasının ismi lazım değil bir akrabasından duyduğunu anlatırken işittikleri karşısında neredeyse küçük dilini yutuverecek olan annem; dizlerini dövdü, ellerinin arasına aldığı başını iki yana salladı, sağ elinin tersini sol avcuna “Vah vah! Tüh tüh!” diyerek art arda vurdu, alt dudağını dişledi ibretle. Nedense gözü erkek kardeşlerimde değil hep bendeydi.
Annemin de mahallelinin eli boş, gönlü hoş kadınlarının da o güne kadar duyduklarının hepsini unutuverip bir genç kızı ve ailesini yaralayacak en büyük felaketin o olduğunu bildiklerinden midir, nedendir, son duydukları -benim bir mana veremediğim- çarşaflı dedikoduya şeksiz şüphesiz iman ettikleri günlerin hüküm sürdüğü bir gecenin yeni yeni ağaran sabahında, babam vardiyada olduğundan annemle birlikte uyuduğumuz odanın artık havalar soğumaya başladığı için gece kapatıp yattığımız büyük ahşap penceresinin kışın içeriye soğuk üfüren açıklıklarından giren gürültülere açtık gözlerimizi. Annem döşekte besmele çekerek doğruldu. Yastığın üzerine düşmüş kenarı pullu beyaz yemenisini başına alelade örtüp pencereye koştu. Bulunduğumuz odadan sokak görünmezdi, bu yüzden neler olduğunu anlamak için camı açıp dışarıdan gelen seslere kulak kesildi bir süre. Duydukları merakını iyice kabartmış olacaktı ki camı tekrar kapattı, ona gözlerimizi ovuşturarak bakan bize, üstünü alelacele giyerken, “Siz durun, ben bir bakıp geleyim,” deyip kapıya yöneldi. Biz onu dinlemedik tabii, yorganı hep birlikte tepikleyerek üstümüzden attık, döşekten aynı anda fırlayıp sanki bizi terk edip gidecekmiş gibi arkası sıra koştuk. Merdivenlerden, maksisini eliyle hafifçe toplamış hızla inen annemin peşinden avluya indik. Onu, babamı gece işe yolladıktan sonra içeriden sıkıca sürgülediği avlu kapısının yerinde zor hareket eden bastırığını çekip kapıyı açmaya çalışırken yakaladık. Kapı açılınca annemle birlikte biz üç küçük çocuk da sokağa çıktık düzüm düzüm.
Mahallenin genci ihtiyarı, kadını erkeği, küçüğü büyüğü; üçerli beşerli öbekler halinde telaşla yürürlerken, neler olduğunu soran bizim gibi kapı pencere üşüşmüşlerine İfakat Hanım’ın kızı, Kaportacı Mustafa’nın bacısı Saadet’in sabaha karşı canına kıydığını söylüyor, mıknatıs gibi çekip aralarına kattıkları meraklı mahalle sakinleriyle birlikte az ileriden, caminin köşesinden dönüp bir alt sokağa gidiyorlardı ah vah ederek. Biz de merakımıza yenik düştük, kalabalığın arasına karışıp Saadet ablanın abisi, yengesi, iki küçük yeğeni ve annesiyle birlikte yaşadığı evlerinin önüne gittik. Gençliğinin baharındaki bir kızcağızın ölümü ne tatlı ne seyredilesi bir şeyse artık, annem; duyarsa, babamın ağartacağı gözünü de sallayacağı dudağını da ondan işiteceği azarı da belki suratına aniden geçirilecek şamarı da bu sefer hiç umursamamış -ya da umursamış ama göze almış- babamdan habersiz, hem de sabahın bu saatinde evimizin avlusundan ilk defa bu kadar çok uzaklaşmıştı.
Eve döndüğü günden beri, hep aynı köşede eli yüzünde kara kara düşünen, annesinin yalvar yakar oturttuğu sofrada uzattığı kaşığa ağzını sımsıkı yuman, yengesinin imalı bakışlarına karşı ağzını açıp tek söz söylemeyen, üstüne horlanan abisinden kıyın kıyın kaçmayan, yediği tekmelere tokatlara karşı kılını kıpırdatmayan, iyi gelir, azıcık hava alsın diye çıkarıldığı bizimki gibi küçük, açık cezaevini andıran avlularındaki tek ağaçta mutlu mesut sallanan kış armutlarına gözünü dikip kaldığı sırada yersiz yersiz gülümseyen, gençliğini, güzelliğini böyle böyle sarartıp solduran Saadet abla; sabah evdeki herkes tatlı uykusunda fosur fosur uyurken, mahallenin Nuh Nebi’den kalma camisinin Nuh Nebi’den kalma kör imamından bile önce, tatsız tuzsuz uykusundan uyanmış, yatağından, tereyağının üzerinde kayan kahvaltı bıçağı gibi sessizce sıyrılmış, aklının başında olmadığını düşündüğü talihsiz kızının gece gece kendini sokaklara çırçıplak atmasından endişelendiği için annesinin her gece dış kapıyı sıkı sıkı kilitledikten sonra sakladığı anahtarı, çok aramadan, pencerenin önündeki saksının altında bulmuş, kapıya bile hissettirmeden deliğine soktuğu anahtarı iki kere yavaşça çevirip kapıyı usulca açmış, soğuk taş merdivenlerden çıplak ayaklarının ucunda arada bir arakasına bakarak adım adım inmiş, birkaç gün önce evdekilere fark ettirmeden kömürlükten bulup köşedeki çıtırgı çuvallarının arasına sakladığı urganı, -hayret- hiç korkmadan girdiği kömürlükten almış, urganın bir ucunu gözüne kestirdiği armut ağacının kalın dallarından birine, sıkı bir ilmek attığı diğer ucunu ise annesinin baharın güneşe yamaç, yazınsa gölgeye koyup kapının önünde oturduğu, abisinin kendi elleriyle kesip biçip çaktığı yüksekçe tahta oturağın üstüne çıkıp ince, narin boynuna geçirmiş, doğup büyüdüğü, dededen kalma evlerine hüzünle son kez bakmış, kirpiklerinin arasından süzülen bir damla gözyaşının tuzunun dudağının kenarındaki uçuğu hafifçe yaktığını hissetmiş, bir cesaret ayaklarının altındaki tahta oturağı sağ ayağıyla devirip tatsız canına kıymıştı.
Aylardır, utana sıkıla aralarına karıştığı konusuna komşusuna boşanmasında kızının bir kabahati olmadığını, tüm kusurun olmam diyesice damadında olduğunu inandırmaya çalışan annesine, densizin birinden bir laf duyarım da yakasına yapışıp başımı belaya sokarım diye korkusundan kahveye kâğıt oynamaya gidemeyen abisine, onun yüzünden evdeki tüm huzuru kaçan yengesine, niye boşandığını düşünmekten uykuyu tüneği terk eden mahalleliye ölümünü armağan eden Saadet ablanın şehrin birkaç camisinden aynı anda kuşluk vakti okunan selasını duyunca gözlerinden sicim gibi yaş döken, cenazesi evden çıkarılırken gençliğine, nasıl güzel sırma saçlarına, nasıl güzel badem gözlerine, nasıl güzel fidan boylarına ağıtlar yakan mahallenin kadınları da annem de onun, kirlenen namusunu, tatsız canını henüz ham bir meyve iken dalından zamansız kopararak temizlemesine rağmen, evlendiğinde kanlı gerdek çarşafını kaynanasının önüne atamadığına duydukları kutlu inançlarından ancak, benim Zekiye teyzeden işitip bir muammaya dönüştürdüğüm “Saadet gelin gittiğinde kız değilmiş,” cümlesini bozup bozup yeniden kurduğum, fakat çocuk aklımla cevabının çok ayıp olduğunu sezebilsem de tam olarak bulamadan geçirdiğim bir senenin sonunda, Saadet ablanın kaynanasının, boyu posu da gücü kuvveti de yerinde kara gözlü kara kaşlı oğluna, şehre yakın kasabalardan birinden bulup dirseğine kadar şıngır şıngır burma bilezik takarak aldığı ikinci gelinin de bir gün, beş gün, on gün derken gerdek çarşafını kaynanasının önüne bir türlü atamadığı dedikodusunun mahalleye bomba gibi düştüğünde vazgeçebildiler.
Bense içine düşürdüğüm derin, dar ağızlı, çıkrığı kırık muamma kuyusundan yıllarca çekip çıkaramadım aklımı fikrimi. Genç bir kız olup da kanlı çarşafın ne manaya geldiğini idrak edene kadar “Acaba?” diye sordum hep kendi kendime. “Saadet abla gelin gittiğinde kız değil de neymiş?”
Bayram S. Taşkın
Comments