On… Dokuz… Sekiz. Git başımdan.
On… Dokuz… Sekiz. Belki daha hızlı saymalıyım. Sıfıra kadar saydığımda gitmiş ol.
On… Dokuz… Sekiz. Neden gitmedin? Öyle dediler, gitmen gerekirmiş. Bak sayılar yine hırpalıyor beni.
On, dokuz, sekiz, yedi. Dur, kaybolma, sıfıra kadar zaman var, gitme, biraz daha kal. Dün bulaşıkları yıkarken sesini hatırlamadığımı fark ettim. Dehşete kapıldım. Konuş benimle, sesini özledim. Ama en çok gamzeni. Sonra ıslık çalışlarını, apartmana girdiğinde merdivenlerden gelen ıslığını, çok içtiğin için son yıllarda belirginleşen göbeğini, özensizce kestirdiğin saçlarını, ağaran sakalını, kirli gözlüklerini, seviştiğimizdeki terinin kokusunu. Yüzündeki şu kırmızı lekeyi neden silmedin? Ne zaman bu kadar acımasız oldun sen?
On… Dokuz… Sekiz. Lütfen. Baş edemiyorum artık git. Buralarda kalma, daha fazla acı çekme. Sen sadece bir sanrısın, beynimin bana olan oyunusun, biliyorum. Öyle dediler. Şu karşımdaki sen, aslında sen değilmişsin. Sen gerçekte yoksun. Bir hayaletsin. Şu dökülen sayıları da sil. Bu da hayalmiş, bunları da ben uydurmuşum. Beni buna ikna ettiler. Yüzün kanıyor, kolların kopmuş, uyurken başımı yasladığım göğsünde açılmış yaralar, delik deşiksin, git dayanamıyorum. Bakamıyorum bu haline. Git. Delirtme beni. Bu sen değilsin, sadece hayaldesin. Artık biliyorum.
Oysa bak, dışarda koyu bir sıcak var. Ağaçlar güneşten kavruldu, yapraklar döküldü. Belki yağmur yağar, olmayan göz yaşlarım yağmura karışır, aklım yağmurla erir, sayılara teslim ederim kendimi, kurtulurum hayaletlerinden. Kes artık, dayanamıyorum. Git.
Ne vardı ki? Neden tartışmıştık biz o sabah? O lanet gün nasıl da sıradan başlamıştı. Yataktan kalkmadan önceki son kıpırdamalar, oynaşmalar. Kapıyı neden çarpıp çıkmıştım sanki? Tabi ya, annemlere gitmek istemediğin için korkaklıkla suçlamıştım seni. “Pasif agresif” demiştim sana, öyle değil mi? Canını yakmak için söylenmeyecek sözler sarf etmiştim. Çok mu dertti yani. Ama bazen öyle olur bilirsin. İnsan sırf öylesine boş boş konuşur. Sadece bir anlığına düşünmeden çıktı o sözler dilimden, sesimden.
Bu günlerde sigarayı çok abartmışım, azaltmamı söylüyorlar, yavaş yavaş öldürüyormuşum kendimi. İçmişim içmemişim, ne olmuş sanki. Hepimiz ölmeyecek miyiz? Umurumda mı sanıyorsun. Ama şu lanet sayılar, şu lanet sayılara dayanamıyorum, her yerdeler.
Seni daha dikkatli dinlemeliydim, o kömür kokulu akşamlarda, masada yemekteyken birkaç defa konuyu açmıştın oysa. Mahcubiyetin yüzünden okunuyordu, korkunu sezmeliydim. Konuyu bencilce bir duyarsızlıkla kapatmıştım. Elinde çatal, bir süre susup, öylece sitemle bakakalmıştın bana. Çok net hatırlıyorum. Halbuki ben fakültedeki bölüm başkanının beni nasıl azarladığını bir an önce, en ince ayrıntısına kadar anlatmak istiyordum, söylediklerini hiç önemsemedim. Savuşturdum. ‘Deşme o dosyayı’ diye seni uyarabilirdim. Sana zarar vereceklerini anlamalıydım. Ah, nasıl da sadece kendimle meşguldüm. Tez, okul, yayınlar, kafamda dönüp duran bambaşka konular, unuttuğun doğum günüm mesela, kaprislerim.
Gerçi, “bırak bu dosyayı” desem, yine de inat ederdin, o ayrı. Tehditlerden korksan bile, o yazıyı yine yazardın. Oysa aynı çirkinlikler kol geziyor buralarda, aynı lağım akıyor sokaklarda. Araştırman gazetede basılınca bir şey mi değişti sanıyorsun. Ölümün, daha ertesi gün unutulmuştu. Sadece dostların anıyor seni, akşam toplantılarda konuşuluyorsun, arada bir bahsin geçiyor, yıl dönümlerinde falan. Söylesene, neden bu kadar acımasız oldum ben?
O sabah evden öfkeyle çıkarken gözüm bir anlığına girişteki lacivert hırkana takılmıştı. Dirsekleri yıpranmış, ama rengi hâlâ canlı. Öyle mahcup duruyordu ki hırkan. Daha evden bile çıkmadan söylediklerim için pişman olmuştum. Keşke birlikte çıksaydık evden, bekleseydim seni, merdivenleri beraber inseydik, beraber yürüseydik, en azından dönüp sarılsaydım, öpseydim o güzel dudaklarını. Seni sevdiğimi fısıldasaydım kulağının ardındaki çukura, seni ürpertmek için üfleseydim. Halbuki o sabah söylenmemesi gereken cümlelerim havada asılı kaldı. O an öylece dondu.
Her yerde rakamları görüyorum, köşe başlarında, perdelerin arasında. On, Dokuz. Kaldırımların giderlerinde. Sekiz. Yedi. Dökülmüş yaprakların altında, kütüphanemizin raflarında. Ölüm gibi beni gözetliyorlar, hafif serpiştiren yağmur gibi arada üstüme dökülüyorlar. Altı. Beş. Her yerdeler, bak az ötede insanların arasında geziniyorlar. Dört. Üç. Kimi geri, kimi ileriye doğru akıyor. Bana seni unutturmamaya çalışıyorlar, mümkün mü sanki, kapıyı açtığında yüzünde gördüğüm heyecanı unutabilir miyim? Ben gelmeden hazırladığın kahveyi, kahvenin kokusunu, sonra fonda çalan müziği.
Doktor sabırlı olmamı söyledi, silinecekmiş tüm bunlar. Önce sayılar kaybolacakmış, ardından senin görüntün. ‘Her defasında yavaşça sıfıra kadar say’ dedi. Gözlerimi kapatıp, derin derin solurken yavaş yavaş sayacakmışım, sıfıra gelince açacakmışım ve yüzün kaybolacakmış. Yaralı yüzün, yerlere damlayan kanlar, parçalanmış bedenin, morgda bana gösterdikleri sen olmayan o sen. Aniden silinecekmişsiniz, bana öyle söyledi.
Zehirli meraklar zihnimi oyuyor. O sabah sokakta yürürken çöpün kıyısındaki kediler dikkatini çekti mi acaba? Tam kaldırımdan yola indiğin an, aklında ne vardı? Yataktaki tartışmamızı mı düşünüyordun? Arabanın kapısı tutukluk yaptı mı yine? Seni parçalara ayıracak olan o bombanın düzeneğini arabamıza biner binmez mi gördün? Yoksa kontağı çevirince mi sayılar geriye akmaya başladı? O küçük ekrandaki kırmızı rakamlar geriye doğru akarken saydın mı sayıları? Peki benim gibi mi saydın? Yavaş yavaş. On, dokuz, sekiz, yedi…Böyle miydi? Çok korktun mu? Sayılar giderek küçülürken, sana sadece birkaç saniyenin kaldığını fark ettin mi? Umarım fark etmedin. Sıfıra varınca kayboldu mu dünya? Ben sıfır deyince kayboluyor dünyam, sen kayboluyorsun, anılarımız kayboluyor, sevişmelerimiz, gülüşlerimiz, boynumu öpüşlerin, dokunuşlarımız, sarhoşluklarımız, içtiğin sigarayı elinden alışım, şarkılarımız, her şey, her şey bir bir kayboluyor. Oysa öyle özlüyorum ki. Adımı seslenmeni özlüyorum.
Her bir parçan sokağın bir yerlerine, kaldırım taşlarına, kenardaki ağaçlara, tabelalara, apartman duvarlarına sıçradı. O sokak sen oldun artık. Bin bir parçaya böldüler seni. Bin tane sen doğdun, yine de sesini unutmaktan korkuyorum. Bin bir tane sen, konuşun benimle. Adımı seslenin bana. Sesini duymak istiyorum. Bu bitmeyen düşüşten korkuyorum. Sonra geceleri, öylesine dokunuşların geliyor aklıma, sırtımdan başlayıp, ince belime doğru öpüşlerin. Bencillik mi bu? Ama düşünmeden edemiyorum. Tam bin bir elin var şimdi, olmayan bin bir elinle dokunuyorsun bana. En gizil yerlerimi biliyorsun. Tıpkı benim seni bildiğim gibi. Nereye gidiyorsun, daha ona kadar saymadım ki. Bekle. Dur gitme. Önce beni affettiğini söyle. Kaybedilen bir uzvun ağrısı gibi ağrıyorsun içimde.
Sayma zamanı geldi mi? Biraz daha beklesek. On, dokuz, sekiz, yedi. Yavaş say. Altı. Hemen gitme. Beş. Daha vakit var. Dört. Kanama artık. Üç. En azından sesini bırak bana. İki. Affet beni. Bir. Seni seviyorum. Sıfır. Yok musun? Yokum.
Belgin Usta Güç
Çok etkileyici ve duygusal.....
Çok güzel, her kelimeyi hissettim