Saat 2:00.
Gül sokağının cızırdayan lambası son demlerini sergiliyor. Hafif yağmurlu, yerler ıslak. Arnavut kaldırımları yaşlı ışık altında inci gibi parlıyor. Bekçinin kolalı, haki renkli ceketi sağ köşe boyunda izini kaybettirdi. Kaybolma ile Gümüş Apartmanı’nın yan, karanlık bölmesinden kaba ceketli, uzunca boylu bir adam çıkıyor. Etrafa kulak kesilmiş, sessizlikten emin olduktan sonra yavaş adımlarla kaldırım taşlarını aşındırmaya başladı. Binalardan anlarmışcasına ışıklar bir bir kapanmaya, perdeler köşeden aralanmış, gözler karanlık içinde merakla parlamaya başladı. Herkes o günün bu gün olduğunu anlamış gibi el birliğiyle dikkat kesilmişlerdi. Sokaktan geçen adamın varlığını anladıkları andan itibaren tüyler diken diken oldu, gözlerde korku ve merak karışımı bir duygu serkeşliği…
Adam neredeyse on senelik gibi görünen rengi solmuş kundurasıyla sokağı aşındırırken onu izleyen gözlerin farkında. Ceketi omuzlarına daha bir yerleştirip yavaş yavaş istikametine ilerliyor.
Aklında yol, gönlünde sızı ile…
Sokak köpekleri bu yağmurlu sonbahar gecesinde kendilerine mesken belledikleri binaların altına, kuytu girişlerine sığınmış; gizemli adam geçince kulaklarını dikip bu seyre dâhil oluyorlar. Gül sokağının en eski binalarından olan numara 4, adı sanı olmayan müstakil bahçeli bir ev. Sokak sakinleri bir gün olsun evin ne sürgüsünün çekildiğini ne zilinin çaldığını duydular. Artık bu çarkın kırıldığını hisseden ahâli, adamın 4 numaraya ilerlediğini gördükçe perde ardına gizlenmek yerine görünme pahasına kendilerini camdan sarkıttılar.
Kumaş pantolonun sağ cebinden ufak anahtarı eline aldığında Hayri Bey’in gözleri anahtara, zihni ise mâziye takıldı. Yağmur damlalarından birinin burnuna düşmesiyle kendine geldi ve anahtarı ilk günkü gibi yeni yuvaya yerleştirdi. Sanki bütün mahalle o açılma sesiyle inledi. Ama aslında inleyen mahalle değil; yüreğiydi. İnsanın yüreği, çevresinden gelen seslere daima açıktır ama yüreğimizdeki yangını, haykırışı çevremizin duyamaması ne acıdır.
Yirmi sene sonra bu eve, çocukluğunun mahremine gelmesi Hayri Bey için umulmadık bir şeydi. Bu evden lanetler okuyarak, ağzında kan, gözü mor çıkmıştı. Hayat, yeminleri bozacak kadar kısa ve değişken, bizi başladığımız noktaya getirecek kadar ise inatçıydı. Bu da Hayri Bey’in sınavıydı. Kapısından bir daha adım atmayacağı eve -daha doğrusu harabeye- elinde anahtarla girdi.
Bahçedeki otların eskiden renk renk oluşu gözünde canlandı, ne de güzeldi. Mutlu ve masum… Fakat çiçeklerin yerini yabani otlar almıştı çocukluğunun hesabını sormaya geldiği bu evde.
Bitmeyen kâbusların, halüsinasyonların son bulması için adım atmıştı numara kendini buraya. “Anne” kelimesinin yüreğine bir hançer gibi saplandığı yirmi yılının hesabını soracaktı. Fakat geriye ne anne kalmıştı ne o bahçesinde top oynadığı, erik ağacından erik toplarken kollarını dallarla sıyırdığı ev.
İki sene önce çocukluğunun tek masum varlığı arkadaşı Ahmet’in aramasıyla kendisine sevgi vermemiş, sadece doğurmakla yetinmiş olan kadının öldüğünü öğrenince kâbusları baş göstermişti Hayri’nin. Hesaplaşamadan, helalleşemeden fani dünyadan elini çekmiş olan kadının ruhu dolaşıyordu evin etrafında. Mahalleli de korku ve merak içindeydi. Kapısı dahi açılmayan bu hayalet evin bir ziyaretçisi olması günlerce konuşulacak bir olaydı.
***
Eski ahşap döşemeler kunduraları altında çatırdıyor, her an çökme noktasına geliyordu. Korkusuz Hayri bulduğu ilk yarım, kırık mumu cebinden çıkardığı çakmakla yaktı. Koltukların üstünde tozlanmasın diye birer çarşaf serilmiş, halılar toplanmış odanın bir köşesine konulmuştu. Mühim olan koltukların tozlanması değildi aslında, mühim olan anıların toz tutmamasıydı. Hayri için ise artık küflenmiş anılar. Cam kenarında duran koltuk eski günlerin simgesi halindeydi. Annesi her sabah orada oturur, el işi yapar, dışarıyı, bahçeyi izlerdi. Böyle huzurlu bir anda bakışları neden Hayri’ye döndüğünde sertleşiyor ve kaşlar çatılıyordu? Sevilmeyecek bir çocuk muydu? Evet, Hayri bunun hesabını görmeye gelmişti.
Evin sağ odası kendisi ve üç kardeşinindi. Yandaki küçük, tek yataklı ve pek güneş görmeyen oda ise annesinin. Hatırladığı gibi yatak topluydu, komodinin üstünde iki kitap, okuma lambası duruyordu. Yatağın köşesine oturdu. Ceketi tozlanacak diye pek umursamadı. Umursaması gereken daha önemli şeyler vardı keza. Komodinin ilk çekmecesi her zaman kilitliydi. Ahmet’ten edindiği küçük kilit ile çekmeceyi yavaşça araladı. İçinde kırmızı ciltli kalınca bir defter, yakın dereceli olduğunu tahmin ettiği gözlük -çünkü kendisi de yakın gözlüğü kullanıyordu- ve bir dolma kalem. Bu defterin ne olduğunu biliyordu. Bir gece rüyasında onu kovalayan canavarlardan korktuğu için altına kaçırmıştı. Korka korka annesinin yanına, odasına gittiğinde kadının yatağa oturmuş bu deftere bir şeyler yazdığını gördü. Aklında böyle kalmış olacak ki bunun bir günlükten başka bir şey olmadığına kanaat getirdi. Defterin ilk sayfasını ciğerden derin bir soluk alarak okumaya başladı.
Mum yarılandı.
Son damlaları tabağı doldurdu.
***
Geçmiş zamanın yaraları içinde gönlünün ferahladığını hissetti. Bu otuz yıllık hayatında hiç yaşamadığı bir his.
Annesinin çatık kaşları altında kaybetme korkusu olduğunu tahmin etmemişti. Aşkın iyileştirici gücü ile babasının -adını ilk defa duyuyordu- Arif Bey’in kanatları altına sığınan annesi başka kadın uğruna terk edilme darbesi yemişti. Evlatlarını da kaybetme korkusu ise başlarını okşamaktan, bir sevgi sözcüğü söylemekten kendini men etmişti.
Gözyaşlarının gururuna yenik düştüğü anlarda defteri ceketin iç cebine yerleştirdi. Öne doğru eğildi. Yaralı, kesikler içinde, nasırlı ellerini birbirine kenetledi.
Dudağı bükük, kapıyı vurup çıkan on yaşındaki Hayri oldu. Anne özlemiyle, şefkat özlemiyle yüreği taşan Hayri…
Hayallerinde başını okşayan annesine söylemek istediği tek söz,
“Seni affettim anne!’’
Berfin Aslı Özen
Comments