Betonu hiç sevmem. Seslenmez insana. Ahşabı severim, anlamışsındır. Ahşap, ah eder üstünde gezindikçe. Günaydın, bugün nasılsın, der. Üst katta da her yer ahşaptır. Bilmem sen sever misin?
Nasıl şirin bir kadın, Mualla Hanım. İyi ki senin yanındayım, dedirtecek cinsten bir rahatlık veriyor insana.
Oturduğum yerden onu dinliyorum, şiir gibi konuşuyor. Bazen heyecanlansa da genelde sakin. Hiç cevap almamasına rağmen devam ediyor. Eteklerinin uçlarını düzeltiyor arada. Bazen camdan dışarı bakıyor. Sessizliğe çok tahammülü yok. Beni çekingenliğimden susuyorum sanıyor. Tek başıma gelmemeliydim aslında. Keşke ablamı da yanımda getirseydim. Çağırsaydım gelir miydi? Çağıramazdım. Ona yük olmaktan utandığımı, yalnız kalmak istediğimi anlatamazdım. Kendime kızıyorum, halının desenlerini incelerken.
Mutfaktan sesleniyor, “Rahat ol kızım, çekinme. Evi gez dolaş istersen. Çayları doldurup geliyorum. Yaşlandıkça ağırlaştım biraz, sen bana bakma.”
Oturduğum koltuk öyle zarif ki, onu incitmeye korkarak kalkıyorum. Tarifi mümkün olmayan bir huzur var bu evde. Limonlu kekin, ahşabın, kitapların, kağıtların ve Mualla’nın parfümünün kokuları. Hepsi birleşmiş, el ele vermiş, sarılıyorlar insana. Bak, burada hayat var, birazdan göreceksin, diyorlar. Odalar hep o yaşların zevklerine göre döşenmiş. Evin en az otuz senesi var bu eşyalarla. Salonda televizyon yok. Sade, eski tip bir radyo. Üstünde beyaz danteller.
Pembe çiçekli, porselen fincanlar ve iki küçük tatlı tabağı ile geliyor Mualla Hanım. Tabağımı alıyorum tepsiden. İki dilim limonlu kek, hafif sarı, çoklukla beyaz. Yanında kırmızı çiçekli, üçgen katlanmış bir peçete. Mualla Hanım’ın çeyizinden belli ki, zarif bir çatal. Hak ediyor muyum ben bu nezaketi?
“Şimdi içinden diyorsun ki bu kadın bana burayı neden gezdirdi? Ben üst katta kalacağım, burayı görsem bana faydası ne? Öyle mi? Ne kadar gençsin! Yetmiş yaşındaki kadınla ne işim var mı diyorsun? Birbirimize komşu olacaksak, her gün yüz yüze bakacaksak oturup bir fincan çay içmeden mi olmalı?”
Sesi huzur veren bu kadına o an sarılmak istiyorum.
“Çok sessizsin, hiç konuşmuyorsun. Kim bilir, belki sen de birilerini bıraktın geldin buralara. Çaylarımızı içelim, sonra üst katı gezersin.”
Sen neleri bıraktın Mualla? Konsolun üstünde sıra sıra fotoğraflar var. Fotoğraflarda birçok insan. Onlar neredeler şimdi? Belli ki eşin ölmüş, torunlarının olduğu fotoğraflarda o yok. Çocukların nerede? Çok mu üzülüyorsun, her gün öpüyor musun fotoğraflarını? Sabah erkenden uyanıp çay suyunu ocağa koyduğun günlerde, ahşabın gıcırtısını duyup uykusundan uyanacak, gözlerini ovalayarak gelip günaydın diyecek gibi geliyor mu? Camı çerçeveyi indirmek istiyor musun, nerede bu insanlar diye ağlarken? Bunları söylemedim, söyleyemem de zaten. İçimden geçirdim sadece. İğneyi, oya işleyen annemin güzel yüzünden, hayalimden geçirerek bir bir batırdım kendime.
Güneşe direkt baksak rahatsız oluruz ama pencereden içeri süzülerek sarı çiçekler yağdırır üstümüze.
Çaydan küçük küçük yudumlar alıyorum, bitmesin diye. Bir gözüm Mualla Hanım’da bir gözüm girişteki yuvarlak masa ve karşısında duran bol çekmeceli dolapta.
“Şu yuvarlak masa evin en sevdiğim yeridir. İşte bu çekmeceler de benim hayatım. Neden, demişsindir içinden. Neden bu kadar çok çekmece? Cümleler var o çekmecelerde. Evimin sesleri azalıp gittiğinde onlar ses oldu bana.”
Nasıl olur? Acaba deli mi? Hayır, deli değil. Çok yumuşak bir yüzü var, anneanneme benziyor. Onunla son kez denize gittiğimiz günlerdeki haline. O an anlıyorum, Mualla’dan hiç korkmayacağım.
“Anlaşılan, sen de benim gibi dinlemeyi seviyorsun. Ben hem konuşmayı hem dinlemeyi çok severim. Bir de gezmeyi. Gezerken insanları izlerim. Dinlediklerimi not ederim. Aklım yerindedir. Kimseye zarar vermem. Kimsenin şahsi işine karışmam. Sadece izlerim ve yazarım. Bir cümlede ne çok şey gizlidir sen bilir misin? Bunu yalnız benim gibi insansız, ıssız kalanlar bilir. O çekmecelerde yazdıklarım var. Hiçbiri bir bütün değil, kitap değil. Birer cümlelik hikâyelerdir hepsi. Bazen oradan bir cümle seçer, cam kenarına oturup o güne giderim.”
Ah Mualla, beni hiç tanımıyorsun. İnsansız kalmayı bilmediğimi sanıyorsun. Üst katını kiralamaya gelen bir genç kadına kendini böyle açacak kadar ne yaptı hayat sana? Keşke yapabilsem, sana açabilsem kendimi.
Kalkıp bir kucak dolusu kâğıt getiriyor. Yüzünde hiçbir tereddüt yok. Ya ilgilenmezse bu kağıtlarla diye düşünmüyor.
“Bak. Cevdet Bey hastalandığında başladım yazmaya. Kanserden öldü, yedi yıl oldu gideli.”
Son cümleyi unutamamışken ben daha, kâğıtları uzatıyorsun. Dolmakalemle yazılmış, eğik el yazıları. Okumaya başlıyorum. Ayıp olmasın diye. Kağıtlar ellerimde uçuyor. Cümleler yankılanıyor. Sayfaları hızlı hızlı çeviriyorum. Kanserdenmiş. Her gün yazmış. Durmadan yazmış. Ölmüş. Hayır, demek istiyorum. Okumak istemiyorum. Cümleler akıyor, cümleler eriyor gözümün önünde. Ben gideyim. Vazgeçtim, istemiyorum. Neler demiş Cevdet Bey? “Beni güneşe çıkar.” Okuyamam. Yapamam. Ellerim titriyor. Annem gibi. Cümlelermiş. Yalnızlıkmış. Sessiz kalmış. Yalnız kalmış. “Evi satma sakın.” Yazmış, yazmış… Hepsini biriktirmiş. Keşke gelmeseydim. Yetmiş yaşındaymış. Annemin iki katına yakın yaşamış. Ağlamak istemiyorum. “Çiçekleri sula.” Başım dönüyor. Susmak istemiyorum, susmak istemiyorum. Ben gideyim. Yapamıyorum, yapmak istiyorum. Kanserdenmiş. Beceriksizim ben. “Bugün daha iyiyim.” Benim yüzümden ölmüştü. Okumamalıyım. Çok öpünce hasta olmuştu. Yorgun vücudu dayanamamıştı. Birçok şey geçiyor gözümün önünden. “Eve gitmek istiyorum.” Başımı tutamıyorum. Hastaneler, ilaçlar, serumlar. Doktor önlükleri. Dökülen saçlar. Saçları saklamak. Ben gideyim. Saçları koklamak. Kusmalar, öğürmeler. İğne batıracak yeri kalmayan kollar. Annemin inlemeleri. Batan çarşaflar, çiş kokuları. “Su içmeyi özledim.” Krizler, sinir krizleri. Cümlelermiş. Can çekişi, son nefesi. “Hoş geldin ölüm.” Ona kurtuluş. Bana kuyular. Ablam. Ablamın sarılışı. Sarılıp ağlayışı. Ağladığını saklayışı. Sesimi unutmam. Sessiz kalmış. Konuşmayı unutmam. Ablamın çığlıkları. Ablamın bana anne oluşları. Kimsesi yokmuş. Anneannem. Anneannemin gidişi. Kendini suya bırakışı. Yalnızlık. Karanlık…
Gözlerimi açmaya çabalarken içeri giren ilk görüntüde o var. Önce idrak edemiyorum, kiminleyim, burası neresi? Saatlerce uyumuş gibiyim. Doktor herhalde, bir adamı uğurluyor Mualla Hanım. “N’oldu kızım sana? Ah, nasıl korktum, nasıl! İyi misin? Su ister misin, su getireyim sana.”
Suyu almak için uzattığı elini tutuyor, gözlerimi gözlerinden ayırmadan, işaret diliyle konuşmaya başlıyorum. Şaşırıyor, dilsiz olduğumu anlayamamış olması tuhaf geliyor. Beni hiç beklemedi ki anlatırken. Komşu olabilirsek, diyorum içimden, o zaman ben de anlatırım ona her şeyi.
Hem üzülüyor hem heyecanlanıyor. Telaşlanıyor. Gözleri doluyor Mualla’nın. “Ahhh!” diyor şaşkınlığından utanarak. “Üst katı gezelim mi kızım?” Kalbim sesli açılan bir çiçek, gülümsüyorum.
Betül Deveci
Comments