“Durmadan düşünüyorum. Ne çok öldük yaşamak için.”
Onat Kutlar
Oldukça vasat bir hayat yaşadım kırkıma kadar. Kesik yol çizgileri gibiydi biraz. Birbiri ardınca ve gayet nizami. Kesik ve silik. Yol yapım çalışmalarında tazelenen. Şimdiye dek yaşadıklarım ne muazzamdı ne de leş. Çizgiler silinmediyse birleşmedi de. Düzenli, işlevsel, süreğen bir hayat. Buradan bakılınca hiç de fena değil. Vasat işte. Öldürmeyen güldürmeyen cinsten. Sakin bir ritim benzetmesi de yapabilirim kırk yaşıma kadar olup bitenler için. Ama sanırım bu kadarı yeterli.
Kâğıda basılan fotoğrafların, gazete alınan evlerin, piknik tüpü üstünde çay demleyenlerin, pilili okul etekleri giyen kızların ve lacivert kravat takan oğlanların çağında geçti ergenliğim. Birazı gecekondu samimiyetine sığınan, birazı apartman kasvetine boğulan ilk gençlik. Bozulmayı başaramazdı günlüklerle rehabilite olan psikolojimiz. Defter aralarında saklanan tek dal sigaralar suçumuz, arka mahallede elimizden tutan oğlanlar günahımızdı. O kadar. Dikmen yokuşlarında uçurtma uçurduk, Kuğulu’da marka blucinlerle saatlerce oturmayı bir şey sandık. Sanmaların çağı değil miydi zaten o yaşlar. Biz yaşamayı yaz sıcağıyla eriyen asfaltta lastik sandaletlerle Atatürk Bulvarı’ndan Tunalı’ya yürüyerek geçecek bir şey sandık.
Buraya kadarki kısımdan bir küçürek öykü bile çıkmaz. Herhangi bir ailede ortalama bir genç kız işte. Ne güzel ne çirkin. Ne akıllı ne salak. Ne hoppa ne hanım. Ortalama.
Bu vasat yaşam çizgisinden bir diplomat olmaz elbet. Olmadı. Düzenli memur maaşıyla ne uzayıp ne kısalan bir rutinin içinden çıkan birinin büyük bir şirkette yönetici olması da zordur. Öğretmen olur ama. Vasatı korumak adına ideal meslektir öğretmenlik. Bu sayede aylık gelirim belli, makul bir semtte yaşıyorum. Yüzümden eksilmeyen sahte nezaketimle selamlıyorum müdürümü. Zümrelerimin dedikodu çukuruna düşmemin -onlar açısından- çok geçerli bir sebebi var. Çünkü ben kırk yaşına gelmiş bekar bir kadınım. Ne söylencelerin malzemesiyim bir bilseniz. Eskiden sağdan soldan duyar oturur ağlardım. Şimdi oturmadan ağlıyorum. Samimiyetinize güvenerek yaptım bu iğrenç şakayı. Ağlamıyorum. Çoktandır yeni dedikodu da üretmez oldular. Belki bu yüzden de ağlamıyorum eskisi kadar. Neler söylemediler neler. Zamanında çok görücü geliyormuş, kimseleri beğenmemişim, bak işte böyle ortalarda kalmışmışım. Sanki her geleni beğenmek zorundayız ya. Adamın biriyle nişanlanmışım, aldatılınca tayin isteyip gelmişim. Ne yapacaktım tayin istemeyip. Aslında erkeklere ilgi duymuyormuşum, ondan evlenmemişim. Böyle bir tercihim olmadı ki. Orda burada birileriyle düşüp kalkmışım. Fena sallıyorlar. O hayattan da usanmışım. Kaç defa kürtaj olmuşum. Yok öyle bir şey. Hatta rahmim alınmış. Artık doğuramazmışım. Oha yani. Lanetliymişim, yolum bozukmuş, psikolojim harap, tüm maaşımı terapistlere döküyormuşum. Beni siz delirttiniz. Anam babam beni reddetmiş. Miş de miş.
Öğretmenler odasına pek uğramam. Dersler dışında okulda kalmam gerekiyorsa kütüphanede olurum. Teneffüsü dışarıda sigara içen öğretmenlerle geçiririm. Filmlerden, kitaplardan konuşur onlar. Az dahlim olur, çok dinlerim. Fakültede sigara içenlere farklı bir eğitim mi verilir, diye düşünürüm her defasında. Bahçe nöbetçisinin düdüğü ve müdür yardımcısının seslenişi sadece öğrenciye değil. Nikotin kokularıyla usulca okul kapısına yönelir sigaracı öğretmenler. Müdür yardımcısının bakışları gelip bende durur.
“Merhaba Melda Hocam.”
“Merhaba Hasan Bey.”
Gözlerimin içine baka baka söylüyor. Ciddi ses tonunun altında deli dehşet bir davet var. Evli olması buna engel değil. Çünkü yaşı geçmiş bekar bir kadına isteyen her erkek kişi ilgi duyabilir. Bunda ahlaka mugayir bir durum yoktur. Yazılmamış kurallardandır. Herkes bilir. Kabul edilmemeleri de ayrıca hırslarını kamçılar. Hatta daha ileri giderek reddini kabul edemedikleri kadınla hiç olmayan o akşam yemeğini sağda solda anlatırlar. O kadın çoktan onun olmuştur ve fakat elbette bu durum küçük okul toplumundan saklanmaktadır. Kimse de gidip bunu kadına sorma cesareti gösteremediğinden erkek kişisi o sarsak yalan sayesinde kabaran egosuyla ortalarda belgesellere konu olan aslanlar gibi gezmektedir. Kadının bunu öğrenmesi ise bir dedikoducunun gelip “Ben duyunca inanmadım ama Meldacım bilesin hakkında bunlar söyleniyor. Ay yok mümkün değil, dedimdi amma millet diline pelesenk etmiş kuzum,” demesiyle konuya vakıf olursunuz. Bu aşamada ya gözü karartıp muhatabınızı attığı iftiradan dolayı rezil edersiniz ki bu rezillik için mutlaka muhatabınızın yanında birilerinin olması şarttır. Orada olanlar birkaç saat içinde dalga dalga yayılır. Vatsap grupları konuyu irdelemeye başlar ve bir nebze olsun düze çıkarsınız. Yahut tüm dedikoduları sineye çeker, susar, Allah’ından bulsun düsturuyla işinize bakarsınız.
“İyi günler Hasan Bey”
Umurumda değilsiniz Hasan Bey. Canınız cehenneme Hasan Bey. Ders saatlerimi ezbere bilip her geliş gidişlerimde beni tek kişilik ordunuzla selamlamasanız Hasan Bey. Randevuma gecikiyorum. Evet rujumu da tazeledim, bundan size ne Hasan Bey.
Öğretmensen ideal eş adayısın. Elinden tuttuğunu getirir cümle mahalle eşrafı. Bu da yetmez matematikçinin yeğeni, komşunun Almanya’daki oğlu, bakkalın önerdiği tüpçü bile uygundur ve her reddinde burnu havada yaftasını yersin. Hatta kahinlikleri tutar, evde kalacağını yemin billah ederek sağda solda tükürüklerini saça saça söylerler. Sırf bu dertten kurtulmak için kabul ettiğim her görüşmede, tanıdığım her adamda biraz daha gömüldüm içime. Sustukça sustum. Edecek sözüm, güvenecek özüm kalmadı. Kesik çizgiler silikleştikçe ben yolumu buldum. Yalın ayak yürümek, sessiz sedasız konuşmak ihya etti beni. Tesadüfen bir mektup arkadaşım oldu. Yetinseydi sonsuza dek böyle sürerdi. Sürmedi. Ve bugün muhtemeldir ki kahveler içilecek, herkes köyüne dönecek.
Biraz geciktiğimin farkındayım. Erkenden gidip beklemeyi hiç sevmem. Çok bekletildiğimden olabilir. Bir zaman sonra edindiğim pis bir huy bu. Engel olamadığım. Kızılay’a inip bulvar boyunca yürüyorum. Evi okula yakın olan öğretmenlerin zihnini boşaltmadan evlerine girdiklerini düşününce içim daralıyor. Ne diye düşünüyorsam bunu. Eve gitmiyorum ki.
Çantamdaki mektubu avuçluyor ellerim. Bir yıldır ertelediğim buluşma bugün olacak ve ben hâlâ kararsızım. Bir ayağımın geriye gittiğini kendime bile itiraf edemiyorum. Kulaklığımdaki müzikle coşkumu artırmak isteyip güzel bir yaz şarkısı açıyorum. Bu defa da kalbimin ritmi müzikle eş zamanlı artıyor. Can sıkıcı. Vasat bir kırk yıl sonunda bu kararsızlık hiç de temayla uygun değil. Ancak zenginler kararsızdır kızım, sen neyin artistliğindesin. Onca mektup onca bekleyiş. Evet fiziken tanımıyorum İhsan’ı ama ruhunu tanıdığımı sanıyorum. İnsan yazarken yalan söyleyemez değil mi? Söyleyemez. İlle de söylüyorsa en çok inandığı yalanları söyler. İnanmak istediği, gerçek olmasını umduğu yalanları. Yahu neyse ne, gidiyorum işte. Bir kahveden kimseye zarar gelmez. Kahveler içilecek ve belki en iyi ihtimalle mektup günlerine dönülecek.
Dönsem mi diyorum. Oturup bir mektup yazsam. Kusura bakma desem. Belki başka zaman. Yok öyle olmaz. Yahu neyse kızım yürü. Kesik çizgileri takip et. Nizami adımlarla nezaketini bozmadan, tüm inançsızlığın ve sahte gülümsemenle otur o sandalyeye.
Amberli parfümümü kimseye aldırış etmeden sıkıyorum. Bir öğrenci grubunun içinden geçiyorum.
“Vay ablaya bak. Koku da güzelmiş ha!”
Densizler sizi. Gömleğimin yakasını şöyle bir toparlıyorum, kalçamın yukarı çektiği eteğimi aşağı çekiştiriyorum. Kalbimin ritmi yavaşlamıyor ama kulağımda çalan müzik amberle karışık bir bahar esintisi oluyor içimde. Huzursuz anlarımı bile tatlı yaşamayı öğrendim. Yanımdan geçen bastonlu kadına gülümsüyorum. Nude stilettolarımla attığım heyecanlı adımlar bastonun yanından geçerken utanıyor. Yaşlı kadının amber kokusuna karışan iç çekişini hayal ediyorum. Yerimde olmayı ne çok isterdi. Bunu biliyorum.
Saçları kınalı çiçekçi kadının yazmasında gül desenleri var. Önünden geçerken gözüm bir demet lilyuma takılıyor. Erkek olsaydım bunu alırdım diye düşünüp kıkırdıyorum. Kız sen çok fenasın. Kulaklıklar sayesinde artık kendi kendime konuşabilmenin mutluluğunu yaşıyorum. Bir tane bile satamamış, öyle söylüyor yanından geçen delikanlıya. Ah be çiçekçi abla, o yeniyetmede sevdiceğine çiçek alacak göz var mı? Buncadır satıyorsun madem azıcık potansiyel müşterini tanı be kadın.
Az ilerde sarılan çifte bakıp umarım seviyorsunuzdur diyorum. Bu defa içimden. İnsanların sevmeden de sarılabildikleri çağa denk geldi orta yaşım. Uyum sağlamakta zorlanıyorum. Birinin bana öyle sarılmasından örümceklerden korktuğum kadar korkuyorum.
Pastanenin önüne yaklaşınca derin bir nefes alıp usulca bırakıyorum. İşe yarıyor. Neden geciktiğime dair bir küçük yalan kuruveriyorum tez elden. Daha önce düşünmediğim için kızıyorum kendime. Mesanemi zorlayan çişimin nereden geldiğini düşünüyorum. Çay kahve bile içmedim. Heyecandan olsa gerek. Hayır canım heyecanlı değilim ki. Motivasyonsuz ve inançsızım. Sandalyeye yerleşmeden tuvalete gitmeliyim.
Cam kenarındaki adam olmalı. Ağır hareketlerle ilerliyorum. Tedirgin oluşumu nasıl gizleyeceğim hakkında hiçbir fikrim yok.
“İhsan?”
“Evet.”
“Kusura bakma geciktim biraz. Trafik malum.”
“Sorun değil. Gelip geçenleri izledim.”
Elleri dışarıda akan insan yığınını gösteriyor. Gözleri bende. El sıkışıyoruz. Az önce yüzüme zoraki yerleştirdiğim tebessüm tatlı bir gerçeklikle yer değiştiriyor. İlk yedi saniye çoktan geçiyor. Sen, diyorum istemsizce. “Bekletmek hiç huyum değildir,” diyorum bir de utanmadan, özür diliyorum. Özür dilemek çoktan terk ettiğim bir huyumdu. Neler oluyor? Çocukluğumun oyun çığlıkları yükseliyor bu adamın gözünden. Tebeşir tozu, yutulamayan iğde, incir kuşları, sokaktan minik bedenlerimize sinen akşam yorgunlukları, televizyon antenleri, beslenme çantasındaki patates kızartması, bayram şekerlerinin jelatin ışıltısı, sobanın üstüne konulan portakal kabuğu kokusu, somya kırlenti hepsi. Hepsi konuşulur bu adamla. Mektuplardaki İhsan’ın gözleri yoktu. Sesi de. Elleri vardı bir tek. Kalem tutan. O mektupları yazan adamın böyle bakabileceğini asla tahmin edemezdim. Konuşurken ellerime, susunca gözlerime, yana dönünce boynumdaki bene, ara sıra saçlarıma, alnıma, kulağımdaki küpeye dikkat kesiliyor. Elleri titreyerek bir sigara yakıyor. Ambere karışıyor tütün kokusu. Nefesim kesiliyor. Sigara, diyor.
“Bıraktım. En güzeli hiç başlamamak…” diyorum. Küllüğün etrafına yayılan kırpık kağıtları topluyor aceleyle. Mesanemin patlamak üzere olduğunu fark edip kıpırdanıyorum. Sanki daha çok onun çişi var gibi.
“Müsaadenizle lavaboya gitmem lazım. Garson gelirse bana bir profiterol söyler misiniz?”
Ay adama sipariş veriyorum bir de. Ne bu rahatlık. Bir senli bir sizli konuşmak da nesi. Yaramaz bir çocuğa kıyımsız annenin kızması gibi kızıyorum kendime. Arkamı dönünce şapşal bir sırıtış gelip oturuyor yüzüme.
Her hareketimi gözlerini kaçırmadan izliyor. Yürürken ensemde hissediyorum bakışlarını. Tökezlemeden yürümeye çalışıyorum. Bir an evvel masaya dönüp deli gibi konuşmak istiyorum. Tombala oynadığımız yılbaşı akşamlarını, ilk aşkı, en sevdiğimiz şairi, dizleri parçalanmış çocukluğumuzu, sokaktaki kınalı saçlı çiçekçi kadını, dedikoducu teyzeleri, zamları, bozuk kaldırımları, sevmeden sarılabilenleri, hepsini konuşmak istiyorum. Dinlesin beni.
Sonra sokakta sarılan çift sevsin birbirini, bastonlu teyze evine varsın sağ salim, eşi evde olsun, çiçekçi kadın hepsini satsın çiçeklerinin, Hasan Bey sevmediği eşinden ayrılsın, yolların silinen çizgileri tazelensin. Tüm şehir vasat üstü bir mutluluğa uyansın yarın sabah.
Beyhan Keçeli
Коментарі