“Çocuklar dünyayı alacak elimizden
Ölümsüz ağaçlar dikecekler”
Nazım Hikmet Ran
“Dur, hemen dur dedim sana!”
Sarı saçlı, yeşil bereli çocuk… Gözleri çivit mavisi… Aylardan aralık ortası… Yaşamının kıyısında, dikenli teller arasındaki keskin çizgide ölüme yürüyor. Yedi yaşında henüz. Gözlerinin mavisi kâh donuyor, kâh hırçın bir eda ile alevleniyor. Üzerindeki eski yağmurluk parçalanmış. Her şeye rağmen onurlu bir gülümseyişle bakıyor karşıdaki düşmana. Yedi yaşın beklenmeyen gururunu taşıyor minik omuzlarında. Gülümsemeye devam ediyor sarı saçlı çocuk. Sararmış dişlerinin arasından dudağının kıpırtısı beliriyor durmadan.
“Sen, çocuk, ne gülüyorsun!”
“Gülüyorum; çünkü annemin yanına gideceğim birazdan.”
“Annen nerede senin?”
“Cennette.”
Kırmızı üniformalı, ellerinde siyah eldivenleri olan asker şaşırıyor. Dili, damağı kuruyor ansızın. Yutkunmaya çalışıyor bir süre. Etraftaki sis ve buz, ciğerlerini parçalayıp geçiyor. Çocuktan alamıyor gözlerini siyah eldivenli asker. İçinde dağı, taşı delen bir şeyler var sanki. Kirpiklerinin ucuna hücum ediyor denizler, yorgun gönlünü fethediyor. İçinden bir şeyler mırıldanıyor.
“Fakat o daha bir çocuk… Suçu, günahı yok!”
“Ne bekliyorsun siyah eldiven? Haydi, vursana beni!”
Siyah eldivenli askerin eli, silahına gitmiyor bir türlü. Milyonlarca kez lanet okuyor kalbinin en köşesinden.
“Tanrım! O, küçük bir çocuk… Sadece bir çocuk! Yapamam!”
Siyah eldivenli asker ve sarışın çocuk, dünya durmuşçasına bakışıyorlar bir süre. Siyah eldivenli adam, garip bir ses duyuyor çok uzaklardan.
“Matruşka, Matruşka!”
Tüm bedeni tir tir titriyor o an. Gökyüzüne çeviriyor başını. Çıldırmış gibi, bir sağa bir sola bakınıyor. Dizlerinin üzerine çöküyor usul usul… Ellerini yüzüne kapayarak, haykırıyor.
“Ah, Matruşka! Canım kardeşim!”
Siyah eldivenli askerlerin komutanının sesi yankılandı o vakit.
“Boris, ne yapıyorsun? Vur onu!”
Boris, olduğu yerde donakaldı. Ayaklarının bağı çözüldü.
“Yapamam Mladiç!”
Mladiç, Boris’in sırtına namlusunu dayadı.
“Ya sen ya çocuk! Karar ver!”
Boris, sarışın çocuğa döndü yüzünü tekrar. Siyah eldivenlerini, parmaklarından çıkardı. Uzun ve kirli tırnaklarıyla parmaklarını kazımaya başladı. Çıldırmış gibi bağırdı.
“Ben, ben bir hiçim! Ben bir pisliğim! O da öldü anladın mı? Benim Matruşkam! Vurdular onu! Son bir çift pembe terliği kaldı geriye. Yıllar var ki saklarım. Başucumdan ayırmam o pembe terlikleri. Şimdi sen de onun gibi… Yapamam Mladiç, bunu isteme benden!”
Mladiç, Boris’in şakağına tetiği dayadı.
“Geber Boris!”
Boris, gözlerini kapadı. Rüzgâr, aniden şiddetli bir şekilde esmeye başladı. Rüzgâr Boris’in kulaklarından doluyor, gırtlağını kesiyordu adeta. Boris, küçükken annesinin öğrettiği duayı okumaya başladı. Dudakları hafiften kıpırdıyordu. Mladiç, Boris’in elini sertçe çekti. Silahı eline tutuşturdu ve tetiğe bastı. Havada dağılan ses, dünyaya simsiyah yağdı…
Boris, gözlerini şimşek hızıyla açtı. Nefesi kesildi. Soluk alıp verişleri yavaşladı. Yumruklarını sıktı. Çocuk, kanlar içinde boylu boyunca yere uzanmıştı. Kıpkırmızı kesilmişti. Çocukluğu geldi aklına. Türk olan annesinin ona hep söylediği şarkıyı anımsadı.
“Beni burada arama, arama anne
Kapıda adımı, adımı sorma
Saçlarına yıldız düşmüş, koparma anne ağlama…
Saçlarına yıldız düşmüş, koparma anne ağlama…”
Boris, kapaklandığı toprağa iyice eğildi. Çocuğun kanlı toprağını bütün vücuduna sürmeye başladı. Gözlerinde yaşlarla aynı şarkıyı söylemeye devam etti.
“Hainsin Mladiç, hainsin!
Aradan haftalar geçti. Siyah eldivenliler arasında Boris’in delirdiği haberi hızla yayıldı. Boris’i tahtakurularıyla dolu, içinde farelerin cirit attığı pis bir odaya kilitlediler. Ayaklarını demir bir ranzaya bağladılar. Boris, yediği her şeyi öğürdü. Sarışın çocuğu gördü rüyalarında. Onu kurtarmaya çalışırken, çocuk elleri arasında can verdi. İçindeki vicdan azabını, duyduğu utancı, hiçbir şey engelleyemedi. Renkler uçuştu, her sabah demir parmaklıklar ardında. Siyahın bütün tonlarını öğrendi. Örselenmiş vicdanında, çöp parçaları biriktirdi. Ateşe verdi kalbini. Çöllerde sürükledi. Bazı Siyah eldivenliler Boris’in önüne yenmiş kemikleri attılar. Aylar geçti ve Boris’in ölüm fermanı verildi.
“Boris Yameki, bu gece yarısı gebertilecek!”
Siyah eldivenliler odaya girip alay etmeye devam ettiler.
“Deli Boris, kavuşacaksın çocuğuna, iyi insan. Aha hah!”
“Hey Boris, cenazen neyli olsun? Hangi köpeğimize atalım?”
Duvar dibine yaslandı Boris. Gözlerinden birkaç damla yaş süzüldü. Bulunduğu odaya gelip birkaç gün önce bir kadına gizlice aşk ilan eden bir askerin unuttuğu silahını ele geçirmişti Bu silahı alnına dayadı ve yaşadığı tüm zulümden kurtulmayı düşledi.
“Affet beni miniğim!”
Boris, tetiği çekmeden bir, iki saniye önce en yakın arkadaşı Matruşof odaya koştu. Silahı aldı elinden.
“Ne yapıyorsun kardeşim, ah ne yapıyorsun!”
“Bırak beni Matruşof, yalvarırım bırak!”
Matruşof Boris’in ayaklarındaki zinciri söktü. Eliyle “Sus!” işareti yaptı.
“Boris, beni dinle! Şimdi seni buradan götüreceğim. İçeriden birkaç kişiyle birlikte planladık. Sana mor formalı bir asker elbisesi bulduk. Kıyafeti giy ve mor maskeni tak. Cebinde Cemal Deniz adına bir pasaport var. Türkiye topraklarında teyzen ve dayın seni bekliyor olacaklar. Kapıdan dışarı çıkınca beyaz renkli FF plakalı araca bin. Beyaz araç seni Nevm kentine götürecek. Buradan gemiyle İstanbul’a geçeceksin. Hiçbir şey sorma, vaktimiz yok!”
Boris, en yüksek rütbe olan mor elbiseyi giydi. Mor maskeyi de yüzüne geçirdi. Bu şartlarda tanınması imkânsızdı. Bekçilerin olduğu kapıya geldiğinde adeta ecel terleri dökerek geçti. Son kapıya geldiğinde hem korku hem de heyecan içerisindeydi. Her şey bir anda olup bitti. Kendisini dışarıda bekleyen beyaz renkli, FF plakalı araca bindi. FF plakalı araçtaki yaşlı adam hiçbir şey konuşmadı. Onu Nevm kentine götürdü. Pasaportunu ve gemi biletini vererek ayrıldı. O artık Cemal Denizdi.
Boris gemiye bindiğinde önce korkuyla karışık bir sevinç hissetti. Korkusu onu bulmaları ve aynı işkenceleri yapmalarıydı. İçi içini yiyordu. Kalbi bir kuş gibi çarpıyordu. Gemi limandan ayrıldığında tüm geçmişini geride bırakmıştı. Kirli kıyafetleri, uzamış saçı ve sakalları, diğer insanların ona nasıl baktığı umurunda değildi. Artık kurtulmuştu ve en önemlisi özgürdü.
Gemiden indiğinde önce şaşkın şaşkın etrafına bakındı. Onu orta yaşlı, içinin nedense bir anda ısındığı bir kadın yine orta yaşlı, beyaz gömlek giymiş bir adam karşıladı. Ellerinde Cemal Deniz yazılı bir pankart vardı. Usulca yanlarına gitti. Adam ve kadının gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Önce kadın seslendi.
“Ah, Deniz’im! Deniz’im! Bu sen misin gerçekten? Hoş geldin yavrum.”
Kadın Boris’e sımsıkı sarıldı. Boris bu sarılışta on yaşından sonra hiç görmediği annesinin kokusunu duyumsar gibi oldu. Hüngür hüngür ağlamaya başladı. O denli ağlıyordu ki ayakta durmakta zorlanıyordu. Kadına cevap verdi.
“Mamika, Canım Mamikam!”
Orta yaşlı adam da Boris’e sımsıkı sarıldı.
“Deniz’im yavrum, ne olmuş sana böyle? Canım, canım…”
Birlikte dayısı Gökhan’ın arabasına bindiler. Eve vardıklarında Boris önce yıkandı. Sonra aylardır aç olan karnını doyurdu. Teyzesi Güler, göz işaretiyle tahta kapılı bir odayı gösterdi. Boris, burasının annesinin odası olduğunu anladı. Kapıyı açtığında, burnuna çocukluğunun kokusu doldu. Duvarda annesinin fotoğrafı asılıydı.
“Ne kadar da güzel…”
Yatağa uzandı. Tatlı ve huzurlu bir uykuya daldı. Uyandığında teyzesi Güler odaya geldi. Mamika’sının hiç bilmediği hikâyesini anlattı.
“Annen ve baban İstanbul’da tanıştılar. Baban Türk değildi. Birbirlerini ölesiye seviyorlardı. Deden, baban Türk olmadığı için başından beri bu ilişkiye karşıydı. Fakat ortada onun hiç hoşuna gitmeyecek bir durum vardı. Annen, sana hamile kalmıştı. Deden, anneni evlatlıktan reddetti. Anneni affetmesinin tek koşuluysa seni babana vermekti. Annen, sen on yaşına gelene kadar sana gözü baktı. On yaşına geldiğinde seni babana teslim etti. Ve baban seni alıp gitti. Annen seni görememenin acısına, içindeki vicdan azabına ve duyduğu utanca daha fazla dayanamadı. Sebebi bilinmeyen bir hastalığa yakalanarak vefat etti. Mekânı cennet olsun. Biricik kardeşim. Deniz ismini çok severdi. Senin ismini de Deniz koymuştu.
Sahi, onun adını biliyor musun?”
“Evet. Mavi biliyorum ben.”
Teyzesi Boris’e bir kez daha sarıldı. Ona aile fotoğraflarını gösterdi. Annesi ne kadar da güzeldi. Peki ya babası? Asker olan babasını biraz katı bulurdu. Yumuşak yüreğini annesinden, bazen önüne geçemediği öfkesini de babasından almış olmalıydı. Boris, fotoğrafların bazılarında karşısına çıkan sarı saçlı bir çocuğu gösterdi.
“Bu, kim?”
“Ah o mu, o çocuğun ne bahtsız bir ömrü var bir bilsen! Anne yok, baba yok. Bizim komşunun oğlu o. Bir akrabasının yanında kalıyor. Fakat akrabası çocuğa çok kötü davranıyor diyorlar.”
“Ben onu görmek isterim.”
“Tabii ki evladım. O da çok sevinir.”
“Adı ne?”
“Adı, Umut.”
Bu konuşmanın üzerinden geçen birkaç yıldan sonra Umut, Boris’i babası bildi. Boris, Umut’a hayat oldu. Ne zaman içindeki büyük utancı ve acıyı hatırlasa Umut’un gözlerindeki ışık ona yoldaş oldu.
2003 yılının bir bahar günü Boris Umutla birlikte bahçedeki ağaçları sularken şu söz döküldü Umut’un dilinden.
“Baba, bu su yeterli mi?”
Binnaz Deniz Yıldız
Comments