“Sıradan insanların basit mutlulukları vardır, bir küçük pencereleri, saksıları...”
“Karakterlerin duygusunu sesiyle yansıtmak, sesinin gücünü sanata dönüştürmek isteyenler…” diye yazıyordu. Tam dört dakika kırk iki saniyedir karşısındaki ilana bakıyordu. Sesini, sanata dönüştürmeyi çocukluğundan beri hayal eden, konuşmaktan nefret eden, mecbur kalmadıkça insanlarla iletişime geçmeyen bu adam, dört dakika kırk iki saniyedir duvara bakıyordu. “Seslendirme ve dublaj eğitimi kurs başvurularımız...” Sesi olsa belki bu konuda yeteneği de olurdu. Hem sesi hem yeteneği olmayan bir adam neden dört dakika kırk iki saniyedir bu ilana bakardı ki? Nasıl dört dakika kırk iki saniye olur? Elindeki telefonu yere düşürüp aldıktan sonra hâlâ ilana bakmaya devam etti adam. Sonra duvardaki ilanın fotoğrafını çekti. Ardından elleri ceplerinde düşünceli adımlarla evinin yolunu tuttu.
Adam o kadar dalgındı ki tam köşeyi dönerken bir kıza çarptı. Kızın elindeki kitaplar yere savruldu. Hemen kızla aynı anda yere eğildi. Kitapları toplayıp kızın eline vermeye çalışırken kıza bir Cüneyt Arkın bakışı fırlattı. Şöyle yandan yandan gülümsedi, dudağını sağa eğerek Abdurrahman Palay sesiyle, “N’ayır, n’olamaz, naffedin beni güzel bayan.” dedi ve göz kapaklarını tebessümüne güç verircesine açtı kapattı birkaç kez. Kitapları Türkan Şoray kirpikli, koca koca gözleriyle baygın baygın bakan Adalet Cimcoz sesli kadın alırken, “Esas siz affedin beni beyefendi.” dedi. Bu cümleyi sarf ederken de “s” ile “ş” arası harfler havada yankılandı. Tam o esnada Abdurrahman Palay sesli, Cüneyt Arkın bakışlı adamın parmakları, Adalet Cimcöz sesli, Türkan Şoray kirpikli, koca koca gözlü baygın baygın bakan kadının parmaklarına değdi. Bir yerlerde “Sevemedim kara gözlüm seni doyunca” çaldı. Aslında tam olarak böyle olmadı. Bu yaşanan sahne, sesini arayan bir adamın köşeyi döndüğünde otuzunu geçmiş paspal giyimli bir kadına çarpıp kitaplarını düşürdüğünde zihninden geçenlerdi. Eski bir Türk filminde dublajcıların buluşması… Otuz yaşını aşmış paspal giyimli kadın, sesini arayan adamla çarpışıp kitaplarını yere düşürünce, “Önüne baksana, kör müsün be adam?” dedi. Sesini arayan adam, ona mahcup bir biçimde bakıp hiçbir şey söyleyemeden koşar adım evinin yolunu tuttu.
Modern binalardan uzaklaşıp eski bir sokağa doğru yol aldı. Yol aldıkça şehirden uzaklaştı sanki. Yıllardır boya görmemiş, rengi boz, üç katlı eski bir apartmanın önüne geldi. Elinde anahtar hazırdı, ev sahibine yakalanmadan dairesine çıkmayı hedefliyordu. Kirayı geciktirmişti. Tam giriş katındaki merdivenin ikinci basamağına adım atmıştı ki Ali Şen kılıklı Rıza Tüzen sesli ev sahibi yakaladı onu. İç Anadolu ağzıyla, “Nörüyon delikanlııı, sesin soluğun çıkmıyor, selam sabah yoh mu heç?” dedi.
Şimdi sesini arayan bu adamın ne cevap vereceğini merak ediyorsunuz tabii. Hikâyenin bu kısmına kadar hiç konuşmadı kahramanımız. Sadece zihninde Adalet Cimcöz sesli, Türkan Şoray kirpikli koca koca gözlü, baygın baygın bakışlı kıza Abdurrahman Palay sesiyle, Cüneyt Arkın bakışı atarken işittiniz onu. Acaba şimdi kimin sesiyle yanıt verse İç Anadolu ağzıyla konuşan Rıza Tüzen sesli, Ali Şen görünümlü ev sahibine. Kadir İnanır’ın Pekan Koşer sesiyle, “Ben Kadir, deli Kadir üleyynnnn!” diye kükrese, o da parmaklarını titrete titrete ağzına götürse ya da Sadettin Erbil’in sesiyle bir Erol Taş kahkahası atsa, “Nihhahhaahhaaa, huhahhhaa…” diye yeterdi belki karşısındakini pıstırmaya. En iyisi Umut Tabak’ın tok sesiyle Polat Alemdar olup, “İki kişinin bildiği sır değildir. Sonunu düşünen kahraman olamaz.” deyip elini beline dayayıp gözdağı vermekti.
“İki güne kalmaz öderim efendim. Kusura bakmayın.” dedi. Dedi ama sesi bir incelip bir kalınlaştı, bir kısım harfler de ağzının içinde kayboldu. Bir fısıltı halindeki sözleri, kulağı zaten ağır işiten yaşlı adama ne kadar ulaştı bilinmez.
“Neyse neyse bir de meramını anlatabilsen ne dediğin anlaşılmıyor ki? İki ciyak bir fıstak evladım ağzından çıkan. Hafta sonuna kadar ödedin ödedin kirayı, yohsam külahları değişiriz haaa!” dedi kapıyı suratına kapattı Ali Şen. Hayır hayır, Ali Şen görünümlü Rıza Tüzen sesli, İç Anadolu ağzıyla konuşan kulakları ağır işiten ev sahibi.
Sesini arayan adam, ayaklarını merdivene sürte sürte üçüncü kata çıktı. Tam kapıyı açacağı sırada apartmanın sensörlü lambası söndü. Anahtar deliğini göremeyince öfkeyle sol kolunu salladı birkaç kez. Sensörlü lamba, sallanan koldan aldığı komutla yanar yanmaz kapıyı hemen açıp evine girdi. Duvarları film afişleri ve oyuncu posterleriyle dolu salondan banyoya geçti. Suyu suratına çarpa çarpa elini yüzünü yıkadı. Gömleğinin kollarını sıvamadığı için dirseğine kadar ıslattı. Aynaya başını aniden kaldırdı, yüzündeki su damlaları, dişlerini fırçalarken aynaya sıçrattığı macun lekelerinin arasından ağır ağır süzüldü. En çok sevdiği dublajcının sesiyle çapkın, serseri, asi bir konuşmayla, “Hey hey Meddie, Meddie, Meddie!” dedi. Elindeki tarağı kulağına doğru götürdü, bir telefonun ahizesine konuşur gibi, “Bayan Topesto!” diye seslendi. Bayan Topesto telefonu açar açmaz kafiyeli kadifeli konuşmaya başladı.
“Mavi Ay Dedektiflik Bürosu,
Ne yapar eder çözeriz sorunu.
Sizi aldatıyorsa buluruz,
Nerede olsa sevgilisiyle basarız,
Üzerine tarih atarız,
Kayıplarınız bizim uzmanlık alanımız.”
“Bayan Topesto, Bayan Topesto günaydın, bana bir kahve lütfen,” dedi David Addison. Daha doğrusu Alev Sezer’in muhteşem dublajıyla karakter bulan Bruce Willis’e öykünen sesini arayan adam. Tarağı aynanın kenarına bıraktı, salona geçip kanepeye uzandı. O sırada en sevdiği film Mavi Ay mıydı, en sevdiği oyuncu Bruce Willis miydi yoksa o David Adison’a sesiyle ayrı bir karakter, bir zenginlik katan Alev Sezer’in sesini mi seviyordu, farkında değildi. Tek bildiği Alev Sezer öldükten sonra hiçbir Bruce Willis filmini sevemeyişiydi. Çünkü ona ses veren artık Alev Sezer değildi. Belki de sesler, insana güç ve karakter kazandırıyordu. Evet evet, öyle olmalıydı o yüzden belki kendisi böyle silik bir karakterdi.
Kimileri oyuncuların güzelliğine, yeteneğine göre hayranlık duyardı. Haluk Bilginer’in hırıltılı gelen özgüven dolu karizmatik sesine, Müşfik Kenter’in şiir okurken ismi gibi müşfik sesiyle bir Orhan Veli oluşuna, çocukluğunda Şirinler’i izlerken, “Uzun uzun yıllar önce ormanın derinliklerinde küçük yaratıkların yaşadığı eski şirin bir köy vardı…” diye çizgi filmi bir masal gibi seslendiren, huzur veren sesiyle Nur Subaşı’na, yabancı filmlerde güzel kadınlara büyülü sesiyle hayat veren Tijen Par’ın soluğuna hayrandı mesela. Jeyen Mahfi Tözüm’ün ağzından çıkan her lafta çok küçük yaşta kaybettiği annesinin şefkatini bulurdu. Babasıyla Rüştü Asyalı’nın sesi birbirine çok benzerdi. Keloğlan tiplemesindeki sesine değil elbette. Kızdığı zaman Hulusi Kentmen görünümü ile Kemal Ergüveç sesini duyardı babasında. O da terk-i diyar edince çalışması gerektiğini anlamıştı da bu var ile yok arasındaki sesiyle olmayan özgüveniyle ne iş yapardı ki? Dayısını hiç sevemedi. Babasını kaybettikten sonra Tuncer Kurtiz gibi, “Yeğennn” diye sahiplenmediği için belki. Yıllardır sesleriyle hayatımızda olan ama yüzlerini, isimlerini bilmediğimiz dublaj sanatçıları, sesini arayan adamın, babası, annesi, dayısı, sevgilisi bazen de kendisi olmuştu.
Öğrencilik yıllarında derslerle arası hiç bir zaman iyi olmadı ama Çetin Tekindor sesli tarih öğretmeni ile Cihan Ünal sesli edebiyat öğretmenini dinlerken mest olurdu. İnsanları seslerine göre kodlayışı, sevgi ölçüsünü de gösteriyordu. Sınıfın en silik öğrencisiydi lisede. Sesi alay konusu olduğu için öğretmenlerin sorduğu hiçbir soruya cevap vermezdi. Zamanla öğretmenler de bu durumun farkına varmış olmalı ki onun üstüne gitmekten vazgeçtiler. Sınıfın en parlak öğrencisi, Elif Acehan sesli, kızıl saçlı, yüzü çilli şımarık bir kızdı. Karısı olursa şayet bir gün Elif Acehan gibi yumuşak yumuşak, kimi zaman nazlı nazlı konuşsun isterdi. Ne olurdu sanki sesi, kendini duyuracak kadar tok olsaydı. Bu bir ses teli hastalığıymış, birkaç kez ameliyat olsa da değişmeyen, çatallaşan, çoğu zaman boğulan bir sesi vardı. Bu sesle hayali olan dublaj sanatını yapmak ne mümkündü. Akşamları, çoğu zaman gözünü kapatarak takip ettiği filmlerde sesler anlatırdı olan her şeyi, izlemeyi değil o dinlemeyi severdi. Bu nedenle bir duyduğunu, bir daha unutması mümkün değildi. Hangi rolü kim seslendirmiş hemen anlardı.
Ekranda Taş Devri, kulağı Frad Çakmaktaş’ın sesinde. Sezai Aydın’ın bir çizgi film karakterine hayat verdiği sesini dinlerken Rocky seslendirmelerini de çok iyi yaptığı geldi aklına. Ama Bill Cosby’nin yüzünü buruşturarak, “Teo oğlum, ıhhı hıı ıhhh.” diye gülüşü ile çok örtüşen bir sureti olduğunu düşündü Sezai Aydın’ın.
“Karakterlerin duygusunu sesiyle yansıtmak isteyenler, sesinin gücünü sanata dönüştürmek isteyenler…” dedi içinden. Telefonunu eline aldı, bugün fotoğrafını çektiği, dört dakika kırk iki saniye baktığı aslında tam olarak kaç dakika baktığını bilemediği ilanı dikkatlice okudu. Kurs başvuruları yarın sondu. “Başvursam mı acaba?” dedi. Sonra böyle aptalca bir soruyu aklından geçirdiği için kendine güldü. İlanın devamında kursun eğitim programı vardı:
İyi bir seslendirme sanatçısında olması gereken özellikler,
Dublaj ile ilgili terimler,
Monitörden filmin eş zamanlı takibiyle seslendirilmesi ki bunu bir filmin repliklerini ezberlerken de sürekli yapardı o olmayan sesiyle,
Animasyon seslendirmenin incelikleri,
Kim bilir bir animasyon karakterinin sesi olabilirdi. Naci Taşdöğen’in Duffy Duck’a ruh verdiği gibi.
Yerli-yabancı film seslendirme ki şansının hiç olmadığı bir alan.
Belgesel seslendirme, bir Mazlum Kiper, Laz Ziya pardon İstemi Betil gibi belgesele sesini verenler varken o ho hooo…
Reklam seslendirmesi, Okan Bayülgen, Yekta Kopan gibi enerjisi sesine yansıyanların yanında... Ya da “Şok şok şok! Bayramda hangi ünlü sanatçı nerede, kaç liraya sahne aldı?” diyen magazinin sesi Gökhan Akçalı varken.
“Foley tekniğine ilgisi olanlar da başvurabilir.”
Foley mi, foley de ne ola ki, dedi.
Hemen sözlükleri, raflarda tozlanmaya terk ettiren google amcaya “Foley ne demek?” diye yazdı. Karşısına çıkan ilk açıklamayı okumaya başladı.
“Foley, post production aşamasında yani film çekildikten sonra filme, videoya veya diğer görsel yapıtlara ses kalitesini arttırmak üzere eklenen gündelik seslerdir. Bu sesler, kumaşın sürtünürken çıkardığı sesten ayak sesleri, kapı gıcırtısı, yumruk, kâğıdın buruşması ve kırılan cama kadar seslerden oluşur.”
Foley, foley… İçinden nedense, “Oley!” demek geçti, güldü aklından geçen benzerliğe. Ama oley diyecek kadar sevindi bir anda. Sonra uzun uzun foleyle ilgili diğer yazılanları okudu. Okudukça bir aydınlanma oldu çehresinde, silikleşen yüzüne biraz olsun renk geldi. Dublaj sanatçısı olabilirdi, sesini arayan adam. Kendi sesini değil belki ama eşyaların sesini verebilirdi, yeteneğini sanata dönüştürebilirdi. Öyle de oldu. Bu hikâyenin sonu sesini arayan adamı da okuyucuyu da mutlu edecek nitelikteydi. Foley tekniklerini öğrendiği kursu tamamladıktan sonra bir dublaj stüdyosunda ses efektleri için çalışmaya başladı.
Paçalarını sıvayıp leğenin içinde adımlarını çırpa çırpa atarken kendini en güzel sahilde denize girerken buldu. Baharda kuş seslerinin çırpınışını elindeki şemsiyeyi açıp kapatarak içinde duydu. Elindeki poşetin hışırtısıyla karlı dağlarda gezindi. Önündeki taşları ayağıyla hızlı hızlı ezerken bir köyün çakıllı yollarında koştu. Bir kovadan leğene boşalttığı suda şelalelerin çağıltısının altındaydı. Zımbayı her atışında kendisini hor gören bakışlara ateş etti. Öfkesini, kum torbasına savurduğu yumruklarıyla attı. En sevdiği dublajcıların sesinin yanında kimi zaman bir kapı gıcırtısı oldu, kimi zaman dörtnala koşan bir atın ayak sesleri, kimi zaman onların hareketleri esnasında çıkan bir sürtünme sesi, bir sigarayı kibritle yakışları, bir kadehe şarap dolduruşları… Gıcırtı, hışırtı, zırıltı, homurtu kısaca bir filmin akışında ne kadar ses varsa o kadar çoğaldı sesini arayan adam. Artık görünmez değildi, sesini de karakterini de bulmuştu.
Birgül Yangın Aslanoğlu
Kommentare