Ve burada otelin girişindeki salonda sünger koltuklardan birinde oturuyorum. Çıkışımı yaptım, hesabı ödedim ve tekerlekli valizimin tutamacı gitmeye hazır bir şekilde açık. Resepsiyondaki görevli taksinin on beş dakikaya geleceğini söyledi. Bu bana düşünmek için biraz zaman veriyor. Son yirmi dört saatteki olaylardan sonra bazı şeyleri anlamaya çalışıyorum.
Hayatım boyunca üç kez âşık oldum. Biri evli olduğum zamanlardaydı, kırklarımda. Sally’ye. Hiçbirimiz o kelimeyi yüksek sesle söylemediğimiz halde, bir ilişki yaşıyorduk. Biri ondan önceydi, otuzlarımın başında. Michiko ile. Kendisi şu an eski karım. Ve biri de on bir yaşındayken, Lucy Venables ile. Komşunun kızı. O da on bir yaşındaydı.
Her birinde ayrılığın nasıl olduğunu size hızlıca anlatacağım.
Tabii ki en sancılı olanı Sally ile olandı.
Arkasından başka şeylerin de geldiği gizli, yarı sağlıklı akşam yemeklerinden biri için dairesine, davet edilmiştim. Birazcık erkenciydim. O sesini yükseltip -daha masaya bile oturmadan- başka birine âşık olduğunu ve birlikte yaşayacaklarını söylemeye başladığında, ben ona bir tür teklifte bulunmak için cesaret toplayarak ve ne söylemem gerektiğini düşünmeye çalışarak masada oturuyordum.
Durumu kayıtsız şartsız kabul edip hissiz bir şekilde boyun eğdim. Küçük bir gülücükle dudak ısırma hareketini bile yaptım, önemsemiyormuş gibi. Bilirsiniz, hani şu televizyonda sonraki tura geçemeyeceğini söyledikleri reality programlardaki gibi. Sally bu şartlarda akşam yemeğini başka bir zamana ertelememizin muhtemelen daha iyi olacağını söyledi, hazır montunu çıkarmamışken. Bundan daha güzel, daha güçlü ve daha özgür görünmemişti hiç.
Michiko ile ayrılığımız, ondan bir süre sonra Tokyo’da oldu. Oraya annesinin cenaze töreni için gitmiştik. Törenden sonra ailesinin evine döndük, buz gibi alüminyum kolçaklı siyah deri kanepede sessizce oturduk. Michiko sadece, gerçekten sakin bir şekilde, Londra’ya geri döndüğümüzde nerede yaşayacağımı sordu.
Sonuncusuna gelince, şey, öyle bir ayrılma değildi. Ama benim on bir yaşındaki Lucy Venables’e olan on bir yaş tutkum diğer aşklarım kadar gerçekti. Bu otele, benim gibi ilaç endüstrisinden insanların katıldığı şu konferans için, geldiğimden beri kendimi Lucy Venables’i düşünürken buluyorum.
Geçen gece içki resepsiyonu vardı, üzerimizde de şu yaka kartlarından. Benimkinde tükenmez kalemle ‘Bay Chatwin’ yazıyordu. Garsonlar içkilerle dönüp dolaşıyorlardı. Kanepeler yetersizdi. Epey sarhoş olmuştum. Biraz sonra sigara içmek istedim ve sürgülü bir kapıdan golf sahasıyla futbol sahası arasındaki çizgi gibi güvenlik ışıklarıyla tamamen aydınlatılmış geniş yapay çimlere çıktım.
Çimlerin üzerinde sırtı bana dönük sigara içen bir kadın vardı. Gerçekten tuhaf bir duyguya kapıldım ve yapay çimlerin üzerinden tam oluşmamış ateş isteme fikriyle ona yöneldim. Bu tuhaf his ona yaklaştıkça daha da tuhaflaştı.
Öyle miydi? Bu olabilir miydi gerçekten? Başka ihtimal yoktu. Onunla konuşmak zorundaydım.
“Afedersiniz.” dedim. “Acaba siz…”
Yüzünü bana döndü ve aynı anda tanıdığını fark edince, bakakaldı. Yaka kartını okudum. “Doktor Venables.” O esnada sigara tutmadığı, sonrasında açık kalmış ağzını kapatacağı eliyle, benim “Bay Chatwin” yazan kartımı işaret etti.
‘Elliot! Oh aman Tanrım! Aman Tanrım! Bu sen misin? Elliot!’
“Şey, merhaba.” dedim, başka ne diyeceğimi bilemediğimden.
“Oh aman Tanrım! Elliot! Bu çok tuhaf. Bu öğleden sonra seni düşünüyordum. Ve tam şu anda? Çok tuhaf. Bizim arka bahçedeki o zamanları düşünüyordum. Okları. Ve babamın seni dövdüğünü! Aman tanrım. Ve bizim seninle konuşmak, senden özür dilemek ya da başka herhangi bir şey için hiç şansımız olmadı.”
Benden daha sarhoş olduğu belliydi. Ne diyeceğimi bilemedim bu yüzden sadece gülümsedim.
“Beni hatırlıyor musun, Elliot?” diye sordu.
“Tabii ki.” dedim.
“Babamla ilgili her şeyi… okları… Çok üzgünüm. Hay Allah, ondan sonra yıllarca seni düşündüğümü biliyor musun?”
“Ahh, bunun hakkında gerçekten çok fazla şey hatırlamıyorum…” dedim kaygısızca.
Yalandı tabii ki. Bütün hikâyeyi hatırlamıştım, her detayıyla, tüm açıklığı ve şiddetiyle. Lucy Venables’in ailesi 1976’nın kızgın yazının başında, bitişiğimizdeki eve taşınmıştı. Tek çocuktum ve çok az arkadaşım vardı. Uzun ve sıcak bir günde ön bahçemizin kaldırımlarında daireler çizerek bisiklet sürüyordum. Sonunda düştüm ve birisinin kıkırdadığını duydum. Arkamı döndüğümde Lucy’nin gözlerini bana dikmiş olduğunu gördüm.
“Bu konuda pek iyi değilsin, öyle değil mi?” dedi şımarıkça.
Ne cevap vereceğimi bilemedim. O da “Neden biraz limonata içmeye gelmiyorsun?” dedi.
Lucy’nin ön kapısına, oradan koridora ve arka mutfağa gittik. Buzdolabından aldığı benekli şişedeki Corona limonatasını iki bardağa doldurdu ve bahçeye çıktık. Annesi ve kız kardeşi gelene kadar onun ağaç evinde bir çeşit oyun oynadık.
Annesi “Merhaba!” dedi capcanlı. “Sen Elliot olmalısın. Dün annenle hoş bir sohbetimiz oldu Elliot. Şimdi gitmek zorundayız. Lucy ile arkadaş olmanız çok güzel. Hoşça kal.” Ağaç evde biraz daha oynadık. Sonra gitme vaktim geldi.
Bu sahne her gün kendini tekrar etti. Önceden organize etmesek bile ben evin önünde aylak aylak dolaşırdım ve Lucy de çıkıp beni bahçesinde oynamaya davet ederdi. Doktorculuk oynardık. On bir yaşında olduğumuz düşünülürse aptal bebek oyunlarından.
Sonunda ona çılgınca âşık olmuştum. Bunu tanımlamanın başka yolu yoktu. Henüz şiddetli ve cinsel duyguların olmamasından dolayı, daha yoğundu. Karnımda sıcak, hastalıklı bir duyguydu. Lucy benimle dalga geçmeye ya da bana kızmaya başladığında, daha kötü olan bir duygu.
Bir cumartesi öğleden sonrası dananın kuyruğu koptu. Lucy ve ben ilgisizce oyun oynuyorduk ve küçük Chloe de bize katılmak istiyordu. Fakat kesin olarak reddedildi. “Git buradan Chloe.” Oyuncak bebeğiyle üzgün bir şekilde konuşarak geri çekildi. Ben ise terli ve huysuzdum ve sonunda Lucy bana problemin ne olduğunu sordu.
“Seni öpebilir miyim?” diye sordum.
Lucy sessizdi. Kendi cesaretime şaşırarak yere baktım. Durumu tersine çevirdiğimin farkında ve kendimden memnundum. Birden, Chloe’ye “Buraya gel!” dedi.
Chloe, kapısında bir dart tahtası ve üç tane dart oku olan ağaç eve doğru ona liderlik yapan Lucy’yi itaatkâr bir şeklide takip etti. Lucy dart oklarını çıkardı, Chloe’yi dart tahtasının önüne dikti ve bir yerlerden bir kutu renkli tebeşir bulduktan sonra kızın başının ve omuzlarının kaba hatlarını yaklaşık on iki parmak açıktan çizmeye başladı. Sonra dart oklarını bana uzattı.
“İşte. Eğer bu üç dart okunu da Chloe’ye isabet ettirmeden, kapıya, çizginin içine saplarsan o zaman beni öpebilirsin.” Chloe gözleri fal taşı gibi açık, kapının önünde, oyuncak bebeğine sarılmış kıpırdamadan duruyordu.
Okları alıp yedi adım geride pozisyon alırken “Tamam.” dedim. Ayak uçlarımda ileri geri sallanarak ilk atışımı, göz hizasındaki dart noktasına ayarladım. Ve fırlattım.
Ok Chloe’nin başının hemen üzerine kondu.
“Aferin.” dedi Lucy, soğukkanlılıkla. Biri gitti, ikisi kaldı.
Boğazımı temizledim, birkaç provadan sonra ikinci oku fırlattım.
Bu defa Chloe’nin boynunun hemen sol tarafına, çizginin içine kondu. Bu da sayıldı. Ama şimdi alt dudağı titriyordu, gözleri dolmuştu ve endişe verici bir şekilde değişmeye başlamıştı.
“Kıpırdama Chloe!” dedi Lucy. “Pekâlâ Elliot. Üçüncü ve son ok. Bunu doğru yap, senin için büyük bir öpücük olsun.”
Elim titredi. Olduğum yerde kısa bir koşu yapıp kolumu omuzumdan itibaren serbestçe salladım, gevşesin diye. Sonra oku kaldırdım ve bir kez daha hazırlandım. Fırlattım. Chloe’nin sol gözünün doğrultusunda, beceriksizce. Chloe korktu, döndü ve ok, kulağına girdi. Elini üzerine kapattı, kan sızıntısı ön kolundan aşağı aktı.
Panikledim. Koştum ve oku kulağından çıkardım. Çığlık attı. Lucy’nin babası bahçeye fırladı. Küçük kurbanım ona koştu ve can havliyle hıçkırarak beline sarıldı.
“Bu kan da ne? Neler oluyor burada?” diye gürledi.
“Elliot bir tür William Tell oyunu oynuyordu baba.” dedi Lucy tatlı bir sırıtışla.
Babası yaklaştı ve suratıma bir tokat attı. Sonra ben ağlayarak koşarken, mutfaktan geçebilmem için kenara çekildi ve evime döndüm. Olanları aileme söylemeye asla cesaret edemedim. Ondan kısa bir süre sonra Lucy’nin ailesi taşında ve onu bir daha hiç görmedim.
Kaşımdaki bu aşırı çekici kadınla, hepsi aklıma geldi yine.
“Babam akşam yemeklerinde senin hakkında çok konuşurdu.” dedi. “Sanırım sana vurmaması gerektiğini biliyordu.”
“Ah gerçekten hatırlayamadım.” dedim. Flört edercesine birbirimize yakın duruyorduk.
“Sanırım o öpücüğe hiç sahip olamadın, öyle değil mi?”
“Hayır.” dedim. “Yani, bunu hak etmemiştim.”
“Parti çok sıkıcı.” dedi.
“Evet.”
“Şimdi odama gelmeye ne dersin? Sana bir öpücük veririm.”
Topuklarının üzerinde döndü ve salonundaki partiye gitti. Onu takip ettim. Asansöre bindik. Yalnızdık. Öpüştük. Altıncı katta asansörden indik ve üç kapı sonraki odasına doğru ilerledik. İçeri girdikten sonra büyük, çift kişilik yatakta yuvarlanarak tekrar öpüştük. Kıyafetlerini yırtmaya başladım, soluyarak. Kemerimi kopardı.
“Ahh Eliot!” diye fısıldadı. “Seslen bana. Adımı söyle.”
O an boynunu öpmek için saçlarını topladım ve bu, kesilmiş, şekli bozulmuş kulağını açığa çıkardı.
Ricasını yerine getirdim. Hemen.
“Chloe…”
Bir süre sonra odasından ayrıldım. Bu sabah erkenden, ben kalkmadan önce otelden ayrılmış.
Resepsiyondaki görevli taksinin gelmesinin biraz daha zaman alacağını söylüyor. Bardan içecek bir şeyler ikram edebilir miymiş?
Bir Corona limonata isteyeceğim.
Öykü: Peter Bradshaw
Çeviri: Çilem Dilber
Comentários