Karnımdaki küçücük bebeğimle babamı ziyarete gidiyoruz. Bulutlu ve rüzgârlı bir gün, taksiden yolun başında inmem iyi oldu yine de. Sabah serinliğine sinmiş bahar kokusu beni kendime getirdi. Uçaktaki yorgunluğumdan eser yok. Leylaklar ön bahçelerden taşmış, taze otlar patlamış etrafında. Aynı boyda hizalanmış apartmanlar boyunca at kestaneleri; çiçekleri gelin duvağı sanki. Babamı en son gördüğümde mevsim kıştı; apartmanın bahçe kapısından çıktığımda her şeyin aynı kararlılıkla ölmeye başladığını düşünmüştüm. Aynı kararlılıkla büyüyen, patlamaya hazır bir coşku var şimdi sokakta.
Tek tük telefon konuşmalarını saymazsak, iki yıldır babamı görmüyorum. Bebeğimin müjdesini kuru bir telefon görüşmesine bırakmak istemedim nedense. Riccardo’ya bu isteğimi söylediğimde, “Oh mio dio! O senin baba, tabii gideceksin sen,” diyerek beni bu seyahate yüreklendirmişti. Eve dönüşlerimdeki ürkekliğimi biliyor çünkü. Duygularını yüzünün sert çizgilerinde soğutan insanlardan babam. Hiç anlayamadım. “Özler mi beni, sevinir mi, üzülür mü bir şeylere?” Büyük şeyler beklemiyorum artık, yıllarla gelen alışkanlık işte. Riccardo’nun babamdan gelen topları göğsünde yumuşatmasına hayranım. Beklentisiz, en baştan kabul etti babamı. O insanların kendileri istemedikleri taktirde değişemeyeceğini söyler durur hep. Roma’da aynı turizm şirketinde çalışıyoruz Riccardo’yla. Havaalanına bırakırken beni, o tatlı kırık Türkçesiyle, “Senin işlere de bakacak ben, gözler arkada kalmasın,” dediğinde, sağlam bir ilişkinin verdiği sonsuz güveni hissettim her zamanki gibi.
Apartmana girmeden bahçenin demir kapısını kapattığım sırada annemin güllerine gözüm kayıyor. Her bahar budadığı yediveren gülleri, aynı canlılıkta selamlıyor beni. Öleli üç yıl oldu oysa ‘Seninleyim kızım,’ der gibi yine de. Bebeğimin müjdesini duyabilseydi, kalbi pır pır olurdu eminim. Babam ne diyecek asla tahmin edemiyorum. Geleceğimi haber verdiğimde “Ne kadar kalacaksın?” diye sormuştu; telefon konuşmalarımızdaki ezber tonu hissetmiştim her zamanki gibi. Yolculuk planımı ertelemedim ama. Bu eve beni çağıran ne ki, aynı ezberleri yaşasam da?
Zili çalıyorum. Zilin kuş sesi aralıksız büyüyor eşikte; bekleyişim uçakta geçen zamanı katlıyor. Sonunda açıyor babam kapıyı “Hoş geldin, beklettim seni.” Yüzündeki tebessümde bir çaba seziyorum. Sokak kapısını kapatırken, kesik kesik, “Ağırlaştım yaşlılık işte,” diyor. Küçük çantamı içeri alıp “Hoş bulduk baba,” diyorum. Hatırladığım cüsseli adam zayıflayıp küçülmüş; yüzünün kanı çekilmiş gibi sapsarı. Evden ayrıldığım on beş yıldan bu yana, ilk defa çökkün buluyorum babamı. İçeri girip de “Otur dinlen,” dediğinde bildiğim babama dönüşüyor neyse ki!... Mesafe ayarını dikkatle hesaplar her zaman.
Salona yönelip kırmızı kadife koltuğun ucuna ilişiyorum. Biraz soluklanmak iyi olacak. Tül perdeyi hafifçe aralıyorum, bulutların yükü içeriye doluyor. Kapkaranlık. Mutfaktan, “Menemen yaptım, yeriz değil mi?” diye sesleniyor babam. Yemek yaptığını ne duydum ne gördüm babamın. Her şeyi değilse de bildiğim ezberleri değiştirmek mi istiyor, diye düşünmeden edemiyorum. Beklentilerimi yakıştırıyorum galiba yine, elimde değil huylu huyundan vazgeçmiyor. Oturduğum koltuktan, “Yeriz baba yeriz,” diye sesleniyorum.
Elinde menemen tavasıyla salona giriyor babam.
“Hadi gel kızım.”
Kıpırtısızım, böyle bir sahneye çalışmadım ki! Zoraki kalkıyorum, oturuyorum masaya. Ancak yeni öğrendiklerimizle biçimlenecek bambaşka bir saydamlığın içinden bakabilir miyim, başarabilir miyim bunu? Büyük salon masasının üstündeki annemin işlediği goblen örtüyü ikiye katlamış özenle. Masanın diğer boş yarısına da kenarına iliştirdiği kâğıt peçeteli iki boş tabak ve bardağı karşılıklı yerleştirmiş. Bebeğimin müjdesini verebilmem için uygun parçaları hazırlamış sanki, bizi -babam ve ben- nereye yerleştirmeliyim peki?
Menemenden taze domates ve biber kokusu yayılıyor. Dayanamam bu kokuya, biliyor olamaz değil mi babam? Tavadan tahta kaşığı alıp pay ediyorum tabaklara.
“Sağ ol. Konu komşu eksik bırakmıyor yalnızım diye, ufak tefek bir şeyler yapmayı öğrendim yine de.”
Önümdeki peçeteyi bir ileri bir geri çekiştiriyorum.
“İyi olmuş... Yapmak gerek, öğrenmeli bir şeyler tabii,” diyorum.
Menemenden bir çatal aldıktan sonra, “Aferin sana pek iyi olmuş,” diye eklemeyi de ihmal etmiyorum. Bir çocuğu, yeni bir şey yaptığında heveslendirmek istermiş gibi inceden bir büyüklenme sesimin tonunda. Yabancıyım, nerden çıkıp geldiğini anlayamadığım bu bilmiş tona da. Rüzgârın artan uğultusundan, pencerenin açık kaldığını fark ediyor babam, kapatmak için zorlukla sandalyeden kalkıyor. Tekrar oturduğunda, “Bugün de ne esti böyle, çok sallamadı değil mi uçak?” diye soruyor. “Salladı canım sallamaz mı hiç, uçak bu!” diyorum; sesimin tonu sakınımsız bir küstahlığa doğru yöneliyor. Kontrol edemiyorum. Sandalyenin eprimiş tüyleriyle oynarken ‘Nasıl söylemeliyim anne olacağımı?’ sorusunu döndürüp duruyorum zihnimde.
“Yeşil biberi bolca koydum, böyle severdin değil mi?”
“Öyle mi severim? Bilmem,” diyorum kesik kesik. Şaşkınlığımı göstermemek için özel bir çaba harcıyorum artık. Vitrinin içinde sıra sıra dizilmiş çocukluk fotoğraflarıma bakıyorum bir an, her zamanki yerinde duruyor limon kolonyası işte. Önümdeki biberleri çatalla ezmeye başlıyorum. Çok eski bir zamanda donmuş sanki ev. Niye hatırlıyorum peki iki yıl önceyi?
Ankara’da lapa lapa kar yağıyordu. Annemi kaybettikten bir süre sonra, bir görev duygusuyla gelmiş, iki gece kalmıştık babamın yanında Riccardo’yla. Ne annemin kaybının acısını ne Roma’daki yeni hayatımızı konuşmuştuk. Havadan, sudan sohbetlerdi işte. Vedamız da soğuk kışı aratmayacak denli üşütmüştü. Kısacık sarıldığımız son anda, “Hadi kolay gelsin size, beni merak etmeyin,” demişti sadece. Bunları hatırlamak, iyi değil biliyorum. Kilitleniyor sözcükler; susuyorum.
“Baba, yorgun hissediyorum dinleneyim,” diyorum kısa bir süre sonra. Sofradaki tabakları mutfağa götürmek için kalkıyorum yerimden. “Bırak ben hallederim,” diyor. Tabakları çeker gibi alıyor elimden. “Dinlen sen!”
Daha önceleri de, “Biraz dinlen sen,” demesi başaramadığı ilişkiden kurtarıyordu. Her şey yolundaymış gibi olurdu ama sözde beni de düşünmüş oluyordu ya böyle dediğinde. Yüz yüze, derin ilişkilerin onu zorladığını biliyordum da. Oysa şimdi odaya kaçar gibi giderken zaman kazanmaya çalışan benim.
Yatağa uzanıyorum. Karşı duvarda *Sevgilerde şiiri sarı çerçevesi içinde asılı duruyor. Defalarca okuyup dillendiremediğim dizeler.
“Sevgileri yarınlara bıraktınız, çekingen, tutuk, saygılı.
Bütün yakınlarınız sizi yanlış tanıdı.”
Evden ayrıldığım gün güya babamın ellerine bırakıp gidecektim bu çerçeveyi.
Üniversiteyi Ankara’dan uzakta başka bir şehirde kazandığımı öğrendiğimde, “Ben sensiz ne yaparım?” diye saatlerce ağlamıştı annem. Ergenliğin verdiği başı buyruklukla kendime söz vermiştim, çocuklarımı çok sevsem de saçını süpürge eden annelerden olmayacaktım. Bir işim olacak, kendi ayaklarım üzerinde sağlam duracaktım. Koşulsuz seven annemin isyankâr kızı oluşum kadar gerçekti babamın ürkek kızı oluşum. Kararlarımı, duygularını göstermeyen babamın gözüne girmek için verirdim hep. Tabii o zamanlar fark etmiyordum böyle olduğunu. Yıllar geçtikçe dillenmemiş ne varsa anı yazıyorsunuz bir de...
Bir bayram günüydü. Her zamanki gibi yerli yerinde duruyordu Pereja limon kolonyası. Misafirler “Sağ ol kızım ferahladık sayende,” derlerdi tuttuğumda kolonyayı. O bayram da babam için almıştım bir tane; ona ait olsun, sadece o ferahlasındı bu sefer. Kutularının üstünde turistik yerlerin resmi de vardı; ülkemde hiç görmediğim yerleri de öğreniyordum bu sayede. Babama aldığım kolonyanın kutusunda Peri Bacaları’nın fotoğrafı vardı. “Vay be, ne güzel yerler varmış. Gidelim buralara,” bile diyecekti.
“İyi bayramlar. Senin için baba,” dedim acemice yaptığım paketi heyecanla uzatırken.
“İyi bayramlar!” Gözlerimi ayırmadan izliyordum babamı.
“Sağ ol, parfüm almaya paran yetmedi mi yoksa?”
Hatırlayabildiğim ilk hayal kırıklığını bir limon kolonyasının içine hapsettim ve hiç söyleyemedim. Harçlıklarımı biriktirip parfüm aldığımda memnun edebileceğini sanıyordum, “Ben kötü mü kokuyorum?” demişti. Ne çok heves karşılıksız kalıyordu içimde. Kolonya kutularını biriktirmeye devam ettim; üstündeki turistik yerlerin fotoğraflarıyla, bilmediğim yerleri öğreniyordum ya! Ne garip ki bilmediğim yerlere merak duymamla babamla aramızdaki mesafenin açılışı aynı zamana denk geldi... Herkesin okumak için geldiği kenti bırakıp Antalya’da turizm okumayı seçmiştim. “Kızım iyi düşündün mü?” demesini bekliyordum hâlâ; “Bu senin kararın,” diyordu ama babam.
Titreyerek yağmur damlalarının tıpırtısıyla uyanıyorum. Bulutlar çoktan çözülmüş Dolaptan elime geçen hırkaların birini üstüme geçiriyorum hızlıca. Babamın yanına geliyorum, bu sefer kararlıyım! Hem onca kilometre öteden “Bebeğim olacak,” diyebilmek ve bunu yüz yüze yapabilmek için gelmedim mi?
Babam, geniş kolçaklı köşe koltuğunun içine gömülmüş. Camda süzülen yağmur damlalarını seyrediyor; damlaların kendi yolunca süzülüşüne dalıp gitmiş. Karşısındaki kadife koltuğa oturuyorum. Sessizliğe alışkın kulakları, bir küçük tıkırtıyı bile duyuveriyor.
“Dinlenebildin mi?”
Damlaların akışına gözlerimi dikiyorum ben de “Evet,” diyorum bir yandan.
Keşke şu damlaların süzülüşündeki doğallığı bulabilseydim kendimde. ‘Söze nereden, nasıl başlamalıyım?’ diye bunca düşünmeden… Dünyaya getireceğim bebeğimin önemini ona gösterme çabası mı beni bunca tutan? Anne olacağım derken “Babam olduğunu hissettiremedin,” mi demek istiyorum aslında? Dizginleyemiyorum artık...
“Baba, buraya sana bir şey söylemek için geldim ben.”
Hayretle bakıyor yüzüme. Onunla konuşurken çok rahat olamadığımı o da biliyor çünkü.
“Buyur kızım söyle tabii,” diyor da kafasından geçenleri dile dökemediği belli, tedirgin bir hâl var üzerinde.
“Bir çocuğum olacak, üç aylık hamileyim baba!”
Bir haber metnini okurmuş gibi ciddi bir tonla söylüyorum. Oysa içimde benimle birlikte atan minik kalbi öğrendiğimden bu yana nasıl da heyecanlıydım. Öylesine istenmişti ki o, eşim Riccardo’yla beş yıl beklemiş, doktorumuz kalbinin atışını müjdelediği gün de daracık sokaklardan yürüyerek Aşk Çeşmesi’ne gelmiştik. Çünkü aşkımızın tanığı olacaktı.
Babamın gözlerinde başka bir şeye tanık oluyorum şimdi; anne olacağımı söylediğimden beri hüzün dolu bir bakış yüzünde. Filmlerde izlediğim duygusal baba-kız konuşmalarından çok etkilendiğim için mi böyle bir bakışı yakıştırıyorum? Ama aksi gibi böyle bakmayı sürdürüyor.
“Çok sevindim,” diyor boynunu içeri gömerek iyice. “Dede oluyorum ha?”
“Evet, dede oluyorsun ya!”
“Hiç düşünmemiştim dede olacağımı ben.” Yağmur iyice şiddetleniyor, pencereleri dövüyor adeta.
“Keşke annen de görebilseydi torununu.” Ölümünden sonra ilk kez belli ediyor özlemini. Susuyoruz kısacık. Yine de kıpır kıpır bir hareketlilik var babamda. Başını eğiyor terliklerine. Terliklerinin içinden hareket eden parmaklarını fark edebiliyorum.
“Ya baba, bunca zaman neredeydin, üç koca yıl?” demeyi düşünürken, “Ne çok sustum değil mi?” deyiveriyor. “Hayat sahip çıkmayı ister, iyi değilmiş böylesi; göze alamadığım için susup kaldım, hiç iyi değilmiş kızım!”
Ne bu şimdi, hiçbir şey anlayamıyorum. Göze alamadığı şeyler ne, bunun için niye susulur? Kapkaranlık yağmur bulutları sanki babam...
“Ailemi kendi ellerimle kurmayı çok isterdim. Farklı olur muydu?” Kederini sesinde gezdiriyor sanki, teselli arıyor...
“Ama biz senin ailendik baba. Anlayamıyorum!”
Sırtını dikleştiriyor; koltuğa yaslı kırlentlerden birini elinde pat patlıyor kısacık.
“Gencecik bir delikanlıyken yıldız bir futbolcu olmak tek amacımdı. 1950’ler, Ankaragücü genç takımında oynuyordum. Antrenörüm çalışmaya devam edersem transfer olabileceğimi söylüyordu büyük takımlardan birine. Ama evdeki hava çok farklı, futbolun geçici bir heves olarak kalmasını istiyordu babam. O zamanlar kimse futboldan gelecek beklemiyor tabii! Oysa ben güçlüydüm futbol oynarken o an yetiyordu. Bir gün idmana gittiğimde sözleşmeyi feshettiğini söyleyiverdi antrenörüm. Sonra da babamın gelip kendisi ile konuştuğunu on sekiz yaşını doldurmadığım için de kararına uymak zorunda olduğunu ekledi.”
Böyle bir geçmişi olduğundan habersizdim babamın. Çözülmeye devam ediyor:
“Futboldan koparıldım işte, tadım tuzum yoktu artık! Hayatıma nasıl sahip çıkacağımı da bilemiyordum. Liseyi zar zor bitirip askerlik sonra da... Dönüşünde yine babamın isteğiyle memur oldum. Artık eli iş tutan her delikanlı gibi helal süt emmiş bir kız bulup evlilik yapma zamanı gelmişti. Mahalleden annemin görüp beğendiği bir kızı istedik. İnat yaşadım ömrümü, hep inat... Madem kuramıyorum hayatımı, içinde olmam neyi değiştirecekti ki?”
Boğazıma kocaman bir yumru takılmış gibi yutkunuyorum... Limon kolonyasına yine kayıyor bakışım. “O bayram sabahı mutlu olmanı isterdim aldığım kolonyayla ama bir şişe limon kolonyası, teselli edemezmiş ki baba!”
“Aptal kafaymışım!” Sesi titremeye başlıyor. Dudaklarını öne sarkıtıyor, bir çocuk çaresizliğinde artık.
Kalkıyorum yerimden. Koltuğunun arkasına dizilmiş kırlentleri kaldırıyorum; sokuluyorum yanına. Küçülüyor, küçülüyor babam!... Ömrümde ilk defa bebekmiş gibi sarılıyorum ona. “Kendi hayatını olmasa da kızının hayatını kurtarmışsın,” diyorum. Sapsarı, sakallı yanaklarına dokunuyorum usulca. İplik iplik göz yaşları… Bir süre başım omzuna yaslı, öylece kalıyoruz... O ciddi, kocaman adam çekip gidiyor uzaklara, çok uzaklara!
"Bu senin kararın," derken takındığı o kayıtsız halini de anlıyorum şimdi. Bir tutsak özgür olmanın hayaliyle yaşar ya kendi hayatında söz sahibi olamamış babam da beni alabildiğine özgür bırakmış.
Başımı kaldırdığımda aklına bir şey gelmiş gibi bakıyor. “Güller yağmurla sulandı bugün. Çıkalım mı bahçeye? Sen de gör,” diyor. Sorar gibi bakıyorum yüzüne. “Annen hasta yatağında, sulamayı unutma demişti yediverenleri... Söz verdim kurutmayacağım diye!”
Bahçeye çıkıyoruz. Yağmur durmuş, mis gibi toprak kokuyor. İçimde taptaze bir kıpırdanış. Babama dönüyorum, karnımdaki bebeğimi usul usul okşuyorum bir yandan. Titrek elleriyle, yediveren güllerinin üstündeki kurumaya yüz tutmuş yaprakları ayıklıyor; bazı yanlışları olsun düzeltmek ister gibi... En kırmızısını koparıp saçıma iliştiriyorum.
“Torununun ilk topunu sen alır mısın baba?” diye soruyorum. Gözlerimiz buluşuyor. İplik iplik çözülmeye devam ediyor babam.
*Behçet Necatigil
Buket Düzgen
Comments