Rüzgârlı bir güz sabahı geldim kente. Sırt çantamdan eksik etmediğim rehber kitapla turlamaya başladım, “Kentler en iyi yürüyerek öğrenilir,” diye okumuştum bir yerlerde. Kulaklarımda, yaklaşırken yavaşlayan trenin sesi vardı hâlâ. Sabah vakti olmasına rağmen coşku doluydu sokaklar. Bir şenliğe hazırlık havasını sezebiliyordum. Cambaz ailesinin küçük kızı, babasının üzerinde ağaca tırmanır gibi yükseliyor ve kesik sıçrayışlarla tekrar yere atlıyordu. Diğer köşede pandomim yapanlar komik yüzlerle donup kalmıştı. Kaldırımlar tertemiz, mağazaların önleri devasa çelenklerle dolup taşıyordu. Pazar tezgâhlarından, “Satıyorummm, sattımmm!” bağırışlarını duydum sonra alkış sesi ve yuhalamalar. Alıcılar, satıcılar pergel gibi açarak bacaklarını, koşar adım yürüyorlardı hep. “İş güç sahibi insanlar tabii,” diyordum.
Onca caddeden geçtikten sonra, zaman başka türlü işliyordu artık; gözlerimin önünden geçen nesnelerin hareketindeki zamana yaklaşıyor, her birinden bir anda uzaklaşıyordum. İçimde beliren müziğin ritmine kapılmıştım adeta.
Ve tesadüfen, bir elma yuvarlanıyor yere tezgâhtan, üstü başı hırpani yaşlı bir kadın, elmayı cebine atıyordu gizlice. Dişleyip dişleyip bir köşede. Dönüp baktım, yine koşar adım tezgâhlara. Gebe, yalnız bir kadın gördüm ötede, bol elbisesiyle doğacak bebeğini saklamaya çalışıyordu; yüzü yanmış bir adam, siperli bir şapkayla yanık yerlerini. Ağlayacakken bebek, cicili şeker bir emzik ağzında. Kimi sokaklarda sidik kokusu, kusmuk ve ter. Kendilerini alkışlamaktan avuçları patlayacaktı. Bazen teklifsiz bir rüzgâr, uçuruyordu şapkalarını şık beyefendilerin, tıpkı alımlı kadınların yapılı saçlarını dağıttığı gibi. Hiç de fena olmuyordu doğrusu! Ölümsüz bir tanrı olsa, sıradan sayabilirdi kendini burada, “Acı yok, hiç yok; hayat çok güzel, hadi yaşa!” “Acıyokçular,” demeye başlamıştım artık onlara. Her yerdeydiler; lunaparklar, kafeler, alışveriş merkezleri... Görüyordum ben. Sokak köpeklerinin sefaletini, marketlerde ucuza satılan ‘tek kişilik’ yemeklere muhtaçları, gündelik ateşli öpüşmeleri.
Güzü yarıladım sayılır. Eskimiş gözleri fırlat at, değil mi ama? Bir yabancının şaşkın bakışını kaybetmedim ben de, alışkanlığın zehrini yutmamalı insan. Sarsak adımlarıma da böylesi yakışırdı. İki aydır her gece, karanlığı yırtıp geçti şu hüzünlü bir çift göz. Fazladan bir ışık ama şimdi, apartman boşluğuna bakan odamın küçük pencere camından yansıyor. Kente ilk geldiğimde çakal emlakçılara kaptıracak param olmadığından, haftalık ilan gazetesinden buldum bu tek kişilik odayı, doğrudan mal sahibine ulaşabildiğim için en iyi seçenekti. İlkin kasvetli gelmişti oda. Bit pazarından natürmort birkaç tablo alıp iki yan duvara astım. Yatağımın her iki yanına birer renkli ahşap sandalye de koyunca, karanlık hava dağıldı. Sesler de boşlukta büyüyüp durmasa. Erkenden uyandım bu sabah da. “Kalk hadi, okula gecikeceksin Allah’ın belası,” diye bağırıp durdu anne müsveddeleri; üstüne, müziğin sesini sonuna kadar açmadan dinleyemeyenler beynimde davul çaldı. Yere fırlattım yastığı. Pencereden yarı belime kadar eğildim, “Bu cırcır böceklerine mi şarkı söylüyorum ben?” İki lokma bir şeyler yedikten sonra dışarı attım kendimi. Boş günümdü nasılsa.
Kapısına kırmızı kalp balonlar asılı bir kuaför salonunun önünden geçiyordum; kapı camından pek sakil göründüm kendime. Yıllardır makas görmemiş saçlarımı kısacık kestirmek, iyi bir değişiklik olacaktı. Çıngırak sesiyle içeri girdim.
Sekerek yanıma geldi kuaför.
“Kısacık istiyorum, kulak arkasında bitebilir.”
“Harika saçlarınız var, kesmesek.”
Kuaförün, yüzüne ağlamaklı bir ifade kondurması bile yolumdan döndürmedi. Kestirdim gitti. Yanımdaki koltukta, yüzünü fazlaca boyamış bir kadın, “Ne yaptın şekerim, böyle kaliteli saçlara para sayıp alıyorlar,” dedi sırıtarak. “Patavatsız şey,” diye düşündüm. “Kısa saçla pek ruhsuz göründün,” diye ilave etti. Aynanın önünde duran makyaj çantasından rujunu çıkarıp, köfte dudaklarını boyamaya başladı. “Ruha da mı makyaj gerekiyor hanımefendi?” demek istediysem de, tuttum kendimi. Aynadaki görüntüsünü seyrederek devam etti, “Şey,” diyorum. “hafiflemek lazım.” Kuaför, krepe tarağını eline aldığı sıra, ‘Haklısınız efendim,’ der gibi başını salladı. Havaya tiz bir kahkaha fırlattı kadın. Bir haftadır alışveriş yapmadığını, çok gergin hissettiğini falan anlatıp durdu. İşte bir Acıyokçu daha. Kuaför, platin sarısı saçlarını tavus kuşunun hotozuymuş gibi krepeleyip, parmak uçlarıyla havalandırdı. Sekiyordu yine. Susacağa benzemiyordu kadın. Bir süre sonra, sadece açılıp kapanan bir köfte dudak görmeye başladım. “İşim bitse de gitsem,” diye düşünüyordum. Salonu şöyle bir taradım aynadan. Karşı koltuktaki çakma sarışının saçları, metal folyolarla paketlendi. Bir astronot başlığı kadar büyüdü kafası; insanlık için dev bir adım atmaya hazırlanıyordu sanki. Gülmemek için zor durdum. Birden, yan taraftan bir moda dergisini kulağıma dayadı köfte dudak, “Baksana şekerim, son trend saçlar bunlar. Tiftik tiftik ya havaya havaya.” Koca bir gürültüydü ve düzensiz titreşimler yaratıyordu kulağımda. “Yalvarırım sus artık,” demek istesem de “Pek havalı saçlar,” diyerek başımdan savmaya çalıştım. Saçlarım kurulanırken tekrar döndü, “Çaktım ben ya, yenisin sen buralarda değil mi?” Başımla onaylamış bulundum.
“Yerler seni, dikkat et ha, pek ürkek bakışların.” Yiyecekti bu köfte dudak beni! Nasıl baktıysam, düşündüğümü anlamıştı, “Yemem şekerim yemem, korkma! Hangi rüzgâr savurdu seni buralara bakalım, bir şeye ihtiyacın varsa söyleyebilirsin. Çekinme yani.”
Sahtelik akıyordu dediklerinden, inanmadım.
“Rüzgârın savurduğu falan yok, sokak şarkıcısıyım. Yeniden, bu kentte denemek istedim şansımı, kalıcı bir iş bulana kadar şarkı söyleyeceğim.”
“Ah, sen mi şekerim, şarkı söyleyebilmek, ne harika! Tatlı bir melodisi var sesinin de, söyleyeyim ama bu sevimsiz suratla hayatta olmaz. Şu hüzünlü ifadeni değiştirmelisin, bir arkadaşım, imaj danışmanıdır kendisi, çalışabilirsin onunla.”
Çantasından bulduğu kartviziti, göz kırparak uzattı. Merak etmiyordum. Yarım ağız teşekkür edip sokuşturdum çantama. Aynaya dalıp gittim...
Yüzümde hüzün taşıdığımın farkındayım. Annem, iri üzüm tanesine benzeyen yeşil gözlerime bakıp “İki hüzün tanesi,” derdi hep. Çocuksu sevinçlerimi korudum ama. Duyguları taşıyabilmenin pek çok yolu var değil mi? Arkadaşlarım ağaçların yüksek dallarına tırmanırken ağacın gövdesine yaslı, mırıldanırdım şarkımı. Sesimin titreşimleri, okşar gibi sarmalardı sanki beni. Yine böyle bir gün, sokak kedileri de toplanmıştı başıma, “Papatyaları görüyor musun, solunca ağlıyor musun? Küsme sakın, hayat güzel. Sev beni sev.” Kısılmış gözlerini üzerime dikip kıpırdamadan dinlediler. Gözlerimi sımsıkı kapadım sonra. Yumuşak ezgilerle devam ettim, böyle şarkı söylemeyi hâlâ severim, yüzümün ifadesini de hiç düşünmem.
Köfte dudağa bunları anlatmaya gerek yoktu. Kuaför çırağı, omzumda kalanları fırçalayıp temizledi. Arkamdan ayna tutarken, tiz bir kahkaha daha attı, “Düşün iyi mi söylediklerimi? Biraz coşku, biraz neşe allasen!” Dönüp zoraki gülümsedim.
Dışarı çıktığımda, burnumda amonyak ve yanık saç kokusu vardı hâlâ. Güz yeli yalayıp geçti yanağımı, susmak gibiydi bu sefer. Kalbinin sesini kısan gevezeler, anlayamazlar. Kalp ortada yokken konuşmak kolaydır çünkü. Kapasan da gözünü, susmayan bir tek kalp değil mi?
Çiçek pazarına doğru yürümeye karar verdim birden. Krizantem ve yıldız çiçeklerinin rayihası, tazeler ruhumu. Haftanın üç günü, bu pazarın yakınındaki bir sokak lambasının altında söylüyorum şarkılarımı. Takma isimle, minik bir el ilanı hazırlamıştım ilkin, “Margarita şarkılarını söylüyor.” Neşeli ezgilerle dolu bir repertuvar hazırladım mecburen, dinleyici kitlesini düşünmek zorundaydım. Uzun, ateş kırmızısı bir elbise olur üstümde. Başımda da siyah, melon bir şapka. Danslar edilir gece boyu. “Volare oh oh, cantare oh, oh.”* Aslında sımsıkı kapatmak istiyorum gözlerimi, şarkıların bol kıvrak ritmi engel oluyor ama. Gösteri, ıslık ve alkışlarla son buluyor, “Hey Margarita, harikasın Margarita!” Şapkamı dolaştırmaya başlıyorum sonra. Hayranlık dolu bakışları üzerimde geziniyor. Yaşayabilmek için gösterinin bir parçası kabul ediyorum hepsini, neyse ki şapkam tepeleme parayla doluyor.
Salaş, Hint işi elbisem ve makyajsız yüzümle, başına buyruk dolaşıyordum ya şimdi. Pazara girdiğimdeyse çiçekçi tezgâhları yerinde yoktu. Merak ettim. Soğan kokusu gıdıklamaya başladı burnumu, annemin soğan yahnisinin kokusuydu bu. Yuhalamaları duydum sonra. Sesler, kokularla birlikte çoğalıyor; kalabalık, ellerinde konfeti ve balonlarla bana doğru geliyordu. Şakalaşmalar bir yandan. Toplu iğneyle, birbirlerinin balonlarını patlatmaya başladılar, “Bommm, acımadı ki, acımadı ki!” Kahkahalar, kahkahalar! İnce bir güz yeli dokundu yine. Uçuşan konfetilere, birkaç yaprak eklendi çıtırtılarla. Kalabalığa tesadüfen karışmış, bir güz yaprağından farkım yoktu.
Etraftaki konuşmalardan ‘Ev yemeği bayramı’ olduğunu anladım. Yemek yapmaktan vazgeçenleri özendirmek için mi uydurulmuştu bu bayram? Tencere yemeğine yapılan bunca övgü ve annemin lezzetli yemeklerinin özlemi birbirine karıştı. Kararsızdım. Sonunda yol üstündeki bir dükkândan bir paket konfeti alıp, bıraktım kendimi kalabalığa... Her iki elinin baş ve işaret parmağını birleştirerek, kalp işareti yapıyordu az ötemde. Mavi saçlarıyla çevrelenmiş yüzü, öyle çekiciydi ki! Yaklaştım, “Arkadaş olabilir miyiz?” Yumuşacıktı ses. Yumuverdim gözlerimi. O da ne? Yan cebine sakladığı oyuncak plastik çekici kafama sallayınca, açıldı gözlerim. Mavi saçlarından konfetiler serpiyorum şakacı arkadaşımın. Soğandan yaşarmış gözlerimle, nasıl eğlendim anlatamam.
Tükeniyor konfetiler. Gecenin karanlığına sarındım yeniden. Şarkı söylediğim sokak lambasının yanına getirdi beni adımlarım. Issızlığı duydum. Sokak şarkıcısını burada bile tanıyamazlar ki. Sırtım, taş duvara yaslı, “Kedicikler neredesiniz?” Ellerimi saçlarıma götürüp “Kısacık anlar gibi ama güzel,” diye fısıldadım. Bir şey dokundu sırtıma, güz yelinin yerinden ettiği bir kâğıt parçası, duvarın üstünde sallanıyordu. Loş ışıkta, bir elin sallanışına benziyordu.
“Sahibinden satılık bir kalp; duvarları acıya dayanıklı, dört odacık. Bakmayın incecik duvarlara siz, iyi bir sıvayla hemen kendine gelir.”
Bir an, birileri yine şaka yapıyorlar sandım. Çevreme bakındım, kimse yoktu. Bir daha, bir daha okudum. Duvardan çekip aldım ilanı. Nasıl da ters gelecek türden Acıyokçular’a. Kâğıdın altına kondurulmuş telefon numarasını çaldırdım; kalbim yerinden fırlayacaktı sanki. Kırılgan bir erkek sesi cevapladı telefonu:
“Buyrun.”
“Kalbiniz,” dedim, “mümkün mü görmem?”
“Yarın akşam üstü, kalp pazarında olur mu?”
“Olur, tabii!” dedim, verdiği adresi çantamdan çıkardığım deftere yazarken.
Tam kapatacakken, “Bir dakika, bir dakika lütfen,” dedi, heyecanla. “Kentin arka sokakları karanlıktır, yanınıza el feneri almayı unutmayın olur mu?”
Bekliyorum. Bilmediğim sokaklara dalacağım yarın. Korkmadığımı söyleyemem. Ama kimselerin acısını gösteremediği bu kentte, kalbini ortaya çıkarabilmek az şey değil gibi geliyor. Haksız mıyım? Bunca zaman beklediğime değecek bir kalpse, dolarsa içimdeki müziğin ritmine bir de?
“Sahibinden alınmış öyle acılı bir kalp var ki elimde,” dediğimde başıma bile toplaşırlar belki. Bu sefer hüzün dolu bir ezgi dudaklarımda, “Kalbimde yorgun kurtlar uluyor,”** “Acı var dünyada, hep var,” diye açarken avuçlarımı, buraların yabancısı olduğumu bile unuturum.
*Volare
**Ahmet Erhan
Buket Düzgen
Sevgili Buket Düzgen, öncelikle edebiyat aşığı ve sonrasında İngiliz Dili ve Edebiyatı yüksek lisans mezunu olarak okumaya başladığım her yazıda hayal kurabilmeyi ve oradaymış gibi hissedebilmeyi isterim. Senin ifade biçimine, anlatımının yalınlığına ve o yalınlıktaki sürükleyiciliğine hayran kaldım. Uzun zamanlar sonra bu kadar kısa bir yazı beni başka diyarlara götürmeyi başarabildi ve bunun için teşekkür ederim.
Yazmaktan asla vazgeçmemen dileğiyle.