İki eşiğin arasındaki duvara yaslanmış gördüm onu. Sırtında kerpiç ev yüklü, ayaklarının altı toprak. Yükünün altında küçülmüş, yüküyle birlikte büyümüş. Sığamamış bir odaya, sığdırılmamış.
Dünya bedenime dar geliyor, ruhum bedenime sığmıyor. Dünyaları içine sığdıran dünya, beni dışarıda bırakıyor. İçimde bir harp var. Gözlerim yuvalarından, yüreğim göğüs kafesinden çıkmaya çalışıyor, zihnimdeki hücreler bölünüp beynimin sularında boğuluyor. Savaş meydanından kaçmaya çalışıyorlar. Yangınım onları esir alıyor. İçim ağrıyor. İçimin neresi ayırt edemiyorum. Hava güneşli, hafiften bir yel esiyor. Güneş almıyor karanlık yanım, yel sökmüyor bedenimden karanlığı. Her ev çatısından başlıyor yıkılmaya gözümde, görmek istemiyorum, kaçtıkça bu çöküntüye şahit oluyorum. Evler… Dışından sapasağlam, içinden çöken devler… İçindekilerle beraber miras kalıyor ardındakilere. Çöküntüler. Sanıyorum ki bütün evler acıma ortak, sanıyorum ki hepsi yıkılıyor benimle.
Uzaktan bir eve dalıyorum, çatısından başlayıp beynime kazıyorum evi. Her köşesinden zihnime tutturuyorum evin önündeki ipte asılı duran mandallarla. Bunu neden yaptığımı bilmiyorum. Yeğenim kucağındakilerle evin kapısında dikiliyor, içim boşalıyor onu görünce. Toprak içimdekileri yutuyor. Babası bir kavganın ortasında kalan yeğenimin buralara çakılışını uzaktan izliyorum. Kaderine saplanan kalemi görüyorum alnında. Kumral saçları kararacak zamanla, teni koyulaşacak, dili dönecek, bütün bildiklerini unutacak. Ağlamayacak, zorlanmayacak; o kadar küçük ki bu değişimin farkına bile varamayacak. Yanına yaklaştım, henüz kararmamış saçlarını okşadım. Saçının telince kazandığım sevapla hatırı sayılır günahlarımı kapattım.
“O kucağındakiler ne öyle yeğenim?”
“Okuntu emmi.”
İçim cız etti, yüreğim hop etti, gücüm tükendi. Toprağın üstüne serpilen çiçekler; burnumu, genzimi yaktı. Hanımeli… Baktım, yok etrafta; rüzgârın işi. Kaç bahar dolusu hasretim bu kokuya.
“Kimin oğlum bunlar?”
“Senin emmi.”
“Yok,” dediydim anama. “Olmaz,” dediydim. Toprağa mıhlandım. “Koş Ali, koş!” Koştum. Yağmur üstüme ağladı, rüzgâr saçlarımı karıştırdı, attı aklımın içindekileri yerden yere. Ben koşarken güneş bir açtı bir kapadı. Kaç ağacı sıyırdı gölgem, kaç ağacın gölgesi üstüme düştü bilmem. Gölgelerin arasına sıkıştım, nefesim sıkıştı. Deli Çay kulaklarıma köpürdü, uğul uğul kulaklarım. “Ali bak, bu araziler senin. Deli Çay’ın bağrını yardığı topraklar, bu mis kokulu ağaçlar senin, çiçeği başındaki ağaçlar. İstesen de senin istemesen de.” Koş, koş bitmiyor. Toprağını der top edip buraların, ne de kolay gitmiştim. Fakülte okuyup rengârenk mürekkepler yalamaya. Bu cehalet ne şimdi? Hiç ilim tahsil etmemiş gibiyim, lügatim ilkokul bir. “Dön Ali dön!” Dünya dönüyor, her şey yerinde sayıyor. Yeryüzünün hangi kokusu çarptı burnuma, burnumda çürüdü bilmem. Kaç çalı yırttı gözlerimi, gözümü kanattı bilmem. Kaç hayal geçti zihnimden, kaçı yıkıldı, kaçı ayakta kaldı bilmem. Güneş mi yaktı yüzümü, içinden çıkamayacağım sorular mı çizik attı yüzüme bilmem. Bildiğim her şey bilinmez oldu. Cahil kaldım, hiçbir şey görmemişe döndüm. Döndüm durdum başa döndüm. “Ayşe topu at, Ali topu tut.” Bekle Ayşe bekle!
Koca konağın kapısına dikildim. “Anaaa!” dedim gücümün yettiğince. Kapı sıkı sıkı kapalı. Yukarı çıkmaya çalıştım, merdivenlerin basamakları yığıldı önüme, çıkamadım. Kapı içerden açılsın istedim. Açılırken tüm kapıları aralasın, aralarından kaçayım istedim. Anaaa! Ayşe, ister mi beni? “Ayşe laf olmasın, söz olmasın, dile düşmesin, başkalarının biçtiği hayatı yaşasın Ayşe, el sussun, âlem sussun,” desem diyemem ki. Sustum, susamadım. “Aşı ağacın meyvesinin tadı olmaz; bırak dallarımızda yeşerelim, zorla bağlama bizi,” desem diyemem ki. Sustum, susamadım. Anaa! “Ya ben olmayaydım, evet evet ben yokum, farz edin ki hiç doğmadım,” desem diyemem ki. Ses yok. Kerpiç konak, ağa konağı, bilmem kaç kuşağa barınak olmuş konak tozdu üstüme altında kalmadım, yavaş yavaş yağdı. Her tozu alev oldu aktı üstüme, yaktı. Yandım yandım, yanamadım. Sustum, susamadım. Anaa!
Anamın sesi yukarıdan, açık pencerenin ağzında kabaran tülün içinden geldi. Tül, pencerenin dili… Mavi gözlü pencere göz kapaklarını tülün içinden bir açıp bir kapatıyor. Yengeme ağlıyor anam. Anam dedikçe yengem ağlıyor. Ağıtları konuşuyor, susuyorlar. Nazar, diyor. Anam ihmal etmiş süpürgeyle havadan havadan süpürmemiş evi. Üşenmiş, kekik yakmamış ocakta, üstüne bir ağırlık gelmiş, yığılmış, göz kapakları bile yüzüne yığılmış. Anam ağırlaştıkça o havalanmış olduğu yerde. Yemin ediyor. “Vallahi gördüm,” diyor. Çörekotu asaymış üstüne, soğan kabuğunu yakıp gezdireymiş üstünde, oturduğu yerde otururmuş. Sustu. Yasını sessiz sessiz nazlıyor dilinde.
İlmine güvenmiş babası, kırışıkları düzelmiş diline, bir de belindekine. Çocuğun kucağındakiler azaldıkça, yüreği ağırlaşıyor. Ağırlığınca büyüyor, küçücük bedenine yakışmıyor.
Anam başını uzattı kapıdan. “Bak, Ali bak!” anama baktım. Gözleri köz. Kapıyı içerden açtı, izlerimi kapattı kapı, içimde sevinçler harladı. Baktığım kapının ardından Ayşe odanın birine süzüldü. “Ali adam ol,” dedi anamın bakışları. İnat… Bakışları kendinin, babamın gözleri yok bakışlarında. Bayat… Heybeti kapıdan geniş, dimdik dikiliyor karşımda. Dünyayı yarmış, gerdanına asmış. Burnu gözlerine doğru kalkmış, dudakları mühürlü, kararlı anam, bakışları karalı. Ekemiş anam, ekeyince gencelmiş. Ben ufaldım, fişlerdeki topla oynuyorum ana, okşasana başımı. Büyümedim say beni, büyütmedin say. Kapçığından bir şekeri soy, at hadi ağzıma, sustur beni. Büyüdüm ana, sığmam içime, sığdır beni içine, beni yeniden doğur hadi. Anamın karnı şişti şişti, umutlandım bir an, bir solukta geri indi. Hayıflandım. Ana, ne zaman karar verir oldun sen. Sen susardın, dilini ne zaman ağzına saldılar. Anam sus pus.
Kâr etmemiş hiçbir sözü, arada kalıp bıçağı böğrüne yemiş. Babasının ömrü oracıkta sönmüş. Ağzına bir türkü alıyor yeğenim, yüreğini serinletmeye çalışıyor. Kucağındakilerin yükü hafifledikçe türkünün ezgisi dilinde ağırlaşıyor. Türkünün sözlerinde yaşının iki katı büyüyor.
Ayşe’nin haberi var mı ana? Olmaz ki. Sordunuz mu ona? Sormazsınız. Ayşe’ ye sorulacak sorular yazılmadı daha. Baktınız mı gözlerine? Bakmazsınız. Anaa! O da kadın ya, anlamaz mısınız onu? Anlamazsınız. Anlaşılmadınız. İntikamı birbirinizden alırsınız. Susma ana. Sen susarsın, ben susarım, âlem susar, bu yazıyı kimler yazar.
Dikilsen şimdi karşıma, “Oğlum,” desen diyemezsin. Beni yakan ateş senin de dilini bağlar. Yüreğin taş olur kalkmaz yerinden, seni eritir ama içindeki kayayı bir gıdım oynatmaz. Bağrı taşlı, gözü yaşlı, ana olmaktan çok kadın, kadın olmaktan çok ana anam. İçindeki kayaların arasında can çekişen anam… Sırt sırta verip oynatsak taşları yerinden, üstündeki taşları toplasam üstünden, kurtarsam seni, kurtulsak… Yapamazsın, yapamam. Taşların arasında döner dururuz. Yüklerin kalkarsa üstünden kayar gidersin yardan aşağı, gönüllü hamallığın bundan. Anamın gözleriyle gözlerim savaşıyor, dilimiz ağzımızda hapis.
Ayşe yan odadan çıktı, odama girdi. Hoş geldin Ayşe. Elleri susturdun, iki karış toprakla bir kerpiç konağı süpürdün geldin eteklerinle. Bölündün, ömrümüzü bölüşmek için her yerimizden bölündük. Uykusuz gecelerimin uyuşuk, uyanık günlerimin mahmur uykusu… Gönlümün kendi kendine yanan ateşi… Gözümü üstünden aldığım közüm. Hayalim. Eşiğimi yalayıp odama kararan yazım. Avuçları kınasız, yazgısız oğlanların anası Ayşe. Zamansız geldin, destursuz, gönülsüz. Küllerinden yeniden doğup gönlümdekini öldüren meleğim. Kanayan yerlerime bastığım tuz, pıhtı olup hayatıma atan deli kanım. Yokluğundan kaçtığım varlığından kaçtığım Ayşe. “Bak Ayşe, bu Ali.” Yanmış Ali, sönmüş Ali, başka dallarda çiçeklenip çiçeklerinden solmuş Ali. Her yerinden hayata kırık, seni yakacak senin yaktığın dal Ali. Kaynın Ali. Kocan Ali… Ayşe onun kızı, bunun karısı, şunun gelini, bunların anası. Ahraz. Kırkı çıkmamış, eti daha kemiğinden düşmemiş abi. Allah’ın emri, peygamber kavli…
Biliyor musun Benim Ayşe’m var Ayşe. Sustu. Sen olmasaydın o olmazdı, sen olmasaydın o olurdu. Deniz gibi gözleri var, ben ne renksem gözleri o renk bakar. Gülüşünü bir görsen. Sarımtırak saçları dağılır rüzgârda, yüzünde her teli bayrak açar. Sustu. “Abim ölmüş Ayşe’m,” dedim “buraya gelirken.” Büzüldü dudakları, gelin gibi süzüldü, en çok sana üzüldü. Ayşe’min sana selamı var.
Buket Uçar
Comments