Dünyamın bütün tik taklarını duyumsuyordum. Kolumdaki, masamdaki, çalışma dairemizin duvarındaki (bu Roma rakamlıdır) ve yatak odamdaki komodinin üstünde duran çalar saatimin tik takları. Yatak odamdaki babamın hediyesidir. “Zaman, her şeydir,” diyerek vermişti babam o saati. Hem de öyle Platon gibi, Borges gibi zaman üzerine hiç kafa yormadan söylemişti bu sözü. (Ona göre kutsal söz gibiydi) işte tüm hayatım, bu saatler arasında gidip gelmekle geçerdi. Hepsi de her zaman aynıydı. Ne ileri ne de geri. Ama konumuz babam da değildi şimdi, Platon da… Şimdi konu, kalbimdi. Dakikalar geçtikçe kalbimin atışları saatin tik taklarını geçiyordu. Ne yani şimdi zamanın ötesinde mi yaşıyordum. Saçma. Ama yine de şimdi ölsem, zamanın ötesinde ölmüş olabilirim. Ölmemeliyim. Bu geceyi yaşamadan ölmemeliyim. Kimseye de görünmemeliyim. Özellikle de o adamla yan yana görülmek, sonum olur, sonumun da sonu olur. Çünkü bu halimle ölsem, güzel bir sonu hak ediyor olurum. Çalmadım, çırpmadım, kandırmadım, hep dürüst ve iyi oldum. Bunca yılda kazandığım güzel sonumu neden bir gece için mahvediyorum? Güzel. Son. Gece. Atom Necmi.
Planım tıkır tıkır işlemeli. Tik tak tik tak da işleyebilir. Yeter ki işlesin. Yanlış işin planı doğru işler miydi, baba? Tabii ki hayır. O zaman şerdeki hayrı ne yapacağız. Sorgulama, sorgulama… Saat beş. Hazırım. Ceketimi alıp hiç dikkat çekmeden çıkacağım. Yan masadaki iş arkadaşım. (Arkadaşım değil, iş arkadaşım)
“Bu ne acele, nereye yetişeceksin?” dedi.
Ben, “Hanım bekliyor, yemeğe gideceğiz,” dedim.
“Şu mesele, tamam o zaman tutmayayım. Kadınlar sevmez beklemeyi.”
Kadınlar sevmezmiş… Ulan sen kaç kere doğru düzgün bir kadınla bir şey yaptın. Önce düzgün cümle kurmayı öğren. O öyle denmez, kadınlar beklemeyi sevmez denir. Türkçenin de bir işleyişi var. Sen konuştuğun kadınlar hep tek gecelik, paralı kadınlar onlar. Ben kadınları mı aşağıladım şimdi. Hayır, ben adamları aşağıladım. Herkes istediği işi yapar kime ne? Hem müşterisi olmayan hangi kapı açık kalabilir ki? Kapı. Açık. Ah şu taşra ağzı, gitmiyor dilimden. Konuşma dilimden gitse, düşünce dilimden gitmiyor. Neyse, sen işine bak, kendin gibi konuş. Baban gibi değil. Biraz hızlan. Geç kalacaksın. Bu adama güven olmaz. Atom mudur bomba mıdır… gelmeyeceğim sanıp bırakır gider. Gitmek mi? Öyleleri üç kuruşa kırk takla atar, ne gitmesi, aylarca bekler beni o, para alacak ya… Yine aynı şeyi yaptın. Aşağıladın.
Atom tam zamanında yerinde bekliyor. Bu da mı dakik. Dakik serseri olmaz. Dakik olsaydı beraber çalışıyor olurduk. Bununla yan yana görünmek… Asla. Aferin yanıma hiç yaklaşmadı bile. Tembihlediğim gibi kendi kaldırımından yürüdü. Beni hiç tanımıyor gibi, ben de kendi kaldırımımda. Zaten hayatlarımız da farklı kaldırımlardan gitmiyor muydu? Giderse gitsin. Adamın hakkını da vermek lazım. Tam bir profesyonel gibi. Acaba ben dışardan nasıl görünüyordum. Soğukkanlı bir katil mi yoksa eli ayağı titreyen acemi bir hırsız mı? Ben yine ben gibi, memur gibi görünüyorumdur. Kesin. Planladığımız gibi. Doğrusu, planladığım gibi çünkü Atom’un plan yapacak kafası yoktur. O düşünmeden yaşar. Tam kapının önünde buluştuk. Kapıdan bakınca sadece karanlık görünüyordu. Atom sakindi. Ben heyecanlı. “Evet,” dedim, “söyleyeceklerin varsa söyle.”
Atom, kısa boylu, esmer, biraz yakışıklı biraz da pasaklı bir adam. Bütün illegal işleri bilir. Girmediği çöplük yokmuş. O yüzden de çok kirlidir. Sonu belli olan tiplerden. Annemin akşam ezanından sonra beni hemen eve almasının sebebi, belki bunun gibiler olmasaydı, çocukluk akşamları olacaktı. Şimdi sadece çocukluk sabahlarım var. Yumurtalı. Peynirli.
Atom yerden bitme bir suç makinasıydı. Söze başladı.
“Abicim, öncelikle tok görün. Kendinden emin, işi bilir gibi davran. Acemi olduğunu anlamasınlar. Keşke adını söyleseydin, adınla hitap ederdim sana ama neyse… İçkiye ve kadınlara dikkat et abi. Erkeğiz hepimiz severiz kadınları ama içerde sevginden, erkekliğinden uzak tut kendini.” Bu adam beni kadın görmemiş azgın mı sanıyordu. “Zaaflarımızdan vurulmayalım abim. Ben kalk deyince kalk.” Sen kimsin ki ben senden emir alayım. “Unutma abi, zaaflarımız… Sen gerisini bana bırak.”
Kendimi Atom’a bıraktım. İçeriye, karanlığa doğru yürüdük. Yerin iki kat altına indik. Bodruma. Rutubet kokusu hissettim. Kirlilik kokusu. İlerledikçe karanlığın dağıldığını gördüm. Bir kapıdan daha giriyorduk. İçerdeydik. Sanki tünelden çıkan futbolculardık. Yok yok gladyatör. Arenaya çıkıyorduk. Karşımızda seyirciler. Öfkeli, heyecanlı, bağırıp duran kalabalık seyirciler. Ölüm, ölüm diyorlardı. Ya Atom benim kellemi uçuracaktı ya ben Atom’un son gördüğü adam olacaktım. Ne Atom öldü ne de ben. İkimizde kumarhanedeydik. Işıklar, masalar, kadınlar (hepsi özel seçilmiş gibi), içki kadehleri, sayılar, adamlar… Utanmalı mıydım? Babamdan, annemden, karımdan, arkadaşlardan… Arkadaşlar beni karımla biliyordu, karım arkadaşlarla yemekteyim sanıyordu. Ayıptı bu. Yalandı. İşte kötülükler de böyle çoğalıyordu. Peki ben kime nutuk çekiyordum. Sorgulamamalıydım.
Yeraltı dünyasındaydım. Buranın da kuralları vardı. Güzel mi güzel bir kadın bize gülümseyerek önümüzden geçti Atom, “Aldanma abi, herkese gülümsüyor onlar. Onların işi bu. Paralı gülümseme yani,” diyerek uyardı beni. Güzel bir işti, gülümseyerek para kazanmak. Ama onursuzca. Sahte. Samimiyetsiz. Ben de gülümsemiyor muyum daireye gelenlere, annenin senin için uygun bulduğu karına. Tarafsız ol. Aşağılama kadınları. Atom’la birlikte büyük bir rulet masasına oturduk. Masanın etrafa adamlarla doluydu. Üstünde ise para yerine geçen pullar. Bir de masaya kazınmış sayılar. Sıfırdan otuz altıya kadar sayılar. Yarısı siyah yarısı kırmızı. Sadece sıfır yeşil. Neden? Var mıdır bir hikmeti? Atom, “Şimdi abicim, bu sayılar üzerine bahis yapacağız. Karı çarkı döndürecek. Para koyduğumuz sayıya gelirse kazanacağız. Bire otuz altı verir. Ona göre…” Bu kadar kolay mıydı yeraltında kazanmak? Atom, sanki beni duymuşçasına, “Ama bu kadar kolay da değil tabi. Öyle olsa herkes kazanırdı. Ama bak herkes kazanamıyor. İşin ilmini bileceksin. Şans bir yere kadar.” Masa başındaki herkes kaybetmiş gibiydi. Hüzünlüydüler. Düşünceli. Umutsuz. Ama heyecanlı. Evet, belki de tüm her şey sadece bunun içindi.
Çark döndü, beyaz top yeşil sıfırın üzerinde durdu. Sıfır. Yeniden başlamak için harika değil miydi? Ne öncesi vardı ne sonrası. Kazandık. Atom, “Sıfırdan sonra, 32, 35, 2, 26 çok gelir abi,” dedi. Söylediği sayılara koyduk paraları. 35 geldi. Kazandık. Atom gururlandı. Çarkın her dönüşünde sanki biraz daha azalıyor ama biraz daha da çoğalıyor gibiydim. Tuhaf bir histi. Atom için mesele kazanmaktı sadece. Sayıları bildikçe kendiyle övünüyordu. Başka neyi vardı ki zaten. Bu onun varoluş biçimiydi? Varoluş… Bırak şimdi bunları. Burada kim takar senin varoluşunu. Taşra, taşra… Acaba Kumarbaz’ı okumuş mudur?
Saat on bir olmuştu. Belki de ilk defa bu kadar uzun süre saatime bakmamıştım. Sadece sayıları düşündüm. Çarkı izledim. Heyecanlandım da… Atom’un yüzü gülüyor. Bu kazandığımıza işaret. Ya karım. Meraklanmıştır şimdi. Ah karıcığım arkadaşlarla bir türlü sohbeti bitiremedik. Laf lafı açtı. Hastır ulan ordan. Terbiyeli konuş kendinle. Seçimlerine saygılı ol. Kimseye hesap vermek zorunda değilsin. Yalan söylemeye de ihtiyacın yok. Bundan sonra böyle ulan. Evet, kumar oynadım. Donuma kadar da kaybettim. Haydi yat uyu şimdi, karışma bana. Uyuyacak. Arkasını dönecek. Bana yakıştıramayacak. Bana. Ben’e değil.
12 geldi. Kırmızı üstüne yazılmış 12’nin üstünde durdu top. Ama üzerinde pul yoktu, kaybettik. 12, uğurlu numaramdı. Okul basket takımında giydiğim formanın numarasıydı. Çocukluğumun en büyük heyecanıydı, maçlara çıkma, alkışlanmak, hatta son sayıyı da ben atacaktım ve maçı kazanacaktım. Omuzlarına alacaklardı beni. Sevdiğim kız gelip yanağımdan öpecekti. Müthiş bir havam olacaktı okulda. Alkışlar, tebrikler, parmak ile göstermeler… dersler bitsin de antrenmana gideyim diye saniyeler sayardım. İlk gizli işimdi. Heyecanlıydı. Gizlice kahraman olacaktım. Sonra çıkacaktım annemin babamın karşısına, kazandım, başardım diyecektim. Ama babam daha önce çıktı karşıma, antrenmana girip, çıkardı beni dışarı. Üzerimden de 12 numaralı formayı. Kahramanlık hayal olmuştu. Sınıf birincisi olmuştum. Babamın, gurur kaynağı. Atom, “şans bizden yana abi, kazanıyoruz” dedi. On iki gelecek dedim Atom’a. Paranın çoğunu 12 numaraya koyduk. Top on ikinin üstünden geçip yanındaki 28 numaraya düştü. Atom üzüldü. Ben, tepkisiz kaldım. Yirmi sekiz yaşımdayken babam ölmüştü. O zaman da tepkisiz kalmıştım. Ne üzülmüştüm ne de sevinmiş. Annem günlerce ağlamıştı. Ben günlerce susmuştum. Memur ve mağrurdum.
Atom, kolumdan tutup, “İstersen kalkalım abi, hâlâ kârdayız,” dedi. Paranın tamamını yine 12 numaraya koydum. Atom koymak istemedi. Direndi. Atom’a biraz para verip susturdum. Bütün parayı gururla 12 numaraya koydum. Attım üzerimdeki bütün giysileri, sözleri, öğütleri, kitapları, akılları, babamı, karımı, müdürümü, trafik lambalarını, hukuk kurallarını, verilen sözleri, edilen yeminleri, kutsalları, hocaları… gözlerimi kırpmadan izledim beyaz topun çark üzerindeki dönüşünü. Sanki, sanki bana dönüyordu. Dönüp dolaşıp benim üzerimde duracaktı. 28’in üstünde durdu. Giysiler üstümde kaldı, sözler aklımda.
Atom, “Ne gerek vardı abi artistlik yapmaya. Ne güzel kazanıyorduk. İyi mi oldu şimdi. Bak bütün paranı kaybettin. Kalk dedim ben sana. Bilirim ben bu işleri. Önce verir sonra alırlar. Kaybetmeden kalk dedim sana,” dedi. Bir şey diyemedim Atom’a. Sustum. Ama içimdeki his konuş diyordu. Başla diyordu. Başlamak için mükemmel bir geceydi. Kaybetmiştim. Bu bana uzak bir duyguydu. Kaybetmiş olmanın farkında olmak duygusu. Tercihlerinden dolayı kaybetmek. Kaybetmeden önce yaşadığım heyecan. Heyecan sırasında duyduğum mutluluk. Başlamalıydım. Atom’a dönüp, “Mesele kazanmak değildi, oynamaktı, 12 numara ile oynamak,” dedim.
Burak Çavuş
Kommentare