Öykü- Burak Bayar- Devlet Yol İdaresi
- İshakEdebiyat
- 30 Haz
- 6 dakikada okunur
On yıldır her öğle arası olduğu gibi yine koridorda iki tur atıp terasa sigara içmeye çıktım. Koridorlarımız o kadar büyüktür ki ikinci turda yorulur ve sigaranızı içtikten sonra mesainize dönersiniz. Yıllar geçtikçe tur sayınız bile sabitleşir artık. Bugün daha fazla veya daha az tur atayım demezsiniz. Dikkatli sayarsanız her günkü adım sayınızın bile aynı olduğunu biraz da ürpererek fark edersiniz.
Oysa buraya geldiğim ilk gün her şey ne kadar da bilinmezdi. Her yıl üç kişinin geçebildiği sekiz aşamalı sınavın ilk günü ne kadar da heyecanlanmıştım. O zamanlar İdare’ye girebilmek için üç yabancı dil bilmeniz, sıralamadaki en iyi üç fakülteden birinden mezun olmanız, kendi yaptıkları sınavdan ilk üçe girmeniz gerekiyordu.
İdare ülkenin ulaşım merkezi konumundaki bir şehirde bulunmaktaydı. Görevi ülkedeki tüm yolları yapmak ve bakımını sağlamaktı. Devasa bir alana kurulmuş bu beton yığınını ilk görüldüğünde en yeşilci kişide bile hayranlık uyandırırdı. Simsiyah binanın üstüne altın kaplamayla yazılmış Devlet Yol İdaresi yazısı yazılmıştı. Siyah renk hem devletin asaletini ve kuruluş gayesi olan yolun ham maddesi asfaltın rengini, altın kaplama yazı ise İdare’nin ülkeye sağladığı refahı simgeliyordu.
Altın kaplamalı yazıya bakarak uzun bir yürüyüşün ardından binanın içerisine girerdiniz. Yol boyunca polisler sizi dikkatlice süzer, bu süzme girişte uzun süren bir aramaya dönüşürdü. Retina ve parmak izi taraması sonrasında günlük olarak aldığınız kartla içeriye girerdiniz. İçeride sağlı sollu yan yana dizilmiş odalar, görüş mesafenizin ilerisinde de uzanmaya devam ederdi. Bunun yirmi üç kat boyunca yukarıya gittiği bir bina düşünün.
İlk iş günüm için on yedinci kattaki dört yüz doksanıncı odaya gitmem söylenmişti. Odayı bulmam uzun sürse de etrafı hayranlıkla inceleyerek insanları gözlemliyordum. Herkesin siyah takım giymek zorunda olduğu bu iş yerinde kimse bana bakmıyordu. Herkes kafasını önüne eğerek ilerliyordu. Hiç kimsenin konuştuğunu da duymadım. Bu durumdan tedirgin olsam da üst katlarda durumun değişeceğini düşündüm.
On yedinci kat, dört yüz doksan numaralı odanın önünde durup yavaşça kapıyı tıklatarak girdim. İçerisi boştu. Çantamı koyup dolaşmaya başladım. Sade ve ürpertici odada iki büyük dolap, bilgisayar, masa ve sandalyeden başka bir şey yoktu. Camdan dışarıya baktığımda petrole batmış pis şehrin silueti görünmekteydi. Yer yer işleme tesislerinin bacalarından çıkan dumanlar yükselerek manzaraya iç karartıcı bir hava veriyordu.
Odada birinin beni karşılayacağını düşünmüştüm ama gelen giden yoktu. Masama yerleşip bilgisayarımı açtım. Bilgisayarın açılmasıyla karşı duvardaki fark etmediğim ekran açıldı. Amirim olduğunu sonradan anladığım bir kadın konuşmaya başladı. Donuk bir şekilde yapmam gerekenleri söylüyordu. Yüzünde hiçbir ifade yoktu. Konuşmasını kendisine her zaman amir diye hitap etmem gerektiği emriyle bitirdi.
Amirle her sabah ve akşam bu şekilde konuşacaktık. Diğer kişilerle iletişimim de bu şekilde olacaktı. Kurumdaki herkes bir şey söyleyeceği zaman ekrana bağlanıp söyleyecekti. Öğle yemeği vaktinde bir saat koridorda dolaşma iznim vardı. Amir hiyerarşide benden üstte kendisinin ve bir de büyük amirin olduğunu ayrıca amirler konseyinin olduğunu fakat onlarla zaten hiçbir şekilde görüşmeyeceğimden bahsetti. Kendisini tanıtırken Stanford’dan mezun olduğunu her soruyu çekinmeden kendisine sormam gerektiğini bildirdi. Diğer çalışanlarla iletişim kurmam yasaktı. Koridorda karşılaşsam dahi yere bakarak devam etmem, hiçbir şekilde iletişim kurmamam emredilmişti.
İdare binasından çıkış hakkımız yoktu. Yirmi dört saat görevliydik. Odanın içerisinde küçük bir oda, yatak odası olarak dizayn edilmişti. Orada yatıp kalkacaktık. Amire ilk sorum bununla ilgili olmuştu. Biz ne zaman eve gidecektik? Amir bu soruyu duymazdan gelerek cevap vermedi.
Amirim çok güzel bir kadındı. Kusursuz bir cildi, sarı saçları ve beyaz teniyle her ekrana çıktığında başka bir şeyle ilgilenmeme imkan olmuyordu. Siyah takım giymek zorunlu olmasına rağmen tek bir kıyafeti bu kadar çeşitli şekilde nasıl giydiğini hep merak ederdim. Onu görmek istiyordum ve bunun yolunu bulmayı kafama koydum.
İdare’de yapılacak yollar için diğer kurumlarla yapılan yazışmalar işimizin büyük kısmını oluşturuyordu. Kimi zaman yol yapılması için çeşitli talepler gelir, kimi zaman yapılan yolların bakımı için birileri yazar kimi zaman da yolda olan kazalarla ilgili bizden hesap sorulurdu. Tüm bunların yazışmalarını bizim birimimiz yapardı. İlk hafta İdare’ye alışmam için iş verilmedi. Sonrasında amir görevimin yazılan yazıların virgüllerini kontrol etmek olduğunu söyledi. Yazılan yazıların hepsi bana gelecek ve ben bu yazılardaki virgül işaretlerinin doğru kullanılıp kullanmadığını kontrol edecektim. Ayrıca noktaları, noktalı virgülleri, üç noktaları, kesme işaretlerini vs. kontrol edecek başka kişilerin de olduğunu öğrendim. İşin basitliği garibime gitse de amirimin işleri sorgulamamam gerektiği uyarısı aklıma geldi, bu sorgulama işini başka bir zamana bırakarak odama alışmaya karar verdim.
Hayatım çok hızlı şekilde bir rutine girmişti. Sabah beşte kalk, tıraş ol, kahvaltı, iş, öğle arası, paydos, akşam yemeği, duş, TV, uyku. Hiçbir zaman anlamadığım şey de hâlâ mesai saatlerinin olmasıydı. Sonuçta yirmi dört saat binadaydık, her zaman işler yapılabilirdi. Mesai saati diye bir şey olmasa da olurdu. Bu durumu ilk an fark etmeme rağmen amirime bahsettiğimde sanki imkansız bir şeyden bahsediyormuşum gibi dalga geçti. Şaka yaptığımı zannetti. Mesai saatlerine o kadar bağlılardı ki işe beş dakika gecikmek rüşvet almaktan daha büyük bir ahlaksızlıktı. Kimin ne kadar iyi çalıştığının birinci göstergesi saatlere uyup uymamaktı. Mesai saatlerini sorgulamak en büyük disiplin suçlarından biriydi. Ben de bu konuyu bir daha aklıma getirmemeye çalışarak bu salaklığa ömür boyu katlanmaya karar verdim.
İdaredeki diğer bir tabu da kıyafetlerdi. Siyah takım giymek zorunluydu. Bir gün kravatıma kahve döktüğüm için çıkarıp lavaboya kadar gitmek istediğimde aniden uyarı butonunun yandığını gördüm. Odama döndüğümde amirim ekranda tepinerek bağırıyordu. Kurumda ekrandaki birbirimizden başka kimseyi görmüyorduk ki kıyafetin ne önemi vardı? Amir kravatın bu mesleğin namusu olduğundan benim namussuzluk yapmamam gerektiğinden bahsediyordu. Ben de o günden beri on yıldır kravatımı çıkaramadım. Otuz yıldır bir gün bile gömleğini ütüsüz giymediği ile övünen büyük amirimin seviyesine ulaşmama daha çok vardı.
Aralıklarla performansımız notlanıyordu. Bazen düşük bazen yüksek notlar alırdım sanki fark edermiş gibi. Amirimle ilk kavgamız hasta olduğum zaman hastaneye gitmek için izin istememle başladı. “Özel işlerini işine yansıtmamalısın, bu hiç profesyonelce değil,” gibi bir cevap almıştım. İyi de ben yirmi dört saat işteydim, izin almadan nasıl hastaneye gidecektim. Donuk yüzüyle yine geçiştirdi. Günlerce ağrıyan vücudumla o boş yazıların virgüllerini düzeltmeye devam ettim.
Amirle aramızda değişik bir gerilim hattı vardı. Sürekli beni azarlıyordu ama ben ona hiçbir şekilde kızamıyordum. Kendisine hayranlık duyuyor, beni sevmesini istiyordum. İçimde onu görmek için büyük bir istek vardı. Yıllar geçse de hiçbir şekilde yaşlanmıyordu. Ben aynada yüzümün kırışıklıklarına bakarken o her gün aynı canlılıkla karşımdaydı. Bir şekilde onu görmeliydim. Bir gün acil bir durum yaratıp odasına gitmeliydim. Odası nerede bilmesem de yıllarca ekrandan ona bakarken bazı ipuçları edinmiştim. Penceresinin baktığı açı bizim koridorumuzun çaprazında olduğunu, yüksekliği ise üst katlarda olduğunu gösteriyordu. Bir gün ekrandayken telefonu çaldığında karşı tarafın Sn. Yedi Yüz Kırk … dediğini duydum. Bu da üst katlarda olduğunu doğruluyordu.
Kendisine ulaşma isteğim biraz ona lan hayranlığımdan biraz da yıllardır bu belirsizliğe son verme ihtiyacımdan kaynaklanıyordu. Bir odada hapsolmuş gibiydim. Gerçi keyfim yerindeydi, her ihtiyacım karşılanıyordu. Banka hesabımda her ay altı haneli birikimlere ulaşıyordum. Ha bunları kullanma imkanım olmasa da olsun. Dışarıda insanlar açlıktan ölüyordu. Ben burada harika bir kariyer sahibiydim. Yazıların virgüllerini düzeltiyordum.
Ama işler, geçen yıllar boyunca o kadar rutine bağlanmıştı ki hiç bir yazı içeriğini okumuyordum. Sadece şekilsel olarak bakıp virgül düzeltmelerini yapıyordum. İnsanın içindeki macera duygusu bazı kişilerde bitmiyordu. Aniden istifa etmeye karar verdim ama bunu da ekrandan yapmak istemiyordum. Amirin yanına gidip hem onu görme amacımı gerçekleştirmek istiyordum. Böylece tamamen özgür olacaktım. Kendisine bunu ekrandan dersem önlem alır ve ona asla ulaşamazdım. Gizlice odasına ulaşacaktım.
Her sabah katı temizlemeye birileri gelirdi. Öten kart okuyucudan bunların geldiği anlaşılırdı. Kartlarına ulaşıp üst katlara ulaşmak çok zor görünmedi gözüme. Zaten istifa edeceğime göre kurallara aykırı davranmam çok da sorun olmazdı. Ertesi gün koridora gelen temizlikçinin yanındaydım. Yüzüme bile bakmıyor, hiç konuşmuyordu. İşler nasıl gidiyor gibi anlamsız sorularıma cevap yoktu. Bunu bahane ederek kavga çıkarıp o anki hengamede kartı boynundan çekip aldım. Seni amirine şikayet edeceğim, düzenbaz dememle aniden oradan uzaklaştı. Beklediğimden kolay olmuştu. Kart iptal edilmeden hızlıca yukarıya giden merdivenlerde kartı okuttum, açılır kapanır kapı açıldı. Hızlıca katları çıktım. Yedinci kata girdim. Yedi yüz kırklı odaları çok uğraşmadan buldum. Yedi yüz kırk birden başladım. Girerek deneyecektim bulmayı. Dört yüz kırk bir açılmadı kilitliydi. Kırk iki de kırk üç de… Hepsinin kilitli olduğunu düşünerek umutsuzluğa kapıldım. Buraya kadar gelmişken hepsini denemek istedim.
Yedi yüz kırk yediye geldiğimde kapı açıktı. İçeri girer girmez heyecanlanmıştım. Amirin sesi geliyor, biriyle konuşuyordu ama masaya baktığımda masa boştu. Ses ekrandan geliyordu. Amir yine ekrandaydı. Beni görünce şaşırdı. Önce çok sert azarlarla orada olmamam gerektiğini söylese de aniden paniklemiş anlamsız konuşmalara başlamıştı. Bir süre sonra ekran cızırdayarak kapandı. Odada yalnız kalmıştım. Ne yapacağımı bilmeden bekledim. Galiba birazdan beni gelip buradan alacaklar ve cezamı vereceklerdi. Sonra ekran tekrar cızırdayarak açıldı. Bu sefer beton gibi sert birisi bana sesleniyordu.
“Tebrikler, amirliğe terfi ettiniz. Artık virgül, noktalı virgül, üç noktaları kontrol edenleri kontrol etme görevine sahipsiniz. Eşyalarınız gün içerisinde bu odaya nakledilecektir. İyi çalışmalar dilerim.”
Ellerim başım arasında masaya oturdum. Uzun uzun boş ekrana baktım. Saatlerce…
Burak Bayar
Comments