İshakEdebiyat
Öykü- Burak Uyak- Dedemin Sandığı
Ben Dostoyevski değilim, babamı kalemle öldüremem, bu yüzden bir baltaya ihtiyacım var. Bir bıçak da bu işi görebilir ama onun acısız ve hızlı bir ölümü hak ettiğini düşünüyorum, çünkü o bu dünyadaki en iyi baba. Bir diyaliz makinesine bağlı olarak ölmeyi yakıştıramıyorum ona. Annemi de bu yüzden öldürdüm zaten. Bir baltayla değil ama kafamın en ücra kuytularında. Dayanabildiği kadar dayandı bana, babama ve onun diyaliz makinesine bağlı bitimsiz acılarına. Keşke yerçekimi kuvvetine de dayanabilseydi, çamaşır suyuyla ıslattığı balkondan kayıp savrulduğu an havaya. Dayanamadı. Bu yüzden altmış beş yaşında ve sıcak yatağında kalp yetmezliğinden öldürdüm onu, kalbi dünyalara bedeldi ama.
Bir süredir benim kalbim de kriz içerisinde. IMF’nin kemer sıkma politikalarıyla çözülemeyecek kadar derin bir kriz hem de. Daha annemin kırkı çıkmadan, hiç hesapta yokken âşık oldum. Haliyle aşkın hesap kitap dinlemediğini de öğrenmiş bulundum. Keşke bu kadarını öğrenmekle yetinebilseydim ama evren gibi öğrenmenin de bir sonu yok fakat Nevin’in elini sıkıca tutan Çağdaş’ın bir sonu var, mutlaka olmalı. Ve o sonu da ben yazmalıyım. Sanırım mutlu sonları sevmediğim için bir balta da Çağdaş için sipariş edeceğim. Sonuçta bir kere âşık oldum ve âşıklar beni anlar. Bana kalırsa Çağdaş için böyle bir ölüm tasarlamam çok normal, çünkü hiçbir âşık yaşamı ve ölümü olduğu gibi, dikensiz yollarla kavrayamaz. Bu yüzden cehennemine giden yolun taşlarını baltayla döşeyeceğim Çağdaş’a.
Annemin zamansız ölümüyle yaşam katlanılmaz bir hâl almıştı. Onun yokluğunda babamla daha yakından ilgilenebilmek için işyerinden aldığım izinlerin sayısı artınca patron beni işten çıkarıp tazminat yerine de bol bol nasihat verdi. Kaldı ki elim de kupa bardaklara kulp takmaya pek yatkın değilmiş zaten. Böylece işten kovulmama bir kulp takılmış ve seramik sektöründeki kariyerim sona ermiş oldu. İlk birkaç hafta sağdan soldan, arkadaşlardan borç aldığım paralar da suyunu çekince kısa yoldan köşeyi dönme hayali kuran her işsiz genç gibi çareyi üzeri yeşil örtülerle kaplı illegal kıraathane masalarında, bir de unutmadan Müslüm Baba’da aradım, çünkü feleğin cilvesine, hayatın sillesine, dertlerin cümlesine itirazım vardı.
Yaklaşık bir ay önce bu itirazlar ve çaresizlik, beni tefecimin kapısına kadar sürüklemiş, bir kefil bulamadığım için de imzaladığım senetlerin altına, “Eğer ödemeler zamanında yapılmazsa işbu senedin sahibinin böbrekleri bütün kullanım hakkıyla tefecisine devrolunacaktır,” şeklinde sözlü bir şerh daha düşülmüştü. Ben yiğit değilim ama harbiden kamçı gibi bir etkisi oluyor bu borcun. İlk taksitimi ödemekte gecikince kamçının faizi ikiye katlanmış, güncellenen meblağ ve tarih tarafıma sms ile bildirilmişti. 12 Mart ve on bin lira. Milenyum çağında muhtıralar böyle veriliyor işte.
Tefeciden kalan son birkaç lirayla karşıma çıkan ilk bakkaldan iddia eki olan bir gazete, bakkaldan birkaç tüyo ve üç bira alarak eve geçtim. Benimkilerde yok ama böbrek taşına çok iyi geliyormuş bira. Borcuna sadık birisi olduğum için en kötü ihtimalleri düşünüp tefecimi mağdur etmemek adına, ona taşsız, telaşsız bir böbrek bırakmayı ödev saydım. Böylece hiç olmazsa verdiğim sözlerden bir tanesini tutmuş olabilirdim. Bu yüzden eve varır varmaz aldığım biraları içmeye başladım. İlk defa içtiğimden olsa gerek önümdeki iddia bültenini bir türlü bütün bütüne göremiyordum. Bülten önce ikiye, sonra dörde ayrılıyor, bildiğin mayoz bölünme yaşıyordu. Biraz hava almanın iyi geleceğini düşünerek buz gibi bir Mart akşamında kendimi dışarı attım. Annem gibi uçuyor muydum yoksa yürüyor muydum bunun ayırdına bir türlü varamıyordum. Ne ara Tuzla’dan Pendik’e geldiğimi anlamadan gözlerim karşımda duran özel okulun, “Çalışmak Özgürlük Getirir” yazılı neon tabelasına takıldı. İşte Nevin’i ilk defa bu tabelanın altında arkadaşlarıyla bağırıp çağırırken görmüştüm. Zaten onu gördükten sonra da her şeye kör oldum. Bu okulda çalışan bir öğretmen arkadaşlarının haksız yere işten çıkarılmasını ve özel okullarda çalışan öğretmenlerin özlük haklarının ve çalışma koşullarının düzeltilmesini talep eden sakıncalı sloganlar atıyorlardı. Daha önce bu tür sloganları sadece Beşiktaş Kapalısı’nda duyan biri olarak ister istemez onlardan yükselen sese kulak kabarttım. Ellerinde taşıdıkları dövizlerde, “Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası” ve #TabanMaaşHakkımız gibi şeyler yazıyordu. O an bizim seramik camiasının da bu tür bir sendikaya ihtiyaç duyduğunu hızla kavradım ve zaman kaybetmeden ilk sloganımı hazırladım. #KulpsuzKupalarHakkımız.
Efsunlanmış gibi Nevin’e bakmış olduğumdan sanırım beni sivil polis zannetmişlerdi. Oysa ben, o an, tam da orada, sadece sivil bir âşıktım. İçlerinden yanıma ilk gelen de Çağdaş’ın elini bıraktıktan sonra Nevin olmuş, caddeden geçen herhangi biri olduğumu anlayınca da elime bir broşür tutuşturmuştu. Broşürde yok yoktu, bizim öğretmen sandığımız insanların çalışma koşulları Auschwitz’deki Yahudilerden halliceymiş meğer. Daha şanslı olanlarınsa kısmen azat edilmiş Roma kölelerine koşut şartlarda çalıştığını söyleyebilirim. O an Nevin’e ve arkadaşlarına bu şartları reva gören birinin benim kinimden nasibini almaması mümkün değildi. Bu yüzden artık sadece seramik sermayesinden değil özel okul patronlarından da nefret ediyordum. Hey gidi Devrimci Hayati! Şu diyaliz makinesinden kalk da gör, senelerce beceremediğin şeyi Nevin öğretmen birkaç saniye içerisinde becermiş ve oğlunu tek bir tebessümle emekçi safların yanına katmayı başarmıştı. Bense zaman kaybetmeden elimdeki broşürden Nevinlerin sendikasının Kadıköy’de Yeldeğirmeni semtinde olduğunu öğrenmiş ve bu semte git gel ziyaretlerimi sıklaştırmıştım. Değirmenin yeli Nevin’e değdiğinden olsa gerek buraya her gelişimde lavanta kokuları duyuyordum, bu yüzden tefeciden aldığım para suyunu çekene kadar her hafta Nevinlerin sendikaya leylak çiçekleri gönderdim, ayıp olmasın diye diğer öğretmen arkadaşlarına da temsili bir karanfil. Babam kimi eylem ya da anmalardan çoğu zaman elinde karanfil çiçekleriyle dönerdi eve. Sanırım bu çiçeğin devrimciler için özel bir anlamı vardı.
Çağdaş hariç diğer öğretmenlerin mücadelelerini asla küçümsemiyordum ama Yeldeğirmeni’ndeki öğretmenler hayali yel değirmenlerine karşı değil özel okulların sahibi olan patronlara karşı savaşıyorlardı ve patronlarla girdiği her savaşı kaybeden biri olarak benim gözümde hepsi birer umutsuz vakaydı. Bundan bir ay kadar önce onların varlığından haberdar olduğum ilk zamanlarda sayıları çok azdı fakat Nevin’e baktıkça gözümde çoğalıyorlardı. İnanılır gibi değil ama şimdi Nevin’siz de bir Âdem denizi gibiler ve sanırım kimi patronlar o denizin dalgalarında boğularak çoktan can verdi bile. Bir aydır eylemlerini, daha doğrusu Nevin’i uzaktan takip ettiğim için aralarında hala sivil polis olduğumdan şüphe duyanlar var. Bana kalırsa insanlar önce kendi yüreğindeki sivil polisi söküp çıkarmalı, sonuçta başkaldırmanın ve özgürlük talebinde bulunmanın ilk adımı böyle atılır. Babam söylemişti.
Alkolün etkisinin azalmasıyla üşüdüğümü fark ediyorum. Bir an önce eve dönmeliyim. Travmalarımı bir kenara bırakırsak askerlikten geriye kalan tek şeye, Casio marka saatime, bakıyorum. Saat gecenin üçü. Hava çok soğuk, ısınabilmek için dünyamın en güzel Arabistan’ını düşünüyorum, kâr etmiyor. Şaşıp kalıyorum. Ellerim cebimde gerisin geri eve doğru yürümeye başlıyorum. Cebimde sadece ellerim var, ceplerim bomboş, ellerim bomboş. Neden sonra cebimden çıkartıp böbreklerimin üzerinde gezdiriyorum ellerimi. Güneş söktükten sonra bir daha onlara dokunamayacak olmam ihtimali geliyor aklıma, çok ürküyorum. Yine de soğuk ağır basıyor ve ellerimi tekrar ceplerime gömüyorum.
Saatlerce yürüyorum. Önce bizim dört katlı bina gözüküyor sonra da Allah’ın belası balkonu. Mavi demir kapısından içeri giriyorum, merdivenlerden koşar adım yukarı çıkıyorum. Çok çişim var. Evin kapısını açtığım gibi tuvalete ışınlanıyorum. Su gibi saydam çıkıyor çişim. O kadar tazyikli işiyorum ki klozetin içi birkaç saat önce içtiğim bira şişeleri gibi köpürüyor. İşemenin verdiği anlık gevşeme sona erince yeniden bir üşüme geliyor. Evin içerisinde berbat hayatımdan başka yakacak hiçbir şey yok. Ne yaptığımdan emin adımlarla balkona yöneliyorum. Sanki annem oradaymış gibi, bana sarılınca çözülecekmişim gibi. Fakat balkonda sadece dedemden yadigâr bir sandık var. Üzeri yeşil renkle boyanmış. Sandığı açıyorum, içerisinden çıkan baltayla sandığı un ufak ediyorum. Ondan arda kalan odunları sobaya atıyorum. Önce bakkaldan aldığım iddia ekini, sonra da onunla odunları tutuşturuyorum. Isınmaya çalışıyorum. Bu esnada evin telefonu çalıyor, ahizeyi kaldırıp kulağıma götürüyorum. Telefondaki ses soruyor, “Turgut Kaya ile mi görüşüyorum?”
“Evet,” diyorum.
“Maalesef Hayati Bey’i kaybettik,” diyor. Soba cayır cayır yanıyor ama bir türlü ısınamıyorum.
Burak Uyak