Ben Dostoyevski değilim, babamı kalemle öldüremem. Bu yüzden bir baltaya ihtiyacım var. Bir bıçak da bu işi görebilir ama onun acısız ve hızlı bir ölümü hak ettiğini düşünüyorum, çünkü o bu dünyadaki en iyi baba. Bir diyaliz makinesine bağlı olarak ölme ihtimalini yakıştıramıyorum ona. Annemi de bu yüzden öldürdüm zaten. Bir baltayla değil ama kafamın en ücra kuytularında. Dayanabildiği kadar dayandı bana, babama ve onun diyaliz makinesine bağlı bitimsiz acılarına. Keşke yerçekimi kuvvetine de dayanabilseydi, çamaşır suyuyla ıslattığı balkondan kayıp savrulduğu an havaya. Dayanamadı. Bu yüzden altmış beş yaşında ve sıcak yatağında kalp krizinden öldürdüm onu, kalbi dünyalara bedeldi ama.
Bir süredir benim kalbim de kriz içerisinde. Daha annemin kırkı çıkmadan, hiç hesapta yokken âşık oldum. Haliyle aşkın hesap kitap dinlemediğini de öğrenmiş bulundum. Keşke bu kadarını öğrenmekle yetinebilseydim ama evren gibi öğrenmenin de bir sonu yok fakat Nevin’in elini sıkıca tutan Çağdaş’ın bir sonu var ve o sonu ben yazmalıyım. Sanırım mutlu sonları sevmediğim için bir balta da Çağdaş için sipariş edeceğim. Sonuçta bir kere âşık oldum ve âşıklar beni anlar. Bu yüzden cehennemine giden yolun taşlarını baltayla döşeyeceğim Çağdaş’a.
Annemin ölümüyle hayatım katlanılmaz bir hâl almıştı. Onun yokluğunda babamla daha yakından ilgilenebilmek için iş yerinden aldığım izinlerin sayısı artınca patron beni işten kovmuş, tazminat yerine de bol bol nasihat vermişti. Kaldı ki elim de kupa bardaklara kulp takmaya yatkın değilmiş. Sonuçta işten kovulmama bir kulp takılmış ve seramik sektöründeki kariyerim sona ermiş oldu. Paralar suyunu çekince çareyi önce illegal kıraathane masalarında, sonraysa Müslüm Baba’da aradım, çünkü feleğin cilvesine, hayatın sillesine, dertlerin cümlesine itirazım vardı.
Bu itirazlar ve çaresizlik beni tefecinin kapısına sürüklemiş, kendime bir kefil bulamadığım için de imzaladığım senetlerin altına sözlü olarak “Eğer ödemeler zamanında yapılmazsa işbu senedin sahibinin böbrekleri bütün kullanım hakkıyla tefecisine devrolunacaktır,” şeklinde bir şerh daha düşülmüştü. Ben yiğit değilim ama borcun kamçı olduğunu söyleyebilirim. İlk taksiti geciktirince kamçının faizi ikiye katlanmış, güncellenen meblağ ve tarih tarafıma sms ile bildirilmişti. On bin lira ve 12 Mart. Milenyum çağında muhtıralar böyle veriliyor.
Tefeciden kalan son kuruşlarla karşıma çıkan ilk bakkaldan iddia eki olan bir gazete, birkaç tüyo ve üç bira alarak eve geçtim. Benimkilerde yok ama böbrek taşına iyi geliyormuş bira. Ne olur ne olmaz diyerek tefecimi mağdur etmemek için ona taşsız, telaşsız bir böbrek bırakmayı ödev saydım. Bu yüzden eve varır varmaz aldığım biraları içmeye başladım. İlk defa içtiğimden olsa önümdeki iddia bültenini bir türlü bütün bütüne göremiyordum. Bülten önce ikiye, sonra dörde ayrılıyor, bildiğin mayoz bölünme yaşıyordu. Biraz temiz havanın iyi geleceğini düşünerek kendimi dışarı attım. Annem gibi uçuyor muydum yoksa yürüyor muydum bunun ayırdına bir türlü varamıyordum. Ne ara Tuzla’dan Pendik’e vardığımı anlamadan gözlerim karşımda duran özel okulun “Çalışmak Özgürlük Getirir” yazılı neon tabelasına takıldı. İşte Nevin’i ilk defa bu tabelanın altında, arkadaşlarıyla bağırıp çağırırken görmüştüm. Zaten onu gördükten sonra da her şeye kör oldum. Bu okulda çalışan bir öğretmen arkadaşlarının haksız yere işten çıkartılmasını kınayan ve özel okullarda çalışan öğretmenlerin çalışma koşullarının düzeltilmesini talep eden sakıncalı sloganlar atıyorlardı. Daha önce bu tür sloganları sadece Beşiktaş Kapalısı’nda duymuş biri olarak ister istemez seslerine kulak kabarttım. Ellerinde taşıdıkları dövizlerde “Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası” ve #TabanMaaşHakkımız gibi şeyler yazıyordu. O an bizim seramik camiasının da bu tür bir sendikaya ihtiyaç duyduğunu kavradım ve zaman kaybetmeden ilk sloganımı hazırladım. #KulpsuzKupalarHakkımız.
Efsunlanmış gibi Nevin’e baktığımdan beni sivil polis zannetmişlerdi. Oysa ben, o an, tam da orada, sadece sivil bir âşıktım. İçlerinden yanıma ilk gelen Çağdaş’ın elini bıraktıktan sonra Nevin olmuş, caddeden geçen alelade biri olduğumu anlayınca da elime bir broşür tutuşturmuştu. Broşürde yok yoktu, meğer özel okul öğretmenlerinin çalışma koşulları Auschwitz’deki Yahudilerden halliceymiş. O an Nevin’e ve arkadaşlarına bu şartları reva gören birinin benim kinimden nasibini almaması mümkün değildi. Artık sadece seramik sermayesinden değil özel okul patronlarından da nefret ediyordum. Hey gidi Devrimci Hayati! Şu diyaliz makinesinden kalk da gör, senelerce beceremediğin şeyi Nevin Öğretmen birkaç saniye içerisinde becermiş ve oğlunu tek bir tebessümle emekçi safların yanına katmayı başarmıştı.
İlerleyen günlerde elime tutuşturulan broşürden Nevinlerin sendikasının Kadıköy’de, Yeldeğirmeni semtinde olduğunu öğrenmiş ve bu semte git gel ziyaretlerimi sıklaştırmıştım. Değirmenin yeli Nevin’e değdiğinden olsa buraya her gelişimde lavanta kokuları duyuyordum, bu yüzden tefeciden aldığım para suyunu çekene kadar her hafta Nevinlerin sendikasına leylak çiçekleri gönderdim, ayıp olmasın diye diğer öğretmen arkadaşlarına da temsili bir karanfil. Babam kimi anmalardan karanfil çiçekleriyle dönerdi eve. Sanırım bu çiçeğin devrimciler için özel bir anlamı var.
Çağdaş hariç diğer öğretmenlerin mücadelelerini küçümsemiyordum ama Yeldeğirmeni’ndeki öğretmenler hayali yel değirmenlerine karşı değil özel okulların sahibi olan patronlara karşı savaşıyorlardı ve patronlara karşı girdiği her savaşı kaybeden biri olarak benim nazarımda hepsi birer umutsuz vakaydı. Bundan bir ay kadar önce, onların varlığından haberdar olduğum ilk zamanlarda sayıları çok azdı yine de Nevin’e baktıkça gözümde çoğalıyorlardı. İnanılır gibi değil ama şimdi Nevin’siz de bir âdem denizi gibiler ve sanırım birçok patron o denizin dalgalarında boğularak can verecek. Bir süredir eylemlerini, daha doğrusu Nevin’i uzaktan takip ettiğim için aralarında hala sivil polis olduğumdan kuşkulananlar var. Bana kalırsa insanlar önce kendi yüreğindeki sivil polisi söküp atmalı, sonuçta başkaldırmanın ve özgürlük talebinde bulunmanın ilk adımı böyle atılır. Babam söylemişti.
Alkolün etkisi azalınca üşüdüğümü fark ediyorum. Bir an önce eve dönmeliyim. Travmalarımı saymazsak askerlikten geriye kalan tek şeye, Casio marka saatime bakıyorum. Gecenin üçü. Hava çok soğuk, ısınabilmek için dünyamın en güzel Arabistan’ını düşünüyorum, kâr etmiyor. Şaşıp kalıyorum. Ellerim ceplerimde gerisin geri eve yürüyorum. Neden sonra ceplerimden çıkartıp böbreklerimin üzerinde gezdiriyorum ellerimi. Güneş söktükten sonra onlara bir daha dokunamayacak olmam ihtimali geliyor aklıma, ürküyorum. Yine de soğuk ağır basıyor ve ellerimi tekrar ceplerime gömüyorum.
Saatlerce yürüyorum. Önce bizim dört katlı bina gözüküyor, sonra da Allah’ın belası balkonu. Mavi demir kapısından içeri girdikten sonra merdivenlerden koşar adım çıkıyorum. Evin kapısını açtığım gibi tuvalete ışınlanıyorum. Su gibi saydam çıkıyor çişim. O kadar tazyikli işiyorum ki klozetin içi saatler önce içtiğim bira şişeleri gibi köpürüyor. İşemenin verdiği gevşeme sona erince yeniden bir üşüme alıyor. İçeride berbat hayatımdan başka yakacak hiçbir şey yok. Emin adımlarla balkona yöneliyorum. Sanki annem oradaymış gibi, bana sarılınca çözülecekmişim gibi. Fakat balkonda sadece dedemden yadigâr bir sandık var. Kapağını kaldırdıktan sonra içerisinden çıkan baltayla sandığı un ufak ediyorum. Arta kalan odunları sobaya atıyorum. Önce bakkaldan aldığım iddia ekini, sonra da onunla odunları tutuşturuyorum. Isınmaya çalışırken telefon çalıyor, ahizeyi kaldırıp kulağıma götürüyorum. Karşıdaki ses soruyor, “Turgut Kaya ile mi görüşüyorum?”
“Evet,” diyorum.
“Maalesef Hayati Bey’i kaybettik,” diyor. Soba cayır cayır yanıyor ama ben bir türlü ısınamıyorum.
Burak Uyak
Comments