Sabaha dek durmaksızın yağan yağmurun şehri temizlemeye yetmediği bir gündü. Çöpünü bidonlara atmaya üşenenlerin yırtık poşetlerinden sızan pis su, mahalleyi tekmil siyaha boyamıştı. Boyanan yerlerden yükselen kesif koku uyuyanların kötü kötü rüyalar görmesine sebep oldu. Bunların başında da Melahat geliyordu. Gördüğü rüyanın etkisiyle kan ter içinde kalmıştı Melahat. Saate baktı. Epey uyuduğunu görünce yayına sığmayan ok gibi fırladı yataktan. Terden sırılsıklam olmuş atletini çıkardı. Teferruatlı banyo yapamazdı şimdi. Bir iki tas su dökünse yeterdi. O da öyle yaptı, ne olur ne olmaz diye bir de abdest aldı. Annesinin kızlığında öğrettiği gibi, üç ağzına üç burnuna. Bir taraftan da ne giyeceğini düşündü uzun uzun. Abdest alırken karar verdiği kenarlarından iplikler sarkan, işlemeli pahalı hırkasını giydi önce. Şöyle bir alıcı gözle baktı kendine. Pek güzeldi be…Ani karar değişikliğiyle çıkardı tonla para saydığı hırkayı, konu komşu laf ederdi neme lazım. Dolaptaki en eski neyi varsa rengine, uyumuna bakmadan geçirdi sırtına.
Birbirine yapışık, her biri diğerinin ışığını kesen eski evleri geçti birer ikişer. Ne kadar zaman geçti böyle anlamadı hiç. Durağa vardığında son zamanlarda sık sık yaptığı gibi saate baktı yine. Hafif pembeye çalan altın saatine. “Rose altın diyorlarmış bunlara. Modaymış. Parasına bakma, hangisini istiyorsan al,” demişti Rıfat kendinden emin. Havası biraz da mahallenin kuyumcusunaydı Rıfat’ın, belli. Bu yaşına kadar aldığı her şeyin fiyatına bakan, kelepir düşürmek için mağaza mağaza dolaşan Melahat, Rıfat’tan aldığı güçle saatin en pahalısını seçmişti. Rose altın dedikleri kolundan çıkarmadığı şu anki saati.
“Altın işini burada halledelim, kıyafet için de çarşıya ineriz,” demişti Rıfat sonra. Sahiden de bonkör davranmıştı adam. Melahat bir istediyse, o iki almıştı. O an için senaryosunu birlikte yazdıkları filmin başrolü gibiydiler. Onlardan mutlusu yoktu sanki dünyada. Burunlarının ucuna bile bakmadıkları için onlara öyle geliyordu ya da. Otobüsten gelen, ineceği durağı haber veren anonsla bölündü Melahat’ın düşünceleri. Koca göbekli adamların bir kaçına çarparak, bazısına da mecbur sürtünerek zar zor indi otobüsten.
Heyecandan mı, sıcaktın mı anlamadı boncuk boncuk terledi. Evden çıkarken değiştirdiği atleti sırılsıklam oldu, esen rüzgarla birlikte buz kesti sırtı. Dişleri çarpsa da birbirine aldırmadı Melahat. Terin yakıcı tuzu gözlerine doldu sonra. Yaşaran gözleriyle mezar taşlarını okudu. Ne çok ölen var, bize sıra gelene kadar mezarlıkta yer kalmayacak, dedi içinden. Dikenli yolları, sahipsiz olduğu kenarlarından sarkan örümcek ağlarından belli mezarları geçerek Rıfat’ın mezarına ulaştı. “Ahh be!” dedi. Daha geçen yolmuştu pıtrakları, temizlemişti her yeri. Yine dolmuştu mezarın üstü. “Neyse,” dedi, az önceki serzenişin hemen ardından. Yanında getirdiği ameliyat eldivenini eline geçirip temizledi mezarın sağını solunu. Yeni aldığı çiçek fidelerini, morlu yeşilli menekşeleri kondurdu. Bozulup bozulmadığını tam hatırlayamadığı abdestiyle üç kulhuvallah bir elham okudu. İşini bitirince geldiği yolu, gerisin geri döndü.
Eve vardığında akşam ezanı okunuyordu. Midesinden gelen tuhaf uğultularla ağzına dolan acı sudan anladı acıktığını. Canı yemek yemek istemedi. Daha doğrusu hazırlamaya üşendi. Ekmeğinin arasına domates peynir koyacakken tam kapı çaldı.
Tavuk suyuna çorba yapmıştı yan komşu Hayriyanım teyze. Elinde bir kâse çorbayla kapıda dikiliyordu buruşmuş, buruşukluğunu kabul etmediği derin çizgilerine dolan fondöteninden anlaşılan yaşlı kadın. Çorbanın mis gibi kokusu odaya hücum etti birden. Ağzı sulandı Melahat’ın. “Ne zahmet ettin Hayrıyanım teyze,” döküldü biçimli dudaklarının kenarından.
“Yok kızım ne zahmeti. Bilmiyor muyum kaç zamandır yemek memek yapmıyorsun,” dedi yaşlı kadın. Cevap vermedi Melahat. Hayrıyanım’ı içeri buyur ettikten sonra bir sigara yaktı. Cevap vermek isteyip veremediği anlarda hep böyle yapardı. Öyle bir çekti ki dumanı içine, sigara yarı yerine geldi. Ciğerleri indirim sonrası talan edilmiş mağazalara döndü. Kesik kesik öksürdü sonra Melahat.
“Sarma sigara işte öksürtüyor böyle,” dedi.
Kafasını sallamakla yetindi Hayriyanım. Bir gün öncesinden içildiği renginden belli buruşuk izmaritlere, kül tabağının içinden salonun ortasına atlayarak intihar eden küllere, bulaşığı üzerinde kuruyan tencerelere, bağımsızlığını ilan ederek kanepelerde gezinen çamaşırlara, her biri diğerinin üzerine fırlatılmış kıyafetlere bakan Hayriyanım pek bir üzüldü. Daha fazla dayanamadı, “Kendine gel artık Melahat!” dedi sert bir şekilde. Ses tonunda emir veren bir ifade hakimdi.
“İç sıkıntından kurtulmak için başka bir sıkıntıya sarılıyorsun, anlıyorum da, Rıfat bey pek yaşlıydı be kızım. Arkanızdan babası mı bu dediklerini işittim, kaç sefer. Yalan yok, acıyordum sana. Baban yaşında herif! Allah’tan çocuğunuz olmadı. Ya olsaydı ne yapacaktın? Çocuk dede mi diyecekti babasına? Rıfat Bey ölüp gidince yetim büyütecektin başka işin yokmuş gibi. Hem yetim çocuk büyütmek kolay mı sanırsın? Hem baba olacaktın hem ana. Bırak artık şu matemi. Gençsin, güzelsin. Nice kısmetler çıkar karşına. Yaşı kendine yakışana bak kızım. Bak benden söylemesi, aklını başına al…”
Diyeceklerini tamamlayan Hayriyanım, yaşlı kadınların kullandığı, üç harfli marketler zincirinde satılan ekşi kokulu parfümünü savura savura gitti.
“Şu parfümü bir daha sıkma! Başımı belaya sokacan,” demişti üvey babası Melahat’a. “Kasap İsmail’in çırağını görmüşler, arkandan derin derin nefes almış. Belli işte seni koklamış it. Senin de hoşuna gitmiştir Allah bilir. Orospu mu olacan başıma? Sıçtırma parfümüne de sana da”
Bıkmıştı Melahat, şer yuvası mahalleden, yoksulluğu kokusundan belli sokaktan, evinden, ağzından salyası burnundan sümüğü eksik olmayan kardeşlerinden, kazandığı paranın yüzünü göremeden daha buhar olup uçmasından. Madem çekirdeklerini ayıramıyordu bu hayatın en iyisi çiğneyip tükürmekti. O da öyle yaptı. Üvey babası parfümüne sıçmadan, çalıştığı fabrikanın göbekli patronu Rıfat’a “evet” dedi, kızgın güneşin istediği olmayan kaynana gibi kızarıp bozardığı gün. Yanındaki kızların, mahallelinin dediklerine hiç aldırmadı. Kasap İsmail’in kara gözlü çırağını ise saniyesinde unuttu. Dışarıdan bakılınca oldukça acıklı gözüken bu evliliğe en çok üvey babası sevindi. Melahat’ın düğün eşyaları alınırken kendi eşyalarını yeniletmeyi, karısına süt hakkı yirmişer gramdan dört burma bilezik aldırmayı ihmal etmedi.
Evliliklerinin ilk günleri pembe gitmişti her şey. Melahat görmediği yemekler yiyor, adını bile söyleyemediği markalarla tanışıyor, bir canım iki cicimle istediği her şeyi aldırıyordu yaşlı kocasına. Melahat istedikçe Rıfat alıyor, o aldıkça yenisini istiyordu. Dolaplar alınanları taşımıyordu artık. Ne var ki yetmiyordu bunlar. Doğan günle yeni umutlar doğmuyordu Melahat’ın dünyasına. Pembe anıları, eprimiş pijamanın gri havlarına döndü zamanla. O havaların battığı gibi batmaya başladı Melahat’a. Rıfat’ın prostatı, konuşurken ağzından fırlayan takma dişleri, takma dişlerin arasından tıslar gibi çıkan “s” harfi. Fena mı olurdu şimdi yanında olsa kasabın çırağı? Boyu boyuna denkti, yaşı yaşına. Görenler baban mı diye de sormazdı.
Birbirinden puslu hayallerin dumanında karanlık mazisine daldı Melahat. Nefes almak için dışarı çıktı. Avluya. Nefes almaktan kastı, evde içince ayrı açık havada içince ayrı keyif veren ağır tütünle sarılmış kaçak sigaraydı. Sigarayı ekmek yer gibi yerken, gözü kapının önündeki ayakkabılara takıldı. Rıfat’ın pahalı bir mağazadan aldığı, Melahat’ın hiç beğenmediği bok sarısı ayakkabılarına. Geçmişle şimdi arasına sımsıkı bir düğüm atan, köprü vaziyeti gören ayakkabı bağcıklarına.
O bağcıklar değil miydi? Melahat’ın şimdiki zamana geçiş yaparken bir tekmeyle yıktığı?
Evet, evet ta kendisiydi. Zil zurna geldiği bir gecenin, zifiri karanlığında bağlayamadığı bağcıklarına basıp kafasını şuradaki mermere çarpmamış mıydı Rıfat?
“Adam can havliyle bağırırken ağzından fırlamamış mıydı dişleri?”
Melahat duyduğu halde duymazdan gelmemiş miydi?
Derin bir ah çekti Melahat. Rıfat’ın önce şiddetli, sonra kısıla kısala sessiz bir haykırışa dönüşen sesini kulağından defetmiş, adamın boğuk boğuk çıkan iniltilerini bastırsın diye son ses açtığı oyun havasında, zengin kocasını havadaki rüzgâra savurmuştu. O anı gözlerinin önünden sildirmek için çok uğraşmıştı Melahat. Ne var ki tonla para saydığı bilinçaltı temizlikleri, terapiler işe yaramamıştı. Unutmak istedikçe daha fazlasını hatırladı. Rıfat’ın ağzından çıkan köpükleri, yana tarafa mısır püskülü gibi düşen cansız kolunu, açık giden fersiz gözlerini. Hepsini. Hafızasının altın tarafına, derinlerine bir yere gömmek istedikleri en ufak bir rüzgârda gün yüzüne çıkıyordu işte böyle.
Tam da o an inceden bir rüzgâr esti yine. Bir şeyler hatırladı Melahat.
Ne diyordu o günkü açtığı oyun havasında?
Gelene Roma’yı, gidene kınayı, sana Ankara’yı yakarım…
Bak aklına geldi. Önümüzdeki hafta sonu Rıfat’ın Ankara’daki arsalarının satışı olacaktı. Müteahhit ikide bir arayıp duruyordu. Söylediğine göre iyi para ediyordu arsalar. Kim bilir kaç para kalacaktı? Ellerini ovuşturdu gülerek. El aleme matem havasındaymış rolü oynayacak, suratını eciş bücüş yaparak ağlamaya çalışacak diye bir sürü kaz ayağı oluşmuştu göz kenarlarında. Kırışıklıklar suratına daha fazla yuva yapmadan botoks yaptırması gerekiyordu. Acilen. Botoks parası çıkmıştı. Sadece botoks mu? Kalan parayla kendine yeni bir surat bile yaptırabilirdi. Vallahi şanslıydı vesselam. Vakit kaybetmeden sosyal medyadan güzellik salonu aramaya girişti Melahat. “Ne yapayım? O gün ölmese bile tez vakitte zaten ölürdü,” dedi. “Benim yüzümden mi yani? O da içmeden gelseymiş eve.”
Arsadan kendine düşecek payın hesabını yetmeyen matematiğiyle yapmaya çalışırken uykuya daldı Melahat. Derin bir uykuya.
Burcu Karacan Gündüz
Comments