Her şey, Daisy’nin¹ papatya toplamasıyla başladı. Baharın başlarında kafeteryanın dışında oturuyorduk ve kır çiçekleri kocaman futbol sahasının dışına dek taşmıştı. Nergisler, yaban havuçları ve beyaz taç yaprakların göbeğindeki yumuşacık sarılarıyla papatyalar. Sandviçlerimizi bitirmiş, çimlerin arasında kıpır kıpır yerimizde duramıyorduk. Daisy bir papatya koparıp “Seviyor, sevmiyor, seviyor, sevmiyor,” diye fal bakmaya başladı. Son yaprak sevmiyor çıkmıştı ki çiçeğin sapını da sayabileceğini ve falının tutması için kalan parçayı omzunun üstünden atması gerektiğini söyledik ona.
Gerçekte sapın falda sayılmadığını biliyorduk ama aynı zamanda çocuğun onu sevdiğini de düşünüyorduk. Daisy ve Brett henüz on altı yaşlarında sanki yirmi, kırk hatta seksen yaşlarında aradıkları kişiye rastlamış gibi davranan liseli çiftlerinden biriydiler. Birbirlerine nasıl baktıklarını, koridorlarda rastlaştıkça bakışlarıyla bilinçsizce nasıl “Seni seviyorum,” dediklerini duymuştuk. “O fal baktığın çiçek,” dedik, “ne dediğini bilmiyor.”
Fakat öğleden sonra, Amerikan tarihi beşinci periyodundaydı, çocuk onu sevmekten vazgeçti.
Bu kadar hızlı hem de. İspanyol-Amerikan Savaşı konusunda birlikte çalıştıkları bir test vardı. Soruları bölüşmüş ve cevapları paylaşacak bir sistem kurmuşlardı. Öğretmen sıraların arasında devriye gezerken Daisy, Brett'in omzuna kalemiyle dokundukça San Juan Hill Savaşı'nın tarihi için oldukça umutsuz bir haldeydi. Sonunda Brett ona katlanmış bir kâğıt parçası verdi ama kâğıtta yazan, okuldan sonra onunla otoparkta buluşmak istediğiydi. “Bence arkadaş olmalıyız,” dedi, ilk kez seviştikleri Econoline minibüsüne yaslanmış halde. İlk sevişmeleriydi ve her ikisi için de öyleydi. “Eğer istersen. Ama artık görüşmememiz gerektiğini düşünüyorum.”
“Seni seviyorum,” dedi Daisy açıklıkla.
Omuz silken Brett, “Seni seviyordum. Artık istemiyorum. Ne olduğunu bilmiyorum ama artık sevmiyorum,” dedi.
***
Brett'i, onun kalpsizliğini, aceleciliğini, garip gaddarlığını analiz etmek için günlerce uğraştık. “Buna inanamıyorum,” dedi Daisy. Biz ise sanki bu tür bir şok ya da kalp kırıklığı, reddedebileceğimiz duygularmış gibi üzülerek onu onayladık. Ama iki hafta sonra Brett’in üniversite ceketini başka bir kızın dolabında görünce, inanç üstüne dediklerimiz için kendimizi aptal hissettik. Haberi öğle yemeğinde Daisy'ye verdik. Brett sadece bir sahtekardı, sıradan bir oyuncuydu o, ortaya çıkmıştı işte. Rahatlayacağını düşündük. “Bunun bir gün olabileceğini hiç anlayamamışım,” diye ısrar etti. “Okuldan sonra her gün birlikteydik oysa.” Etrafımızda kır çiçeklerinin en sonuncuları kalmış, güneşte kırışıyor ve soluyorlardı. Daisy ellerini kucağında tutuyordu.
Öğle yemeği sırasında konuşacak başka şeyler bulmaya çalıştık. Otomatlardan gazlı içecekler aldık, evden sandviç getirmiştik ve her gün bir iki parça meyve dışında hiçbir şey yemeyen Callie için endişelendik. Bir gün canı sıkılan Zora, Callie'nin elmasının sapını kopardı. Sapı büküp kıvrımları saymaya başladım. A, B, C, D ve kıvrım X harfine varıncaya dek, alfabenin neredeyse tamamını zikredip şarkı söyledik. X, en kötü harfti ve Zora'nın, adı X ile başlayan biriyle evlenme olasılığı neredeyse imkansızdı.
“Şey, benim ismim Zora,” dedi o, “yani her şey mümkün. ”
O gün, altıncı dönem biyolojisinde öğretmen, okulumuza yeni transfer olmuş, Xavier adında bir öğrenciyi tanıttı ve Zora'yı çocuğun laboratuvar ortağı olarak seçti. O öğleden sonra Zora bizle dolaplarımızın yanında buluştuğunda gözleri Petri tabakları kadar genişti. “Bugün sizle takılamam,” dedi, “bir randevum var kızlar.”
Öğleden sonraları oğlanın evine, hafta sonları sinemaya ya da alışveriş merkezine gidiyorlardı. Oğlanı pek sevmiyorduk, çünkü artık Zora'yı neredeyse hiç görmüyorduk. Ancak mutlu görünüyordu. Sonra, bir sabah dersi kırmamızı ve CVS mağazasından çaldığı hamilelik testi yapacağı üçüncü kattaki banyoda buluşmamızı istedi. Nedense testi evde yapmak istememişti. Kutuyu ebeveynlerinden nasıl saklayacağından emin değildi ve zaten bildiği sonucu gördüğünde yalnız kalmak istemiyordu.
“Onunla evlenmek zorunda değilsin,” dedik Zora’ya, “bebek sahibi olmana gerek yok. İstemediğin hiçbir şeyi yapmak zorunda değilsin.”
Ama final haftasında nişanlandılar. Annesi herkese, gerdek duşu için biberonlar, çocuk bezleri, bebeğe hazırlanmaları için pişik kremleri gibi pratik ama iç karartıcı hediyeler getirmelerini söyledi. Zora için hiçbir şey yoktu. Annesi keki dilimlemek için mutfağa gittiğinde o, “Xavier bebeği gizlememi bile istemedi,” dedi. Ne söyleyeceğimizi bilemiyorduk.
Evlerinden ayrıldık ve tekrar kız olmak, piknik masalarına oturmak ve bahar korosu konserinden şarkılar söylemek için Dairy Queen'e gittik. Oynadık, daha iyi bir şey var mıydı ki? Doğruluk mu cesaret mi? Isabel'in arabasında bir not defteri vardı ve bir Mash oyunu hazırladım. Çocuklar ve kocalarla ilgili geleneksel kategorileri bir kenara bıraktım. Bunun yerine evlerin, işlerin, lüks eşyaların listelerini oluşturdum. Saçma ve imkânsız gelecekler istiyorduk. Sayılar yazdık, sonuçları hesapladık.
“Offf," dedi Isabel, “bir kulübede kapıcı olmam gerekirdi.”
“Ama en azından bir yüzme havuzunuz var,” diye sayfada gösterdik.
O gece bizi gözyaşları içinde aradı. Ailesi onu ön kapıda karşılamış, konuşmak için kanepeye oturtmuş. Babası aylar önce işini kaybetmiş ve yıl sonu ikramiyesi de yokmuş. Sonunda yeni bir iş bulmuş ama eski maaşının üçte birine. Isabel'i endişelendirmemeyi umuyorlarmış ve rakamların bir şekilde işe yarayacağını düşünüyorlarmış ancak ocak ayından beri eve ödeme yapmamışlar. Hatta banka bugün fotoğraf çekmeye eve gelmiş.
“Ama nereye gidebiliriz ki?” diye sordu Isabel.
“Büyükannen, ” dediler, hani arka bahçesinde bir konuk evi olan. Isabel yeri biliyordu. Kabarmış boyaları, sızdıran çatısı, dev gibi büyümüş çalıları, uzayıp cephe kaplamasının altına girmiş ve kaplamaları kaldırmaya başlamış dallarıyla. Çocukken o ve kuzenleri pis pencerelerden içeri bakmaya bile cesaret edememişlerdi. Konukevi, yosun ve küfle yeşile boyanmış eski, boş yüzme havuzunun yanındaydı. Isabel'in ailesi, “Bu yaz evde büyükanneye yardım edeceğini söyledik,” dedi ve eklediler, “biliyorsun ki, artık her şeyi temiz tutmak onun için zor. Kalmamıza izin vermesi bile çok büyük bir lütuf”
Telefonda Isabel bunları söylemek zorunda bile değildi. Yüzme havuzu. Kapıcı. Salaşlık.
***
Temmuz ayında bir gece, arabası satıldığı için onu aldık ve ilçe fuarına gittik. Callie dışında hepimiz fil kulağı² yedik ve sonra hepimiz hatta Zora bile, Kusmuk Kuyruklu Yıldızı'na gittik. Daisy, Brett'i yeni kız arkadaşıyla orada gördü, sırf onun dikkatini dağıtmak için, mumyalanmış bir keçi olduğunu bildiğimiz halde canavarı görmek için fazladan ödeme yaptık. Canavarın yanında eski bir çingene barakası gibi boyanmış bir karavan vardı ve yan tarafında, “Lady Luella’nın Tarotu” yazılmıştı. Callie'yi içeri girmeye teşvik ettik.
Dersimizi almamıştık çünkü falcılıktan korkmak, kaderimizin söylenebileceğine gerçekten inandığımız anlamına geliyordu. Bu, geleceğimizin bizi bir yerlerde beklediği anlamına da geliyordu ve tuzaklar yemlenmiş, çoktan kurulmuştu. Geceleri yatak odamda oturup Magic 8-Ball'a, Dartmouth'a³ girip giremeyeceğimi sorduğumda, Outlook'un o kadar iyi olmadığını söylemesi doğruyu söylediği anlamına geliyordu. Ya da okulda benden hoşlanan biri var mı diye sorduğumda kaynaklarının “hayır” dediğini söylüyordu. Ya da bir gün bir kitap yayınlayıp yayınlamayacağımı sorduğumda “çok şüpheli” yazıyordu.
Magic 8-Ball’ı ne zaman komodin çekmeceme koysam sinirli olurdum ve hemen geri çıkartırdım. Olumlu yanıt almayı ummadığım halde aynı soruları tekrar tekrar sorardım çünkü orijinalin ne olduğunu hatırlayamayacak kadar çok yanıt toplamak, tek cevabı güvenilmez bulmamdandı. 8-Ball'u o kadar sık ileri geri döndürürdüm ki boyada kabarcıklar belirmiş, pencerenin önünde toplanıp neredeyse kaderimi gizlemeye başlamıştı. Gözlerimi kısarak köpükten baktım, sonra daha çok çalkaladım. Her şeyi bilmek istiyordum ve belki de istemiyordum.
“Korkak olma,” diye cesaretlendirdim Callie'i ve ona tarotu okuması için on doları verdim ki hayır deme sebebi kalmasın.
Sonsuza kadar hissettirdiği bir şey için karavanın içindeydi ve dışarı çıktığında artık konuşmuyordu. Yüzünden yaşlar akıyordu ve Daisy, mobil tuvaletten mendil getirmek zorunda kaldı. Callie, “Sadece eve gitmek istiyorum,” dedi ve arabayı o sürdüğü için hepimiz onula gittik. Isabel’i, Daisy’yi ve Zora'yı bıraktı, arabada ikimiz kaldık. Callie ve ben ilkokuldan beri arkadaştık. Henüz diğer kızlarla tanışmadan önce, daha pop turta, patates kızartması yediği, büyük boy tişörtler giydiği zamanlardan beri tanışıyorduk. Leydi Luella'nın söylediklerini bana anlatmasını bekliyordum. Ama hızla evimizin yolunda sürdü ve arka koltuktan öne geçmem için fırsat bile vermedi. Garajın yanına yanaştı ve inmemi bekledi.
“Kadın ne dediyse artık,” dedim ona, “bunlar ne doğru ne de gerçek.”
Callie dikiz aynasından göz teması kurduğunda bakışları bir hayvanınkine benziyordu ve yol ortasında sersemlemiş bir halde dikiliyordu. Her ne geliyorsa doğrudan ona çarpacaktı ve bunu önlemek için hiçbir şey yapamayacaktı.
***
O sonbahar Callie hala meyveden başka bir şey yemiyordu ve antrenmanlarda yeterince dayanıklılık gösteremediği için çim hokeyi takımından atıldı. Baldırları çubuk gibiydi. Dizleri, yüksek beyaz çorapların üstündeki elmalar gibi şişti. Ailesi onu okuldan alıp bir kliniğe yatırdı. Ziyaretine gittik ve Leydi Luella'nın ona ne söylediğini tekrar sorduk. Kollarını göğsünün üzerinde kavuşturdu ve başını salladı. Dudakları çatlamış ve kurumuştu. Kış tatilinde, ailesi onu Noel için eve getirdiğinde, bir şişe uyku hapı yuttu. Onu zamanında bulamadılar.
Yatak odamda Magic 8-Ball'u ellerimde terleyene kadar tuttum. “Orada mısın?” Alnımı plastiğe bastırarak mat üst kısma sertçe sordum. Merkezi ısı yeniden başladı ve yatak odamın havalandırma deliğinden çıkan hava, sıcak bir nefes gibi ıslık çaldı. Leydi Luella size bunun olacağını söyledi mi? Yavaşça 8-Ball'u ters çevirdim.
Cevap anlaşılmıyor, tekrar deneyin.
“Olacağını söylediği için mi gerçekleştirdin?”
Cevap anlaşılmıyor, tekrar deneyin.
“Bu benim hatam mı?”
Şimdi söylememek daha iyi.
***
Ocak ayında bodrum katımda buluştuk, Daisy ve Isabel ve ben. Isabel’in ailesi kulübeden çıkıp bir daireye taşınmıştı, ama burası farklı bir okul bölgesinde olduğundan onu pek göremiyorduk. Zora'yı davet etmiştik ama bebeği sadece birkaç haftalık olduğu için bütün bir akşam için ayrılamayacağını düşünüyordu. Dahası, büyülü şeylerle, fal işleriyle ilgilenmediğini söyledi. Böyle şeylerin bebeğinin hiçbir tarafına dokunmasını istemiyordu.
Dolaptan bir cadı tahtası çıkardık. Isabel defterinden üç sayfa kâğıt yırttı. Her birimiz bir soru yazdık.
“Cadı tahtası senin,” dedi Daisy, “ne soracağını ilk sen seç.”
“Sen misafirsin,” dedim, “sen seç hadi.”
“Sen,” dedi Isabel, “bu tür şeyleri hep seversin.”
Katlanmış kağıtları açtım. Daisy yazmıştı, bunu gerçekleştiriyor muyuz? Isabel, “Gelecek değiştirilebilir mi?” diye yazmıştı. Onlara yazdıklarımı göstermeyi hayal bile edemiyordum: Dartmouth? Erkek arkadaş? Kitap? Benim bencil, özel, kırılgan geleceğim. Tüm kağıtları buruşturup bir kenara koydum.
Ellerimizi plastik ruh çağırma tahtasının üzerine koyuyoruz. Isabel ve benim parmak boğumlarımız yanlışlıkla birbirine sürtününce ikimiz birden zıpladık. Oda titriyordu. En çok bilmek istediğim şeyi düşündüm. “Bize mutlu olacağımıza dair söz verebilir misin?” diye sordum.
Cadı tahtası titredi ama kaymadı. Sessizce tahtaya baktık, kendi parmaklarımıza baktık, birbirimizin gözlerinin içine baktık. Bu oyunun nasıl işlediğini biliyorduk. Cadı tahtasının evete doğru yavaşça kayacağını umarak bekledik. Birimizin yalan söylemeye başlamasını isteyerek bekledik.
¹-Daisy- Papatya
²-Fil Kulağı- Hamurla yapılan kızartma
³-Dartmouth- Köklü bir kolej
Caitlin Horrocks
Çeviri: Metin Nart
Comments