Buranın yazları insanın yüreğini kavuracak kadar sıcak olur. Sıcaklıktan mıdır yoksa başlarına gelen makûs olayların benzerliğinden midir bilinmez neredeyse herkesin simasında aynı acının izleri vardır.
Sabahın erken saatleri. Dükkânların kepenkleri büyük bir gürültüyle açılıyor, cadde insan ve araç kalabalığıyla yeni yeni hareketleniyordu. Sibel her sabah olduğu gibi otobüsünün gelmesinden yarım saat evvel durakta beklemeye başlamıştı. Kendisi gibi işe gidecek olanlar arasından gözüne birilerini kestiriyor, otobüs saatine kadar da onlarla laflayarak vakit öldürüyordu. Otuz yıllık iş hayatı boyunca düstur edinmişti bu alışkanlığı.
“Neclaaa… Neclaa… Kız Neclaaa.”
“Efendim Sibel abla?”
“Sağır mı oldun kız? Sesleniyom niye duymuyon?”
“Üstünden ırak hastayım biraz. Duymamışım abla,”
“Geçmiş olsun. Hayrola sabah sabah nereye böyle?”
“Bizimki yine cezaevine düştü geçen ay. Onun görüşüne gidiyorum abla.”
Sibel şaşırarak, “Amaaan… Kız hiç duymadım. Çok geçmiş olsun,” dedi.
“Sağ ol abla. Artık burama kadar geldi. Kaç yıllık evliyiz ne olayı biter ne ali kıran baş kesenliği. Yıldım bu adamın elinden vallahi.’’
“Huysuz herifin kahrını çekmek zordur. İyi bilirim. Sen daha genceciksin ben bu koca yaşıma geldim halen kahır çekiyom. Bu sefer ne bok yedi herifin?”
“Geçen sene muhtar olma sevdasına tutulmuştu ya bu. Gitmiş seçim çalışmaları için tefeciden borç almış. Aldığı parayı da ona buna yedirmiş seçim zamanı. Akşam eve gelirken iki yumurta al desen almaz ama şerefsiz! Neyse abla, muhtarlığı kaybedince bu kudurdu. Rahat vermez oldu bana. ‘Neymiş efendim, tefeciler peşindeymiş de paranın geri ödeme günü geçmiş de ödemediği takdirde başına bela alacakmış da falan da filan işte.”
Durak kalabalıklaşmaya başlayınca Necla anlatacaklarını yarıda kesti. Sibel, merakını gidermek, Necla’nın suskunluğunu bozmak adına, “Eee kız sonra ne oldu?” dedi. Necla, Sibel’in yanına gelip kulağına eğilerek, ‘‘Zorla bana bileziklerimi bozdurdu abla. Tefeciye borcunu ödesin diye verdim. Gitmiş onu da kumarda yemiş adi herif! Sonrasında parayı ödemeyince de tefeciler bunun peşine düşmesinler mi… En sonunda gecenin bir yarısı eve gelirken yakalamışlar bunu. Bir güzel haşatını çıkarmışlar.”
“Ohh iyi yapmışlar!”
“İyi yapmışlar yapmasına da yine benim başıma kaldı abla. Hastanede bir hafta boyunca ben çektim kahrını. Ne isteği bitti ne zahmeti. Hastaneden taburcu olduktan sonra da bizimki gidip onlardan birini vurmuş. Sonrası cezaevi işte. Kısacası böyle abla.”
Necla, caddenin karşısındaki duvarda kocasının muhtarlık zamanından kalma afişini gördü. “Bakale bak sakalına sıçtığım. Bir de pişkin pişkin gülüyor. Gören de mühim bir adam belleyecek bunu!” dedi.
“Amannn boş ver kız. Bunlara müstahak. Bırak yatsın. En azından kafan rahat öyle düşün. Canın isterse git canın istemezse gitme. Zıbarsın yatsın dört duvar arasında! İnsanın burnundan getiriyor bunlar. Ben de senin gibi kaç sene gidip geldim o cezaevi yollarını. Neler çektiğini bilmem mi sanıyon? Değdi mi? Yok! Bu yaşıma gelmişim hâlâ oğlanın ayrı herifin ayrı kahrını çekiyom. Torun sahibi olmuş kaç yaşına gelmiş adam kumardan beri gelmiyor. Ne mal bıraktı ne mülk. İnsanda biraz utanma arlanma olur. Halen de pişkin pişkin beni söğüşlemeye çalışıyor densiz! Kendisinden saklayarak gıdım gıdım biriktirdiğim paralar olmasaydı o bok everebilirdi kızını. Çok şükür onu bu delilerin elinden kurtardım da şimdi düzgün bir yuvası oldu. Damat da efendi, saygılı bir çocuk. Ailesi de iyi. Evinden işine, işinden evine gidip gelir. Bir de maşallah ikiz bebekleri oldu. Görsen ikisi de dünyalar tatlısı.”
“Allah bağışlasın. Büyük oğlun ne yapıyor abla?”
“Hiç sorma o da ayrı yüreğimi tüketiyor.’’
“Evlendirsen belki düzelir, kendini toparlar be abla?”
“Aman Allah korusun kız.’’
“Niye abla?”
“Bir de el kızının başını mı yakalım Necla?”
Necla, haklısın anlamında iç geçirdi. “Ahhh! Ahh!”
Sibel içinde kalan son tortuyu da dışarı atmak adına, “Babası ne ki kendisi o olsun! Soyu sopu bozuk pezevenk!’’ dedi.
“Niye öyle diyon kız abla? Caner başkasından mı oldu yoksa?”
Küçük oğlunun ismini duyunca Sibel’in gözlerinin içi güldü, soluk benzi ışıldadı.
“O bambaşka.’’
“Sahi o ne yapıyor, daha okuyor mu abla?’’
“Daha okuyoru mu var kız! Öyle kolay mı Ankara gibi memlekette hukuk okumak? Zaten çocuğumun sağ sol davasına az kalsın başını yakacaklardı okulda. Neyse ki son senesi. Kazasız belasız bitirirse Hünkâr’a adak adadım.’’
“Caner’i küçüklüğünden beri tanırım, akıllı çocuktur. Bitirir, endişelenme abla.’’
“Ne abisine benzer ne babasına. Boyuna kitap okur. Öyle de bilgili, akıllı konuşması var ki görsen ağzın açık kalır Necla. Bir keresinde okuduğu kitapları gördüm. Aha böyle koca koca sakallı adamların kitapları. Her biri tuğla gibi. Öyle herkesin okuyup anlayacağı cinsten de değil o kitaplar. Yaa Necla, benim çocuğum öyle kitapları okuyacak kadar akıllı maşallah. Tırnağına taş değmesin, Hızır yoldaşı olsun,’’ dedikten sonra sağ işaret parmağını öpüp önce alnına sonra kalbine koydu Sibel.
Laflaşmalar bir süre daha böyle devam ettikten sonra Necla’nın beklediği otobüs durağa geldi. Necla ile birlikte duraktaki birçok kişi otobüse tıklım tıkış bindikten sonra şoför kapıları kapayıp gaza bastı.
Sibel durakta yalnız kalmıştı. Saatine baktı. Otobüsünün gelmesine daha yirmi dakika vardı. Etrafına bakındı. Çene çalacağı birilerini arıyordu gözleri. Durağa gelen gidenler arasında birkaç tanıdık simaya laf attı ama muhabbet açılamadan oracıkta kapandı. Baktı ki dışlığı gelmiyor çantasından çıkardığı oyayı işlemeye başladı. Bu sırada sabah güneşinin kavurucu sıcağı kendini iyiden iyiye gösteriyordu. İnsanların kıyafetlerinde sıcağın nemi yüzlerinde ise boncuk boncuk terler akmaya başlamıştı. Sibel sıcaktan bunalmış olacak ki elindeki oyayı bıkkınlıkla çantasına koydu. Mendilliyle kendisini yelleyerek mırıldanmaya başladı.
“Offf, bu ne sıcak ya! Gece uyutmaz, gündüz yaşatmaz… Nem çok nem… Her yerimiz yapış yapış oluyor terden.”
Bu mırıldanmalar sıcaklıktan yakınmanın ötesinde yanına oturan delikanlıyla laf açmanın anahtarıydı aslında. Delikanlı pek kulak asmadı ama. Buralı değildi. Belliydi. Başını öne eğmiş pür dikkat kitabını okuyordu. Delikanlının buraya ait olmayışı Sibel’i daha da meraklandırmıştı. Göz ucuyla delikanlıyı süzdü biraz. Sonra saatine baktı. Otobüsünün gelmesine on dakika kalmıştı. Geleni geçeni seyrediyordu. Yanına ergenliğinin başlarında bir kız geldi. Genç kız telaşlıydı. Sibel’in kulağına eğilip, “Teyzeciğim pedin var mı?” diye fısıldadı.
Sibel, “Ped kullanacak hâl mi kaldı kız bende? Bu yaşta ne pedi? Gerçi vaktinde de kullanmadım ya. Bulup buluşturduğum bez parçalarıyla idare ederdim hep. Ama sen meraklanma şimdi buluruz bir çare,” dedikten sonra çantasından çıkardığı parayı genç kızın avucuna sıkıştırdı. “Başka kimseye sorma. Git şimdi şu marketten ihtiyacını gör hadi,” dedi. Genç kız büyük bir mahcubiyetle, “Yok. Olmaz. Kabul edemem,” gibi laflar ederek parayı geri vermeye çalıştı. Sibel emrivaki bir ses tonuyla, “Güzel kızım biraz büyük sözü dinle!” diyerek parayı dayattı. Genç kızın aklına bir an, otobüsünün birazdan geleceği eğer kaçırırsa okula geç kalacağı ihtimali geldi. Sibel’in anaç yaklaşımına da güvenerek mahcubiyetle de olsa parayı alıp markete gitti.
Genç kızın tedirginliğini gidermiş olma hali Sibel’i iyi hissettirmişti. Mendiliyle akan terlerini silip kendini yellemeye devam etti. Yanındaki delikanlıyı göz ucuyla süzmeye yeniden başladı. Kimdi ki bu? Elinde kitabı, kulağında küpesi, kolunda çantası, temiz, tıraşlı yüzüyle buranın gençlerine de hiç benzemiyordu.
Delikanlı da sıcaktan bunalmış olacak ki kitabını bıkkınlıkla kapattı. Akan terlerini silmek için cebinde, çantasında peçete aramaya başladı. Sibel bu durumu fırsat bilip çantasından çıkardığı peçeteyi delikanlıya uzattı. Delikanlı, alnından, boynundan akan terleri sildi. Tebessüm ederek teşekkür mahiyetinde bir selam verdi. Sonra kitabını okumaya devam etti. Sibel bir kez muhabbetin kapısını aralamıştı. Merakını gidermek adına aklındaki soruları arka arkaya dizmeye yeltendiği an yakınlardan bir ses, “Günaydın Sibel abla,” diye seslendi.
“Günaydın Ali. Hayrola, koluna ne oldu?”
“Bir şey olmadı abla,” diyerek Sibel’i geçiştirmeye çalıştı.
“Yine jilet attın kendine değil mi?”
“Bizimkiler tepemi attırdı geçen gün. Sinirimi ben de böyle çıkardım abla.”
“Ulan Ali, kesmedik yerin kalmadı. Her sinirlendiğinde kendini bu hale mi getirecen?”
Ali, haklısın, anlamında başını salladı. Sibel, iğneleyeceği bir iki laf daha söyleyerek azarlamak istedi ama Ali’nin haline yüreği acıdı. “Yine ne diye kestin kendini?” diye sorarak anlamaya çalıştı.
“Bizimkilerle aynı evde yaşadığım sürece bana huzur yok abla. Geçen gün damda kuş uçururken, karşı komşu bağırdı ‘Damında salçası seriliymiş, benim kuşların da sürekli tüyü pisliği salçanın içine düşüyormuş.’ Öyle celalli bir şekilde konuşuyordu ki görsen beni karısıyla yatakta yakalamıştı sanki. Komşunun bağırtılarını duyunca bizimkiler çıktı. Anam ayrı yerden babam ayrı yerden bana bağırıyorlardı ‘Kuşlarının da Allah belasını versin senin de. Bizi ele güne karşı daha ne kadar rezil edecen!’ diye azarlamaya başladılar. Ben sustukça bunlar kantarın topuzunu iyice kaçırdı. En sonunda da tepem attı, kuşlarının da evinin de… barkının da… diye sövüp saydıktan sonra terk ettim evi. Ne yapsam ne etsem dindiremedim içimdeki öfkeyi. Akşam arkadaşlarla oturup içerken de kırdım şişeyi. Sonrası bu işte... Neyse abla şu gelen benim otobüs. Hadi güle güle,” deyip, otobüsüne bindi Ali.
Sibel, “Ah Bokçu Ali ah, oldum olası yarım akıllıydın. Gerçi anan sarımsak baban soğan. Senden de fazla bir şey beklememek gerek,” diye kendi kendine söylendi. Delikanlı, Bokçu Ali’nin ismini duyunca kulak kesildi. ‘Bir insanın lakabı neden bokçu olur ki?’ diye düşündü. Kitabını kapattı. Sibel’e dönüp, “Affedersiniz, az önce konuştuğunuz kişiye bokçu mu dediniz?”
“He, dedim.”
“Bir insana neden böyle denir ki?”
Muhabbetin kapısı bir kez daha aralanmıştı. Sibel, bunu fırsat bilip hızlıca cevap verdi.
“Bir zamanlar belediyede kanalizasyon aracının şoförlüğünü yapıyordu. Ondan dolayı herkes bokçu demeye başladı. Öyle de kaldı. Gül gibi işi vardı, bu yarım akıllı elindekini avucundakini kumarda kaybetti. Sonrasında karısı terk etti. Yuvası dağılınca döndü ana babasının evine. Şimdi de ortalıkta böyle seyip gibi dolaşıyor. Sen kumar falan oynamıyorsun değil mi?”
“Hayır, oynamıyorum.”
“Aferin aferin… Belli zaten bu taraklarda bezinin olmadığı. Eli yüzü temiz birisin aynı benim küçük oğlan gibi. O da sürekli kitap okur böyle. Ben her zaman söylerim, babam dahi olsa kumarcı adamı sevmem. Benim gözümde kumarcı adam yaramaz adamdır.”
“Ben aynı kanaatte değilim,” dedi delikanlı.
Sibel afalladı. Böyle bir cevap beklemiyordu.
Delikanlı, “İnsanın herhangi bir yanlış davranışı veya alışkanlığının olması o insanı büsbütün kötü ya da topluma faydası olmayan birisi yapmaz ki,” dedi.
Sibel, delikanlının sözünü kesti, “Sen daha toysun. Yüreğin de yufka, belli. Öyle herkesi iyi biri belleme. Benden sana bir büyük nasihati; kumarcı adama asla itimat etme.”
“Dostoyevski de kumar alışkanlığı olan biriymiş gelgelelim dünyanın en büyük yazarlarındandır kendisi.”
“Ne! Dostoyyski mi? Dilim de dönmüyor bak. Daha isminde meymenet yok adamın!”
Delikanlı devam etti. “Hem bu insanların kumar oynaması başlı başına onların suçu değil ki. Toplumsal bir meseledir aynı zamanda,” dedi.
Sibel, hiddetli bir şekilde, “Ne demek onların suçu değil!” dedi.
“Ömürleri boyunca çalışsalar dahi yaşadıkları sefil hayattan kurtulabileceklerine inançları yok. Bundan dolayı para kazanmanın en kısa yollarını arıyorlar. Ve maalesef bu yolda da hem kendilerine hem çevrelerine zarar veriyorlar.”
“Belli mekteplisin, lafları güzel diziyorsun arka arkaya. Ama davulun sesi uzaktan hoş geliyor sana. Az önce gözünle gördün Bokçu Ali’yi. Kumar yüzünden zararının dokunmadığı kimse kalmadı. Ya benim başımdaki deliye ne demeli? Elde avuçta hiçbir şey bırakmadı. Bunlar yüzünden çektiğimiz kahır bize reva mı?”
“Siteminizi gayet iyi anlıyorum. Fakat insanlara güzel bir yaşamın imkânı sunulmuş olsaydı böyle durumlarla hiç karşılaşılmazdı. Ne yazık ki kötü şartlar, kötü alışkanlıklar doğuruyor. Kısacası sistem insanları bu hale getiriyor. Ben de olaya bu pencereden bakıyorum.”
Sibel’in gönlü delikanlıya hak vermeye pek razı olmadı, ama söylediklerini ciddiye aldı. “Benim küçük oğlum da aynı senin gibi sistemi suçluyor. Ne zaman bir konu açılsa sistem, sistem deyip duruyor. Neymiş bu sistem, kimmiş? Bulsam, yakalasam bir yerde babasının ağzına sıçacam. Nedir senden çektiğimiz, bunca insan senin yüzünden bir kez olsun gün yüzü görmemiş, başına gelmedik kalmamış sende hiç vicdan yok mu utanma yok mu? diye soracam. Yani anlayacağın açacam ağzımı yumacam gözümü,” dedi.
Bu serzenişi yaratan gerçeklik Sibel’in üstüne bir ağırlık gibi çöktü. Yaşadıkları gözlerinin önünden film şeridi gibi geçti. Bunca çektiği cefa neyin günahıydı? Şu gelip geçici dünyada, gün yüzü görmek için daha kaç ömür yaşaması gerekiyordu? Bu düşünce girdabında boğulmamak için tutunacak bir dal aradı. Kızını, torunlarını, küçük oğlunu düşündü. Güç buldu. Ardından önce saatine sonra yola baktı. Otobüsü geliyordu. Kafasındaki kara bulutu dağıttı. Neşesi biraz da olsa yerine geldi. Delikanlıya dönüp, “Benim makam aracı geliyor, hadi kal sağlıcakla,” dedi.
Otobüs durağa yanaştı. Sibel kalabalıkların arasından tıklım tıkış bir şekilde bindi. Şoför kapıları kapayıp gaza bastı. Delikanlı, gözden kayboluncaya kadar otobüsün arkasından baktı. Sonra çantasından defterini kalemini çıkartıp şu satırları yazdı. Buranın yazları insanın yüreğini kavuracak kadar sıcak olur. Sıcaklıktan mıdır yoksa başlarına gelen makûs olayların benzerliğinden midir bilinmez neredeyse herkesin simasında aynı acının izleri vardır.
Can Aşır
Comments