top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Celil Civan- Düzeltmen Ur

Hay Allah, demişti lokantanın kapısında, camdaki yansıması kalabalıkla iç içe geçerken. Buraya kadar gelmişken geri dönmek olmazdı. Zaten Bahadır Bey de el ediyordu. Bir hayalet gibi titreşti yansıması. Artık geri dönüşü yok deyip kapıyı açtı.

Oysa sabah öyle miydi? Haberlerde duymuştu. “… ödülünü alan yazar…” Duyar duymaz odasından çıkıp televizyonun karşısına dikilmişti. Sonra dayanamayıp sessize alıvermişti televizyonu. Kapatamamış, bakakalmıştı ekrana. Yazar, elinde ödülle konuşuyordu. Kırçıl sakalı, atkuyruğu saçı, kemik gözlükleri, demode atkısıyla ekranı kaplamıştı. Gözlükleri kesin numarasızdı. Kırmızı bant üstünde yazarın adı soyadı, onun altında da kitabın adı yazıyordu. “Ülkenin en saygın ödüllerinden biri” alınmıştı.

Kumandayı koltuğa fırlatmış, kumanda oyun oynarcasına koltukta sekmiş ama oyun arkadaşı bulamadığı için yere düşmüştü. Yerde iki kalem pilin cesedi yatıyordu. Televizyon sessiz film oynamaya devam ediyordu. İki kelime. Edebiyat ödülü. İkincisi cepte. İçeri girip dolabı açmış, en üstteki koliyi çıkarmıştı. İçi tıka basa kâğıt doluydu. Yazarın kitabının düzeltileri. Salondaki sehpanın üstüne koymuştu koliyi. Yazarın kitabı da sehpanın kenarında ha düştü ha düşecekti. Külden küle, tozdan toza, kâğıttan kâğıda. Müsveddeden romana. Televizyon birinci sözcüğü anlatmaya çalışırken bir koliye bir kitaba bakıp dudaklarını ısırmış, dişlerini gıcırdatmış, tırnaklarını kemirmiş, saçını başını yolmuştu. Kolide koca bir yıl, koca bir yaşantı, koca bir ıstırap vardı.

Yazarın dosyasını yayınevinin sahibi Bahadır Bey ona vermişti. “Parlak bir roman, elinden gelenin en iyisini yap!” demişti. Akşam merakla dosyayı eline almış, heyecanla okumaya başlamış ama daha üçüncü sayfada küfrü basmıştı. Elinde dolu dolu yüz sayfa vardı var olmasına ama buna roman demek için bin şahit gerekirdi meğerki bu şahitlerin hepsi yalancı olsun. Doluluktan kasıt sözcüklerse kâğıtlarda bolca kara nokta vardı ama ortada bir yapıt yoktu. Yazar giriş gelişme sonuçtan da, kurgudan da, kurmacadan da anlamadığı gibi -de’ler, -da’lar ile de’ler da’lar, -ki’ler ile ki’ler de feleklerini şaşırmış, acı içinde kıvranıyordu. Yazarın sözcük dağarcığı o kadar dardı ki içine belki bir iki sıfat, üç beş de yüklem anca sığardı. Bir avuç sözcükle değil bir dünya bir aminoasit bile yaratılamazdı. Dilin kendisi bir cinayete kurban gitmiş, zavallı ağaçlardan elde edilmiş kâğıtlar cesede kefen olmuştu. Faili de meçhul değildi üstelik.

Oysa Bahadır Bey bunun parlak bir roman olduğunu iddia ediyordu. Üstelik ısrar edecekti. Dosyayı okuyup da odanın bir köşesine fırlattıktan sonra telefonunu alıp Bahadır Bey’e bir e-posta göndermiş, henüz birkaç sayfasını hafakanlar basarak okuduğu kitabın beş para etmez olduğunu doğrudan söylemese de ima etmişti. Ertesi sabah geri dönmüştü Bahadır Bey. Gece cevap almadığı için yüreği ferahlamış, kâğıtlara bir daha elini sürmemiş, düzeltmesi gereken bir dosya yokmuş gibi odaya saçılan kâğıtlara aldırmadan evde pineklemişti. Ama Bahadır Bey ısrarında ısrarcıydı. Bir parıltı vardı bu metinde. Parıltıyı bırakın karaltı bile yoktu oysa! Bu dosya bir hiç değil, hiçten bile azdı. “Sana güveniyorum, sen işinde iyi birisin, o dosyada harikalar yaratacağına inanıyorum,” demişti. Bu Amerikan dublajlı cümleler nazik olduğu kadar tehditkârdı. Hiç değilse Bahadır Bey yazmasını biliyordu.

Öyleyse yapacak bir şey yoktu, yapacak çok iş vardı. Kolideki kâğıtlar mavi, kırmızı, siyah tükenmez kalemlerle çizilmiş, boşluklarına notlar alınmış, bazı notlar karalanıp üstlerine yeniden çıkmalar yapılmıştı. Canı sıkıldığında –ki bu dosya nedeniyle canı bol bol sıkılıyordu– kâğıtların arkalarına daireler, kuşlar, elini kaldırmadan evler çizmişti. Kâğıtlardan birinde kime ait olduğunu bilmediği bir telefon numarası vardı.

Nice gecelerle gündüzler metni elden geçirmiş, eksikleri tamamlamış, fazlaları eksiltmiş, hikâyeyi kurgulamış, olay örgüsünü geliştirmiş, seciden mecaza geçmiş, telmihten cinasa göz kırpmış, tecahülü arifleri bilmezden gelmiş, metafordan aliterasyona literatürün bütün Ali Cengiz oyunlarını harman etmişti. Tipleri karakterlere, karakterleri kahramana çevirmiş, tek boyutlu kişilikleri üç boyutlu hale sokmuştu. Eksi düzeydeki öyküleri katman katman yukarı çıkarmıştı. Bir noktadan bir küre yaratmış, bir kâğıt yığınını romana çevirmişti.

Bu süreçte yazarla iletişim kurmak istemiyordu ama kuşkusuz mecburdu. Yazarın e-postaları da dosyası kadar kötüydü. Bu postaların yazımına bozum olmadan işini yaptı. Aylar ayları kovaladıkça cümleler biçim almaya başladı, kâğıtlar doldu, tükenmez kalemler tükendi, bilgisayarda baytlar çoğaldı. Hiçten az olan yapıt önce hiç, sonra var oldu, sonra kâğıt yığınıyken bir dosya, dosyayken metin oldu. Metanetini korudukça bir yapıta dönüşmeye başladı, roman adını aldı. Sonra matbaaya gidip basıldı, ciltlendi, kitap olarak doğdu. Sağa sola gönderildi, kitabevlerinde raflara kondu, kitap satış sitelerinde satışa sunuldu… İşte o yapıt şimdi ödül almıştı, hem de saygın bir ödül. Ama ödülü kendisine değil, yazara takdim etmişlerdi! Bu ödülü kendisi hak ediyordu, dosyaya kendi kanıyla terini hak etmişti. Bu uğurda saçları dökülmüş, kalan saçları kırlaşmış, çay, kahve, sigara içmekten dişleri sararmış, içkiden karaciğeri zonklamış, bir kere terk edilmiş, bir kere de ayrılmıştı. Dahası ortada bilinmeyen bir numara vardı.

Kaç kere dosyaya yazarı küçük düşürecek, onunla dalga geçecek, onu okura rezil edecek şeyler eklemeyi düşündü. Paragrafların ilk kelimelerinin ilk harflerinden akrostiş küfürler yazmak istedi. Kahramanların yazara isyan etmesini diledi. Karakterlerin romandan çıkmak için patırtı çıkarmalarını ümit etti. Ama yapamıyordu işte. Bu işte iyiydi fakat iyi olmak onu mutsuz ediyordu. Oysa yazarın başını belaya sokmak için neler vermezdi. Yazarın bir ıssız adaya düşüp orada açlıktan ölmesini, yok yere suçlanıp peşine inatçı bir komiserin düşmesini, yazarın bir tefeci olup genç bir adam tarafından öldürülmesini, taşralı roman meraklısı bir kadın olup intihar etmesini, kimsenin ulaşamadığı bir şatoda kilitli kalmasını, daha da iyisi bir karafatmaya dönüşmesini, kendisine yakışır niteliksizliği yüzünden bitmeyen bir romanda tıkılıp kalmasını, çiçek açmadan kurumasını, duvarlardaki ekranlar aracılığıyla sürekli gözetim altında tutulmasını, uzak bir gezegende çöl insanlarının tutsağı olmasını, galakside kaybolup otostop yapacak araç bulamamasını, meçhul bir kitap peşinde bir manastırda kaybolmasını, işlemediği bir suç yüzünden idam edilmesini, hayatındaki bütün yazım hataları nedeniyle kefaret ödemesini isterdi. Ama olmayan bir parıltı uğruna önce bir karaltı yaratması, sonra ışık çakması için çalışması gerekiyordu.

Pilleri kumandaya takıp televizyonu kapattı. Bahadır Bey dün aramış, ödülün verileceğini haber etmiş, ödül sonrasındaki akşam yemeğine gelmesi için rica etmişti. Demek ki mecburdu. Dahası Bahadır Bey’den sonra yazarın kendisi de bir ileti göndermişti. “Ödül töreninden sonra ki yemekte senide aramızda görmek isteriz.” İnadına mı yapıyordu?

Kitap yayınlandıktan sonra kendisine de göndermişlerdi elbette. Ama dosya üzerinde aylarca uğraştıktan sonra eli gitmemişti. Çalıştığı kitaplar matbaaya gönderildiğinde korkunç düşler peşini bırakmazdı. Sayfaların boş veya tamamen kapkara basıldığını, yazarın isminin yanlış yazıldığını, yaptığı düzeltmelerin yok olduğunu, aksine doğru kısımların da bozulduğunu görür kan ter içinde uyanırdı. Oysa bu metin bittiğinde hiç rüya görmedi. Gece nasıl yattıysa sabah öyle kalktı. Kötü bir ilişkiden çıkmış gibi belleği her şeyi unutmak istiyordu. Kargo geldiğinde, ısrarla ileti yollayan sevgiliyi görmezden gelircesine kaldırıp bir kenara attı ama akşamına dayanamayıp hemen açtı. Kendi yarattığı canavardan kurtuluşu yoktu. Onu kendisi yaratmış, masum okurların dünyasına salmıştı. Künyeye hızlıca bakıp kitabı sehpaya fırlattı. Künyede kitabın, yazarın, yayınevinin genel yayın yönetmeninin –Bahadır Bey– adından sonra kendi adını okudu. Karşısında “düzeltmen” yazıyordu. Düzeltmen mi? Yaptığı işin karşılığı bu muydu? Eskilerin tabiriyle sadece musahhihlik mi yapmıştı? (Yazarın bu sözcüğü bilmediğine yemin edebilirdi.) Düzeltmen de neydi? Bir süper kahraman olduğu doğruydu, ortada da bir adaletsizlik vardı. Bir sultan olmayı düşledi. Düzeltmen urun, kesik başını ballı torbaya koyun! Ama saltanatı yalnızca düşlerindeydi.

Yazarlar yazarların romanlarını yazarken düzeltmenlerin öyküsüyle kimse ilgilenmiyordu.[1] Oysa beyaz boşluğa atılmış sözcüklerden bir dünya yaratan, bozuk cümleleri ıslah eden, yanlış kullanılan deyimlerin gözünün yaşını dindiren, iki boyutlu tipleri derinleştirerek kanlanıp canlanmasını sağlayanlar onlar değil miydi?

Bahadır Bey’in[2] yanına oturduğunda yazar ayaklanmış, konuşma yapıyordu. Allah’ım, dedi, bu adam konuşurken bile nasıl yazım hatası yapabilir? Çatal bıçağı alıp masadaki soğuk mezelere bakarken duymazdan gelse de işitmekten kaçınamadığı konuşmayı düzeltmemek için kendini zor tutuyordu. Sonra içine doğan başka isteğe yenik düşüverdi. Çatal bıçakla sözcükleri, cümleleri değil, yazarı düzeltmeyi arzuladı. Dosyaya istediğini yapamamıştı ama yazarı düzeltmesine kimse karışamazdı. Ellerini kaldırdı. Önce yazarın seyrek olsa da ısrarla atkuyruğu yapılmış saçını kesti, sonra kırlaşmış sakallarını düzeltti, favorilerini tıraşladı, kirli yeleğinin düğmelerini kopardı. Numarasız gözlükleri ortadan ikiye bölme numarasını yaptı. Demode şekilde bağlanmış atkıyı bir darbeyle fırlattı. Son oyununda biraz durakladı, gerilimi artırdı. Sonra pantolonun kemerini kesti. Yazarın pantolonu düştü, kel göründü.

Bahadır Bey’in kısık gözlerini görünce gürültülü bir kahkaha attığını fark etti. Yanında oturanlar da ona dönmüştü. Eliyle ağzını kapattı. Yazar elinde kadehi sağa sola öpücükler, selamlar, kibirli, imalı bakışlar atıyor, konuşmayı sürdürüyordu. Bahadır Bey bir iki saniye kendisine baktıktan sonra gene yazara dönünce dudaklarını kenetleyip işine devam etti. Şimdi sağı solu kesilip kuşa dönmüş yazarın konuşmasına daha da dikkat kesildi. Romanın edebiyattaki konumu, yazdığı romanın edebiyatımızdaki önemi, beğendiği romancılar, ah tabii isim vermeden beğenmediği yazarlar, yapıtının ödüle değer görülmesi, bu ödülün ülke edebiyatındaki saygınlığı, romandaki kahramanların yaşadıkları (ah, evet ben de onların hissettiklerini hissetmem mi), romanın siyasi göndermeleri, ülkemizin hali pürmelali, ah isim vermeden tabii ironi, yazdığım bu roman zaten yaşadıklarımızın alegorisi…

Elindeki çatal bıçak bir berberin makası gibi öyle hızlı işliyordu ki kesip biçtiği anlaşılmıyordu. Yazarın konuşması şimdi gerçekten de dökülüyordu. Bütün sözleri konfeti gibi etrafa dağılıyor, ellerinde kadehleri bir yandan sağa sola bakınıp selam verirken bir yandan da yazara göz kırpan konukların başlarına düşüyordu. Yazar da onlara göz kırpıyor, sağdan soldan alkış alıp çalım satıyordu.

Domuz gibi bir homurtu çıkarınca Bahadır Bey gene ona döndü. Bir iki kişi bir ona bir yazara baktı. Sonra kapıdan yeni konuklar girdi. Masada gürültü koptu. Mahcup biçimde başını eğdi. Elinde hala çatal bıçağı tutuyordu. Yazar da hararetlenmişti, kulaklarından dumanlar çıkıyordu. Bu alt tarafı bir yemek bıçağı, bununla meyve bile soyamam dedi. Yazar da ha bire konuşuyordu! Keşke gelmeseydim dedi. Yazarın söyledikleri bir uğultu halini almıştı. Camdan dışarı baktı. Masadakiler birbirlerine dönmüştü. Yansıması kalabalığın içinde kaybolmuştu. Yazarın sesi gitgide kısılıyordu ki ödülü eline alıp salladı. Önümdeki kadehi bitireyim de kalkayım dedi. Bir alkış tufanı koptu, tufanda bütün düşleri suya düştü.

Bahadır Bey’e kalkıyorum der gibi bir hareket yapıyordu ki ödül elden ele dolaşmaya başladı. Bahadır Bey hem onaylar hem kınar gibi baktı. Kalktı, yerine oturdu. Ödülle birlikte alkışlar, ıslıklar havada uçuştu. Yazara uzaktan selam verdi, yazar onu görmedi, birilerine kadeh kaldırdı. Kalktı, Bahadır Bey’i gördü, geri oturdu. Ödül havada ona doğru geliyordu. Doğruldu. Ödül yanındakinin elindeydi. Dimdik oturdu. Başını kaldırıp yazara baktı, yazar bir sigara yaktı. Lokantanın ışıkları ödülün içinden geçip gökkuşakları açtı. Yedi renk, yedi dost gibi uyanıp onu kucaklayacaktı ki Bahadır Bey ayaklanıp ödülü kaptı. Bir alkış sesi patladı.

Bahadır Bey ödül konuşması yaparken sessizce kalkıp eğile eğile masadan uzaklaştı. Kapıya yaklaşırken doğruldu. Dışarı çıktı, lokantadaki hayaleti gitgide silinirken kalabalığa karıştı.


Celil Civan


[1] Bir istisna için bakınız: Orhan Duru, “Düzeltmen,” Boğultu Toplu Öyküler 2, YKY, ss. 260-267.

[2] Yukarıdaki dipnotta atıf yapılan öyküde yayınevi sahibinin ismi Mete olarak geçmektedir. Ancak Türk tarihçileri Mete dediğimiz ismin Çincede Mo-tun olarak telaffuz edildiğini, bunun Türkçesinin de Bahadır veya Bagatur/Batur olduğunu söyler. Bakınız: İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ötüken Neşriyat, s. 59 dipnot 17. Ahmet Taşağıl, Kök Tengrinin Çocukları, Bilge Kültür Sanat, s. 55.

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page