top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Cem Alan- Işık

Gece yarısından beri yağan yağmur sabahın ilk ışıklarına dek sürmüştü. Gün ağarırken, köhneliğin bir sis gibi çöktüğü çarpık, karanlık mahalle yağlı bir ıslaklıkla parladı. Yine de temiz görünmüyordu. Devrilmiş çöp bidonlarından akan kahverengi sular yamalı asfaltın çukurlarını doldurmuştu. Islak kargalar detone çığlıklarla sokağı inlettiler. Uyuz, karnı sırtına yapışmış bir köpek sabah ezanından rahatsız, acı acı uludu. İyice seyrelmiş olan tüylerini sakil bir hareketle silkelemeye çalışsa da beceremedi, üşümesi geçmiyordu. Yağmur azalmıştı. Köpek havlamalarına birkaç öksürük, gırtlağı yırtan balgamlı tükürükler ve aceleyle yürüyen ayak sesleri eşlik etmeye başladı.

Renk renk yamanmış lekeli yorganı üzerinden sıyırıp doğruldu. Kış henüz tam anlamıyla gelmese de terlemiş, nemli, yağlı vücuduyla yataktan çıkınca küçük bir kuş gibi titredi. Dinlenemediği, yararsız bir uykudan uyanmıştı yine. Boş boş, ışıksız gözlerle bakındı odaya. Rutubetli havasızlık gözlerini yaşarttı. Yeni tıraşlı, diken diken saçlarını elledi. Hava geceyle gündüzün yeni yeni el ele tutuşmaya başladığı o bozuk mavi rengindeydi. Aceleyle kalın çoraplarını, dizleri, poposu çuvallaşmış pantolonunu, el örgüsü kazağını ve kabanını sırtına geçirdi. Yüzüne su çarptı. Avcunu bir daha suyla doldurup içti. Sonra bir daha. Aralık kapıdan oğluna baktı. Yan yatmış, dizlerini göğsüne dek çekmiş, kirli yorganla kocaman bir top halini almıştı çocuk. Rahat görünmüyordu. İçi acıdı. “Oğlum,” diye iç çekti. Uyandırmamak için ayaklarının ucunda mutfağa gidip poşete sarılı yarım bazlamadan, iki lokma büyüklüğünde koparıp ağzına attı. Ağır ağır, ıslak sokağı izleyerek çiğnedi hamuru.

“Boba,” dedi çocuk babasının arkasından ince, heyecanlı bir sesle. Parmağının ucuyla kurumuş çapaklarını top yapıp attı. Yanağından kulağına dek iz yapmış beyaz tükürük lekesini kaşıdı.

“Oğlum erken daha yat sen, tam iyileşemedin de zaten yat dinlen,” dedi. Üç parmağının tersini çocuğun alnında gezdirdi. Bir şeyin yok, der gibi göz kırpıp kafasını sevdi. Güldü çocuk. “Bak burada bazlama var, yirsin çay kaynatıp. Zeytin var sedirin altında kavanozda, he mi oğlum?”

“Sen yidin mi?”

“Yidim,” dedi. Hızlı hızlı poşete bir şeyler doldurdu. Arka cebine çok defa kullanıldığı belli olan kararmış, uçları yırtık bahçe eldivenlerini sokuşturdu. Perdeyi sonuna dek gürültüyle çekip soluk ışığın içeri girmesine izin verdi.

“Bugün beygiri almaycan mı?”

“Almacam oğlum, dedim ya bahçe bellemeye gidecem bugün. Rüstem aganla bahçe bellecez, ağaç aşılacaz. Hadi ben çıkıyom.” Çocuğun başını okşadı. “Sen kahvaltını edince beygiri besle, çok oynama onla. Masanın yanında buğday da var bir tas, onları da tavuğa dök. Yumurta vardır altında, al yi. Ben güneş sönmeden gelirim. Hadi Allahaısmarladık,” deyip rahatsız edici bir gıcırtıyla, yıkılacakmış gibi görünen tahta kapıyı çekti.

“Kolay gelsin boba, işin rast gitsin,” diye seslendi babasının ardından.

Buz gibi suyu yüzüne vurunca istemsiz, tiz bir çığlık çıkıverdi ağzından. Aynada suratını ekşitip, boğazını elleyerek kendine baktı. Bademcikleri acıyordu. Mutfağa koşup nemlenmiş kibritle zorla tüpü yaktı. Kararmış demliği yarıya kadar suyla doldurdu. Masaya gazete serip sedirin altındaki kavanozdan masaya beş, altı zeytin döktü. Kapağını sıkıca kapayıp kırılmasın diye büyük bir özenle göğsüne bastırdığı kavanozu yine aynı yerine koydu, saklar gibi. Buğday tasını alıp bahçeye fırladı. Yerlerin ıslaklığını tahmin edememişti, koşarak çıkınca pijamasına çamurlu sular sıçradı, ayakları ıslandı. Yavaş yavaş, dikkatli adımlarla kümese gidip uyuz tavuğun önüne buğdayı dökünce, tüysüz boyunlu çirkin tavuk heyecanla yere gagasını vurmaya başladı. Gülümsedi çocuk. Sıcak, tek bir tane olan yumurtayı alıp içeriye geri koştu. Ayakları yine ıslanınca kendi kendine küfretti. Artık hava iyiden iyiye aydınlanmış, derme çatma mahallenin kaba ve umutsuz insanlarının kalanı da uyanmıştı. Bağırışlar, küfürler, çoğunluğunu erkek seslerinin oluşturduğu bir askeri kamp gibiydi burası. Hava soğumaya başlasa da henüz kimsenin bacası tütmüyordu. Buranın hayvanları zayıf, tutsak ya da ölü, insanları olduğundan ihtiyardı.

Anası çocuğu doğururken ölmüştü. Bu yüzden kendisini benliğini bildi bileli suçlu, sorumlu hissetmiş, üzerinde tarif edemediği bir yük ve sıkıntıyla geçirmişti günlerini. Aklı erip babasına neden öldüğünü sorduğunda; doktorun, gebeliğe bağlı yüksek tansiyon demesi, babasının dimağında “Takdiri ilahi,” diye açıklama bulduğundan, çocuğa da sadece bu söylenmişti... O gün bugündür Allah’a kızgındı ve bu viranede var olma çabalarını iki kişi sürdürüyorlardı. On dört yılını ana tanımadan, babasıyla geçirmişti çocuk. Bir de hayatta babasından sonra en çok sevdiği, arkadaşı bellediği atıyla. Babası, günlük işler yapardı. Bazen at arabasıyla demir taşır, pazarlara mal taşır ya da kalorifer kazanlarını yakar, bazen de yevmiye karşılığı bahçe beller, boya yapardı. Hayatında babasından ve Işık’tan başka kimsesi yoktu. Işık ismini ata çocuk vermişti. Babası söylemezdi bu ismi. Beygir ya da taliga derdi.

Kara, ince ayak bilekleriyle ok gibi fırladı masadan, bazlamasını yediği gibi. Sedirin altından içi saman, kuru ot, mısır koçanı dolu olan kararmış bakır kovayı kapıp tuğlalardan dizili, yıkılacakmış gibi duran ahıra gitti. Gülümsedi atla göz göze geldiğinde. “Hey benim badem gözlü Işık’ım hey,” dedi. Hayvan, kuyruğunu heyecanla sağa sola oynatıp kafasını sallayarak karşılık verdi çocuğa. Birbirini seven, özleyen iki arkadaş gibi görünüyorlardı uzaktan bakan biri için ama onları o gözle görecek kimse yoktu etraflarında. Buradakiler hayvana değer vermezdi. Kendilerine bir faydası olmadıkça, insana da. Önüne konan kovaya usulca gömdü başını yaşlı at. Sakin, iştahsız ama çocuğu gördüğüne memnun, ağır ağır çiğnedi sararmış otları. Çocuk, her sabah olduğu gibi kırık elbise fırçasını alıp gülümsemesini hiç bozmadan, özene bezene taramaya başladı Işık’ı. Boynunu, sırtını, göbeğini özenle, şarkılar söyleyerek taradı. Onun için görev değil zevkti Işık’la uğraşmak. Atını tarayıp okşaması bitince, cebinden ufak bir gofret çıkardı.

“Işık kızım, bak sana aldım bunu ben,” diye sevinçle böbürlendi, çocuğuna gofret almış bir baba edasıyla. Hayvan dudaklarını titretip heyecanla kişneyerek karşılık verdi. Kuyruğunu ahenkle sağa sola oynattı. Çocuğu anlıyordu, gözlerini renkli ambalajdan ayırmadı. Çocuk özenle açtı parlak kâğıdı. Dişinin ucuyla, fındık kadar minik bir parça ısırıverdi. Hızlı hızlı, şaşkın bir ifadeyle, sincap gibi çiğnedi lokmasını.

“Laan, çok güzelmiş bu ha Işık,” dedi. “Vallahi ha tadı nasıl güzel Işık. Yeni çıkmış zaten,” diye mırıldandı. Bir süre gofrete baktı. Kokladı. Güzel kokuyordu. “Al al,” deyip uzattı. “Yir miyim ben kızım sana aldım bunu.” Dev bir mısır koçanını andıran iri, sarı dişler, kibarca aldı gofreti. “Afiyet olsun kızıma benim, yisin parlasın kızım benim,” deyip atın kahverengi, kalın boynuna sarıldı. “Badem beygirim benim.”

Yağmur dinmiş, alçak bulutlar ıslak, gri, kirli bir yorgan gibi çökmüştü sokağın üzerine. Çocuk sapsız, kara cezvede ısıttığı ılık suyu içti. Boğazı hala acıyordu ama halsizliği azalmıştı. Yarın, olmadı öbür gün babamla ben de çıkarım pazara ya da bahçe bellemeye, diye geçirdi içinden. Beresini başına taktığı gibi Işık’ın yanına gitti. Yuları eline aldı, art arda iki düşkün karaltı, sokağa çıktılar. Karanlık ahırdan gün ışığına çıkınca, atı daha dikkatle inceledi. Çocuk kabul etmek istemese de, iyiden iyiye ihtiyarlamıştı. Matlaşmış tüyleri yer yer dökülmüştü. Dizlerinde kurumuş yaralar vardı. Ağzının kenarlarında üzerleri köpükle kaplanmış kıvrımlara sinekler konuyordu. Ayağını eyere dikkatle geçirip hayvanın sırtına atladı. Çamurlu yolda ağır ağır ilerlemeye başladılar. İşe çıkmadığı zamanlarda, atıyla bu şekilde mahallede gezmeyi çok severdi.

İçine doğduğu ve görmeye alışkın olduğu sefaletin yanından yavaş yavaş geçip gitti atıyla. Çöp karıştıran hasta çocuklar, ağızlarından hiç düşmeyen sarma tütünle bir deri bir kemik kalmış adamlar, dilenmeye ya da soba kovası boşaltmaya çıkmış kadınlar ve ölmeye yaklaşmış köpeklerle geçişti. Çoğuna bakmadı. Bunları garipsemiyordu, bir şey hissetmiyordu. Bazısının yanından geçerken sövdü, sümüklerini silmekten parlak bir yılan derisini andıran yenlerine burnunu silerken. Bazısına kızdıkları lakaplarıyla seslenip alay etti, görmediği anasına küfürler yiyip güldü. Ara ara, “Işık kızım parlak atım,” diye kendi uydurduğu şarkıyı mırıldanıp birbirine dolaşmış seyrek yelelerini sevdi. Sokağın en sonuna kadar yürüdüler, sonra yuları sertçe çekip durdurdu atını. Daha ileriye gitmeye izin yoktu. Çöplüğün bittiği, kafelerin, güzel kızların, yakışıklı çocukların başladığı sınıra yaklaşmışlardı. Polis oradan öteye geçmelerine kızardı. Döndüler.

Kış gelince gece erkenden çöker, sokağın kusurlarını gizlerdi. Sise gömülü, karanlık bir çöplüğe dönmüştü yine mahalle. Çocuğun evinde kapaksız, yamuk, kara tencereden nemli bir buhar tüm odayı kaplamıştı. Ekşi tarhana kokusu iştahını açmıştı çocuğun. Sigara yanıklarıyla dolu eski masanın üzerinde iki demir tas, tuzluk, bir de ekmek duruyordu. Ocağın altını kapadığı gibi dış kapı da sertçe kapandı. Yorgun baba söylenir gibi, sesli bir besmeleyle içeri girdi. Ceketini, kasketini çıkarmadı. İçerisi soğuktu.

“Boba,” dedi çocuk tabaklara sıcak tarhanayı doldururken. Babasından ses çıkmadı. Bir şey söylemeden odaya süzülüp divana attı kendini adam. Çocuk çekinmişti, öylece ardından bakıp düşündü. Babası böyle davranmazdı, hoşlamadan, hal sormadan içeriye gitmezdi. Bir kabahatimi mi duydu, diye çekindi. Kerkenezle cıgara çevirdiğini mi duymuştu acaba? Sıkılarak gitti peşinden. Karanlık odada, mutfaktan gelen zayıf, sarı ışıktan az çok aydınlanan, babasının devrildiği divana baktı. Sarı süveteri, nefes alıp verişiyle bir kalkıp bir iniyordu.

“Hoş geldin boba,” dedi. Güvensiz, mahcup, yaralı sesi neredeyse duyulmadı bile. Babası gene bir laf söylemeyince, “Tarhana kaynattım, sıcak sıcak içeriz,” dedi çocuk. Babasının yaptığı çorbaya sevinmesini ister gibi ilgiyle baktı. Bir tepki yoktu. “Yeni kaynadı. Gülseren teyze verdiydi ya geçen bir torba. O çorba işte bu. İki tas içsen için ılınır, yorgunluk kalmaz. Gel boba hadi,” dedi.

“Yimeycem ben,” dedi adam. “Çek kapıyı ışık değmesin gözüme,” deyip sırtını döndü. Boş gözlerle ceketin koltukaltındaki patlağa baktı çocuk bir süre. Sonra buruk, kendisine söyleneni yaptı. Babasını rahatsız etmemek için yavaş hareketlerle bir tas çorba doldurup içti. Tencerenin üzerine toz, böcek, bir şey düşmesin diye  gazete koydu. Bakır tası çeşmede duruladı. Ağzına bir kesme şeker atıp yatağına yattı. Kırgın, tedirgin, suçlu, rahatsız bir uykuya daldı. Bir süre sonra mahallenin çoğu uyuyacak, gece lağım farelerine, karı pazarlayıp ot satanlara ve uyuz köpeklere kalacaktı.

İrkilerek açtı gözlerini çocuk. Terden sırılsıklam olmuş, korku masalları gibi kâbuslar görmüştü. Rutubetten yeşerip kabarmış tavanla bakıştı. Günün rengine bakılırsa fazla uyumuş olmalıydı. Yataktan çıkıp, dar boğazlı kazağı, kulaklarını kızartarak zorla geçirdi koca kafasından. Hemencecik buz kalıbına dönen çıplak ayaklarıyla, parmak ucunda dolaştı evi. Babası çıkmıştı. “Geç kalkmışım,” diye söylendi kendi kendine. “Niçin uyandırmadı bu adam beni, bugün giderdim onla işe…” diye söylenip bahçeye çıktı. Sarı, kanlı bir balgam tükürdü bahçeye. Ahır boştu. Bugün işe beygirle çıkmıştı babası demek. Çok üzüldü. Keşke uyandırsaydı, diye içerledi babasına. Onlarla gezmek istiyordu, ne yapacaktı bir başına bütün gün? Mutfağa gidip biraz ekmek yedi. Üç numaraya kesilmiş biçimsiz kafasını elledi düşünceli düşünceli. Babasının evvelki akşamdan beri suskunluğu, bugün ona haber vermeden hem de Işık’la işe çıkışı… İçi gemi kazanı gibi şişmişti. Sıkıntıdan kulaklarından tütmeye başlayacaktı neredeyse. Babasının hırkasını omuzlarına alıp kendini sokağa vurdu.

Kara bulutların kasvetle çöktüğü yamalı, bayır yoldan yukarı ağır ağır yürüdü. Etrafına bakınmıyordu. Yola devrilmiş çöp bidonunun ağır kokusu sokağı esir almıştı. Koca kafalı zayıf bir çoban köpeği, çöpten ağzında bağlı bir torba tutan kediyi canhıraş, gürültüyle kovaladı. Zayıf, kapkara bir arabacı, hurda yüklü atını acımasızca fışkınladı. Bir tek ona dikkat kesildi çocuk. Üzülerek izledi atı, kaybolana dek. Çöp sularının kızıl bir izle süzülüp biriktiği çukurdan ıslak tavuklar kirleri ibiklerine bulaştırarak su içiyorlardı. Bir başka tavuk az ötedeki kapısı aralık bahçe tuvaletinden insan bokunu gagalıyordu. Mahallenin ağzı bozuk teyzesi, duyanı utandıracak küfürlerle havaya kızdı; astığı sararmış, ıslak çamaşırlar dünden beri bir nebze olsun kurumamıştı. Demirci Cengiz’in, Kahveci Karanfil’in yanına uğradı çocuk. Zaman öldürdü. Bir çayla simide ayakçılık yaptı. Yola fırlatılan tükürüklü izmaritleri içti. Koca bir günü sıkıntıyla, anlamsız bir kederle bitirip, babasının gelme saatine yakın eve dönmeye karar verdi. Uyuz bir karganın acı acı bağırmasına sinirlenip bir taşla onu göğsünden vurdu. Kuş sendeleyip sonra tekrar havalanınca siniri geçip pişmanlıkla çatıya tüneyene dek onu izledi.

Zayıf, titrek işaret parmağındaki yarıya kadar yenmiş tırnağıyla dizlerine örttüğü battaniyenin kurumuş kirlerini ufalamaya dalmışken kapı açılıp akabinde sertçe kapandı. Kapı açılana dek bahçede, ahırda hiçbir ses duymamasına şaşmıştı çocuk. Yerinden kalktı. Ceketini çıkarıp kalın hırkasını giydikten sonra yüzüne su vuran babasını dikkatle izledi. Dünkünden bile daha uzak, sessiz, hiç olmadığı bir halde gördü babasını. Bu küçücük evde çocuktan kaçıyordu sanki baba. Çocuk bunu bir şeye yoramıyor, yoramadıkça sırtına yük almaya devam ediyordu. Terli elleriyle şaşkın şaşkın kafasını kaşıdı. Ellerini önünde birleştirip öylece babasını izledi.

“Duymadım boba geldiğinizi, ahırdan doğru ses işitmedim hiç. Herhalde ki içim geçmiş,” dedi. Adam ses çıkarmadan yüzünü, kulaklarını yıkamaya devam etti. Islattığı eliyle sakallarını sıvazladı. Temiz su, yüzünden lavaboya kahverengi akıyordu.

“Yimek yapmadım, dünden kalan tarhana var,” dedi çocuk. Sıkılarak ayak parmaklarını birbirinin üzerine bindirdi. Adam ellerini kuruladı, topallayarak, yine cevap vermeden yürüdü odaya. Belini tutup, oflayarak koltuğa oturdu. Çocuk bilmediği bir kabahatin altında eziliyor, sıkılıyor, sıkıntıdan ne yapacağını bilemiyor, kendine kızıyordu. Onu o anda rahatlatacak tek şey olan Işık’ını hatırladı.

“Ben bi beygiri sevem boba,” diye duyulmayacak bir sesle, belli belirsiz mırıldanıp bahçeye atıldı. Mızrak gibi fırladığı ahıra varınca, yere saplanmış gibi zınk diye duruverdi. Aptal bir ifadeyle süzdü karşısında duran şeyi. At yoktu. Kırmızı, üç tekerlekli, kasalı bir motosiklet duruyordu karşısında.

Eve girip, kapıyı yavaşça kapattı. Kalbi hiç olmadığı biçimde, göğsünü delip uçmak ister gibi atıyordu. Tek bacağını ayağının altına toplamış, uzun sigarasını yakmış, düşünceli düşünceli pencereye dalmış olan babasına baktı. Sabah ezanında mahalleye çöken sis gibi dağıldı odaya kesif duman. Canı deli gibi alıp bir tane yakmak istese de yapamazdı. Sinir oluyordu hemen büyümemesine. Sanki dışarıda yaptığım işler çocuk işi de, sigara içeceğim zaman çocuk oluyoruz, diye düşündü. Babası devamlı bıyıklarını, çenesini sıvazlıyordu. Çocuk sonunda bir şeyler söylemek, sormak için cesaretini topladı. Başı dönüyordu.

“Boba ahırda motor var, kırmızı,” dedi. Sesi kaydı, küçük ellerini yumruk sıkmış, sallanarak kuş gibi iğretiden duruyordu.

“Bizim işte,” dedi babası. Çocuğun içi ürperdi bu tok, duygusuz sesle. “Onla çıkacaz işe artık.”

“Işık nerde? Işık’la çıkmayacaz mı artık?”

“Yok Işık mışık,” diye bağırdı adam birden. Sigarasından ardı ardına telaşlı nefesler alıp çay tabağına bastı. Odanın içini bulanık bir duman kaplamıştı. Lambanın ışığı da zayıf olduğundan, birbirlerinin yüzleri net seçilmiyordu. Gölgeli yüz kırışıklıkları babayı olduğundan daha ciddi, çocuğu üzgün gösteriyordu.

“Nerde yani? Işık nerede boba,” diye üsteledi. Sesi titredi, dudaklarının kenarları aşağı doğru bükülmeye başladı. “Motorla işe çıkacaksak Işık ne olacak? Işık yorulmasın diye mi yani? Nerede beygirim boba?” Babası, anlamsız bir takıntıyla gözlerini diktiği pencereye bakmayı bırakıp oğlana döndü. Kaçtığı şeyden daha fazla kaçamayacağını anlamıştı.

“Kaymakamlık beygirini getiren vatandaşına, yani bizlere taligası yerine motor veriyor,” diye bağırdı adam. İçi sıkışarak oğlunun korkuyla, üzüntüyle açılan yaşlı gözlerine dikti bakışlarını. “Yaşlandı bu beygir, iş görmüyor,” dedi. Konuşmuyor, azarlıyordu. Bir kabahat işlemiş gibi dudaklarını ısırdı. “Artık topluyorlar kimsede kalmayacak beygir. Yepyeni motor verdi adamlar ulan! Yepyeni… Onla taşıyacağız malımızı işte. Kimsede beygir bırakmayacak artık devlet. Hem yaşlı beygir, dermandan çok dert olur. Yepyeni motor işte, hem kırmızı,” dedi. Çocuk duvara dayandı. Hırsla dudaklarını ısırdı, yanaklarından süzülüp çenesinden halıya yuvarlanan yaşlarını engelleyemiyordu. Gırtlağına bıçak saplanmış gibiydi, konuşamadı. İçten içe hıçkırıyor, iç çekiyor, sarsılarak titriyordu. Suçlar, söver gibi babasına baktı. Ağzını açmadan isyan etti. Babasının da gözleri dolmuştu. Yıllar evvel annesinden bahsettiği günden sonra ilk kez ağlarken görüyordu evladını. Hem de tutulmuş gibi, yağmur gibi, yıkım gibi bir ağlama. Hırsla divandan kalktı baba, çocuğun önüne diz çöküp sıkı sıkı kollarını tuttu.

“Ağlayıp durmasana ulan!” dedi bağırarak. “Kalmayacak artık mahallede kimsede beygir. Kırmızı motor, yepyeni,” deyip sarstı çocuğu kollarından.

“Kaymakam ne yapacakmış bizim beygirimizi boba?” diye bağırdı çocuk. “Koskoca adamlar madem bir iyilik yapacak benim beygirimi almadan veremiyor mu motoru?” Hıçkırarak ağlıyordu. “Nerede şimdi Işık?”

“Oğlum yasaklanacak artık taligalar. Deli gibi at diye neden tutuldun? Uyuz bir at işte ulan bu, hayvan işte! Arkadaş edinsene, Mustafa abinlerin çocuklarla git kahvede otur ulan!” Susup iç çekti, gırtlağı düğümlenmişti. “Deli mi olacan başıma?”

“Bi motora beygirimizi nasıl verirsin boba? Canı var, kaç senedir emeği var bizde,” diye var sesiyle, isyan edercesine bağırdı. Adam yüzüne gelen tükürükleri silmeye fırsat bulamadı; şaşkınlıkla, dehşetle ilk kez bu halde gördüğü oğlunu izliyordu.

“Lan sus şimdi bak,” dedi yüzünü ekşitip küçümser, acır gibi baktı; şaşkınlığını da bozmadan, bir yandan gitgide artan sebepsiz öfkesiyle. Mahalledeki çöpler, ölü hayvanlar, kavgalar gibi, her şey iç içe geçmiş, kafası mahalle gibi karman çorman olmuştu. Tarifsiz, çözümsüz bir sıkıntı hissettiğini sandı. Hem de o kadar ‘gerçek’ olarak nitelendireceği sorunla başa çıkmaya çalışırken, saçma sapan bir ‘beygir’ meselesiyle yaşıyordu bunu.

“Neye susçam boba, ufak kızan mıyım ben? Senin kadar ekmek getirmiyor muyum eve, benim sözümün kıymeti, değeri neden yok?” Çenesi titredi. Kıpkırmızı yüzüyle çocuk, artık çok zor konuşuyor, sanki kalan son damla enerjisini harcıyordu. “Ben Işık’ımı çok seviyordum. Yaşlı diye bir sevdiğin verip yerine motor alınmaz. Bir canlı kalbin yerine bir motor alınmaz. Sen de yaşlısın, sen de mi işe yaramazsın o zaman? Nasıl verirsin Işık’ımı boba! Bana sormadın bile. O beygir benim arkadaşımdı. Sen ne biçim bobasın ulan!” Sıvası yer yer dökülmüş, rutubetli odanın içinde kontrolsüz, arada hıçkırıklarla kesilerek yükselen ses, sert bir tokadın çınlamasıyla kesildi. Devrildi, kapıya çarptı çocuk. Zaten çözülmek üzere olan dizlerinin bağı, koca, kuvvetli bir adamın var gücüyle vurduğu bu tokatla kolayca çözülüverdi ama baş dönmesi, canının acısı, kulak çınlaması, gözlerin kararması; hiçbiri içindeki üzüntüye, öfkeye, sıkıntıya denk değildi. Akşam taş atıp yere düşürdüğü karga geldi aklına birden. Tutundu, sendeleyerek zorla toplanıp ayağa kalktı. Ağlaması kesilmişti. Yatağa koşup yattı. Dizlerini göğsüne dek çekip hüzünden bir top oldu. Bir daha konuşmadılar. Mahalle git gide karanlığa, sessizliğe boğulurken, ikisi de kurşun gibi ağır bu sıkıntılı gecenin sabahına dek uyumadılar.


Cem Alan

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page