Toros marka beyaz bir otomobilin sesi ile irkilen karga, dibinde kedi belirivermiş gibi ürküntü içinde uçuverdi elektrik direğinden. Beş katlı binanın ikinci katında şahit oldu bu önemsiz duruma Elmas Hanım. Pencereden sokağa baktığında ağzı açık çöp konteyneri, üzerine üşüşmüş kediler, yerde lüzumsuz denebilecek yoğunlukta ve kedilerin ilgisizliği ile cezalandırılmış kedi mamaları vardı.
Tam sokağa ilgisini kaybetmişken omuzları çökmüş, üstü başı toz içinde, önünde itelediği alışveriş arabası ile çıkardığı gürültüyü duymayan, donuk bakışlı, kır saçlı Muhittin Bey’i gördü. Kimse sevmezdi Muhittin Bey’i. Acılarını, ayaklarıyla uzaklaştırmak ister gibi sürüyerek ilerlerdi. Bir zamanlar sokağın çıkmaz köşesinde küçük bir kulübesi olan Muhittin, kentsel dönüşüm diye burunlarının dibine ucube bir bina dikilince yerinden edilmişti.
Çıkmaz sokağın orta yerinde küçük ve kendiliğinden oluşmuş çirkin bir göleti andıran otopark mevcuttu. Küçük oluşuna mukabil büyük kavgalara neden olmuş otoparka doğru yürüdü Muhittin Bey. O sırada bulduğu boşluğu olanca görgüsüzlüğü ile doldurmaya çalışıyordu beyaz Toros.
Zil çaldı. Pencereden ayrılmak istemeyen Elmas Hanım aceleyle kapıya yöneldi. Naciye hafif tıknaz gövdesi, kısa boyu ve iri siyah gözleri ile her sene ürün veren zeytin ağacına benziyordu. Kolları ve elleri skleroderma denen bir hastalık yüzünden kalın kabuklu kütüğe benziyordu. Elindeki yaprakları aldı, “Neredesin kız sen?” diyecekti ki dışarıdan bir feryat figan koptu.
Hemen pencereye koştular. Otoparka ses bombası atılmıştı sanki. Tüm mahalle seyirlik pozisyonunu almış merakla ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Saçlarını yanlardan kazıtmış, hacı sakallı, dar streç pantolonu ile bir genç, Muhittin’i tekmeliyordu.
Elmas Hanım camı nasıl açtığını bilemedi, kopardığı çığlık mahallenin ortasına tombul bir soprano gibi düşüverdi. Zaman o an için durmuştu. Zaman sadece Elmas Hanım'ın sesi için işliyor ama o ses ışığı yakalayacakmış gibi giderek hızlanıyordu.
Kavga bitti. Genç, eline kırılmış sileceği alıp pencereden aşağıya bir piton gibi sarkmış Elmas Hanım'a doğru uzatmıştı.
“Bu adam gelip arabaya vurmaya başladı, sileceğimi kopardı.”
“Evladım o gariban evsizin teki, aklı tam yerinde değil. Hem bak senden kaç yaş büyük. Yakışıyor mu sana el kaldırmak yaşlı bir garibana?”
Mahalleli Elmas Hanım'ın erken müdahalesi yüzünden seyirlik yerini yavaş yavaş terk ederken, aşağı inen Cengiz Bey, Muhittin’i yerden kaldırdı.
Zavallı adamcağız! Dudağı kanıyordu. Ayaklarını sürüye sürüye oradan uzaklaştı.
Elmas Hanım'ın asabiyetten gerilmiş kaşlarının altında acıyan gözleri, onun iki kat altında titreyen dudakları ve daha aşağıda koltuğa yapışmış titreyen elleri Naciye’yi harekete geçirdi.
“Elmas abla dedi Naciye. Bir sürü işimiz var, yaprak saracağız daha üzülme gel hadi! Hem sen bana bu Muhittin’in hikâyesini anlatacaktın ya.”
Zaman kendini on adım ileri atmış, iki kadın mutfakta oturmuş sarma sarıyorlardı.
“Bu Muhittin zamanında simitçiymiş ama öyle simitçi değil.”
“Nasıl yani?”
“Yani istihbarat topluyormuş işte anarşi, terör falan.”
“Yaaa… E Elmas abla, de hele.”
“Bir zaman sonra edebiyat mı eczacılık mı bir fakültenin önünde bir genç sürekli bunun gözüne görünür olmuş.”
“Abla senin istihbarat da az değil ha. Barış mı anlattı bunları?”
“Evet.”
“Gazeteciliği bıraktı mı şimdi senin oğlan?”
“Bu aralar kitap, roman neyim yazıyor.”
Hafif gerilen Elmas Hanım, kaşlarını çattı.
“Kızım bırakcan mı anlatayım,” deyip elindeki sarmayı tencereye salladı.
“Anlat abla anlat, ben dinliyorum seni.”
“Neyse efendime söylim, bu oğlan sürekli siyah bir kasket takar ceketinin yakalarını açıp ensesini iyice kapatacak şekilde çeker, soğuk bahanesiyle atkıyla ağzını burnunu iyice sarıverirmiş. Geldi mi fakülteyi bir hareket alır; ya bir gösteri olur ya da pankart afiş dolarmış ortalığa.”
“Bir oğlan mı yaparmış tüm bunları?”
“Orasını bilmem. Örgütçüymüş işte. Muhittin takmış bu çocuğa. Bir yılan gibi sürünmüş durmuş çevresinde lakin bir türlü yüzünü tam görememiş. Bir şekilde öğrenmiş, ismi Durmuş imiş. Tumturaklı bir rapor hazırlamış emniyete. ‘Her gammazın mutlu olduğu bir an vardır.’ diyor bizim Barış. İşte Muhittin’in mutlu anları da Durmuş'un fakülte önünde zorla beyaz Toros’a bindirildiği kısa zamanmış.
“Gerçi burayı anlatırken meyhanede bir arkadaşına, ‘Ulan,’ demiş ağlayarak ve eklemiş ‘Arabaya tıkılırken zavallı çocuk, içimde bir şey koptu. O ses, o çığlık! Sanki beni alıp duvara vurdular bir an.’ demiş. O gün rahat edememiş, işi erkenden bırakmış, doğru evin yolunu tutmuş.”
Naciye heyecandan sardığı sarmaları çiğ çiğ yemeye başlamıştı.
Elmas Hanım yutkundu, kalkıp bir bardak su doldurdu oracıkta ve bir dikişte bitirdi.
“Sonra? Sonra?” deyip iç çekti.
“Eve gelmiş. Hanımına, ‘Âdem gelmedi mi,’ demiş. ‘Yok, gelmedi,’ demiş hanımı. O gece Âdem gelmemiş. Ertesi gün de. Muhittin’i almış bir ateş. Soluğu emniyette almış. Emniyettekiler bilememişler zira öyle bir kayıt yokmuş. Zavallı Âdem sanki yer yarılmış da içine girmiş. İçine düşen kurdun peşine düşmüş. Durmuş denilen devrimciyi araştırmış. Siyasi şubenin temizlikçisinden almış duymak istemediği tüm haberleri. Kod adı Durmuş, gerçek ismi Âdem Sarıtaş. Muhittin yıkmış ortalığı. Öyle ki emniyetin içine çevik kuvvet girmiş. Rapor verdiği amirin yakasına mı ne yapışmış. ‘Anasını avradını.’ demiş. ‘Yakarım ulan herkesi yakarım evladımı verin! Evladımı verin!’ diye diye yaka paça, bir zamanlar gammazladığı insanları misafir ettikleri loş ve sevimsiz nezarete atmışlar.”
Naciye olayı anca kavrayabilmiş, gözünden akmaya başlayan yaş açıkta kalan ağzına umarsız bir ivedilikte girivermişti.
Elmas elinin tersiyle burnunu silip anlatmaya devam etti.
“Bir zaman sonra emniyet müdürü Muhittin’in yanına inmiş. ‘Bak Muhittin,’ demiş. ‘Sen vatanı milleti seven bir insansın. Senin verdiğin raporu biz istihbarata veririz, onlar DAL diye bir yere verir ki orda kim vardır, ne döner, reisi kimdir kimse bilmez. Reisi Cumhura da gitsen onun da bildiğini sanmam.’ demiş. Muhittin gözyaşları içinde hıçkırarak yalvarmış. ‘Amirim gözünün çapağı olayım amirim! Kurtar evladımı amirim. Evlat katili oldum amirim evlat!’ deyip çığlıklar içinde kafasını nezaretin duvarlarına vurmaya başlamış.
“Kan revan içinde önce hastaneye, sonra tımarhaneye kızım. Hani derler ya mine çiçeği yıldırım görünce rengi solarmış. İşte zannımca bu Muhittin'in rengi o gün bu gündür muma dönmüş. Bir mumya gibi dolaşır durur ortalıklarda. Ne ağlar ne güler,” dedi ve sonra elinin tersiyle gözyaşını kuruladı.
“Garısı ne olmuş abla?”
“Duyduğum kadarıyla çok geçmemiş yumurtalık kanseri olmuş. Acı içinde inildeyerek, Muhittin’e beddualar ede ede ölmüş. Bunların bir komşusu vardı. O anlatmıştı. Kadıncağız beddua ettikçe Muhittin bir kaplumbağa gibi kafasını boynundan çıkarır, buzlu cam gibi gözlerinden yaşlar damlarmış. Ya işte böyle kızım. Bu dünyada derdi olmayan yok. Allah evlat acısı vermesin, verse de bir mezarı olsun.”
Saat dört olmuş, hüzün çökmüş, mahallenin Dikilitaş'ı gibi orta yerde duran elektrik direğine geri gelmişti karga. Kafasını karşı binada açılan pencereye çevirdi. Doksanlı yıllardan kalma müzik seti gümbürtüsü ile dehşet içinde tekrar uçuverdi. Elmas Hanım’ın misafirleri gelmiş, mezdekeler çalınmış, göbekler atılmış.
Naciye kütük kollarını bir balerin gibi kıvırıp turşu küpü kalçalarını sallarken Adem’i düşünüyordu.
Cem Alptekin
Öyküyü sesli dinlemek için:
Bình luận