Ağır demir kapıyı arkamdan çektim. Defalarca ucuz yağlı boyayla boyanmış, hemen yerine oturmadı. Daha sert çektim. Kapının dilinin yuvasına otururken çıkardığı ses içeride yankılandı. Hemen karşıdaki alçak masada sade giyimli genç bir kadın oturuyor, bana döndü. Yüzünü tam olarak seçebilmem için gözlerimin loş ışığa alışması gerekti. Yumuşak adımlarla yaklaştım. Kulağına dayalı ahizeyi işaret edip nazikçe gülümsedi. Sandalyesinde ahizeyi gizlemek ister gibi dönüp hattın diğer ucunu dinlemeye başladı. Çatık kaşlarının altından bana baktı, yüzü aklına bir şey gelmiş gibi aniden aydınlandı. Ağzını ses çıkarmadan oynatıyor. Ne dediğini anlamak mümkün değil.
Anneannemi dedim, görmeye gelmiştim. Kendinden emin bir tavırla kafasını salladı. Telefonu tekrar kulağına yapıştırdı, şimdi kapıdan girdi efendim. Ahizeyi masanın üstünden bana uzattı. Alo? Öbür uçtan gelen uzun ve sabırsız nefesi duyabiliyorum. Bir şeyi, yine ve mutlaka yanlış yaptığımın habercisi. Kızım, neredesin? Dörtte gideceğim demiştin! Bir türlü ortada yoksun… Aceleyle ağzından dökülen kelimeler birbirine karışıyor. Bitirdiğinden emin olmak için bir müddet sustum. Trafik anne, evden çıkmam da uzun sürdü. Sözümü tıslayarak kesti. Bir gününü, affedersin ne bir günü, bir akşamüstünü bile bu kadına ayıramıyorsan… Gel-dim işte! Sesimi kontrol edemedim, yükseldi. Masasında başka şeylerle meşgul ya da meşgulmüş gibi yapan sekreter kalın kaşlarının altından bana baktı.
Annemin son cümlelerini dinlemedim. Ahizeyi kadına uzattım. Teşekkürler. Sandalyesinde üstünü başını düzelterek doğruldu. Eliyle uzadıkça karanlıklaşan koridorun ucunu gösterdi. En sondaki merdivenden üç kat, parmaklarıyla üç yapıyor, çıkın. Orada Tülin Hanım’ı ziyarete geldiğinizi, torunu olduğunuzu söylersiniz. Hemşire arkadaşlarım yardımcı olacaklar.
O yerine yerleşirken gösterdiği tarafa yürümeye başladım. İlerisi, merdivenler karanlık. Dönüp kadına baktım. O da benim uzaklaşmamı seyrediyormuş. Gözlerini kırpıştırarak gülümsedi. Beni yüreklendirmek için mi? Basamaklara ulaştım, trabzanı tuttum. Merdivenlerin aşağı inen tarafından ağır bir yemek kokusu geliyor. Günlerdir tekrar tekrar pişen bir tencere yemeği. Yukarı çıkıyorum.
Üçüncü kat daha da sessiz. Caddenin gürültüsü buraya ulaşmıyor. Merdiven boşluğu katın geri kalanından metal çerçeveli cam bir kapıyla ayrılıyor. Kapıyı ittim. Olmadı. Çektim. Açılmıyor. Vücudumu cama iyice yaklaştırdım. Beyaz loş ışıkla aydınlanan koridorda kimse yok. Kapının sağladığı görüş açısından birini görür müyüm? Umudum hızla tükendi. Hani beni bekliyorlardı. Boğazımda tanıdık bir yumru. Gittikçe şişiyor. Döndüm, merdivene doğru hareketlenirken arkamdaki kapı açıldı. Dar aralıktan iri gövdesini sarkıtmış sarışın bir hemşire. İşaret parmağını bana doğrulttu. Tülin Hanım’ın torunu? Yutkundum ama boğazım konuşmak için fazla şiş. Kafamı hızla salladım. Onu takip etmemi işaret etti. Gelin! Biz de sizi bekliyorduk. İçeri girdim. Kapıyı arkamızdan hiç vakit kaybetmeden çekti. Üstündeki anahtarı çevirip beyaz gömleğinin cebine koydu. Beraber yürümeye başladık. Cebindeki anahtar koçanını şıngırdattı, misafirlerimiz zaman zaman dışarı çıkmaya çalışıyorlar.
Uzun koridor biz yürürken birkaç kere genişleyip tekrar inceldi. Sağa kıvrılarak ilerliyoruz. Bir avlunun çevresinde dönüyoruz. Hemşireye belli etmeden duvarda sıralanan pencerelere yaklaştım. Evet, kuru bir avlu. Genişçe bir kapının önünde durduk. Kadın kanatlardan birini itip geçmeme izin verdi. Buyurun lütfen.
Salon duvar diplerinde sessizce oturanlarla dolu. Biz ileriye, tavandan bel hizasına uzanan camların dibine gittik. Yaklaşınca sırtı odaya dönük koltuğu tanıdım. Eski yeşil berjeri. Kadın güçlü kollarıyla berjerin sırtını kavradı. Odaya çevirdi. Eğilip kulağına bağırdı. Torununuz geldi, Tülin Hanım! Bir süre bekledik. Sesin anneannemin zihninde bir yere ulaşmadığından emin olunca doğruldu. Duvara yaslı kolçaklı sandalyelerden birini berjerin karşısına camın hemen yanına çekti. Duvardaki saate bakıyor. Çay saatimiz neredeyse gelmiş, içersiniz değil mi? Sandalyeme yerleşiyorum. Kadın cevabımı beklemeden uzaklaşmaya başladı. Giderken aramızdaki bir sırmış gibi yüzünü buruşturarak fısıldadı, birazdan uyanacak.
O gidince çevreme baktım. Bize en uzak köşede oturan kadın dışında herkes uyuyor. Ona gülümsedim. Kadın kaşlarını daha da çattı. Alnını dimdik kesen çizgiyi buradan bile görüyorum. Pencereye döndüm. İyice pembeleşen güneş kirli camın üstündeki yağmur izlerine vuruyor. Birkaç mevsim daha temizlenmezse herhalde bu odaya akşam güneşi de girmeyecek. Oturduğum yerden karşı kaldırım gözüküyor. Babasının elinden tutmuş, adımlarını adamınkine yetiştirmeye çalışan bir çocuk aniden kafasını kaldırıp bizim tarafa baktı. Hızla içeri döndüm. Bu binanın bir parçası değilim.
Hâlâ uyuyor. Buraya geldiğinden beri vücudu iyice küçülmüş. Dar omuzlarının üstünde kocaman başı önde. Kabarık sarı beyaz saçları daha da büyük gözükmesine neden oluyor. Aldığı uzun nefeslerle ileri geri sallanıyor. Dallarına ağır gelen bir meyve gibi, düştü düşecek.
Omuzuna uzandım. Elimin tersiyle hırkasını okşadım. Yün hırka tanıdık ama eskisinden çok daha sert, keçeleşmiş bir kabuk gibi. Elimi hırkanın üstünde gezdirdim, kıpırdadı. Çektim. Uyanmasını bekliyorum ama galiba istemiyorum.
Elimin üstünü kaşıdım. Hırkasının kokusunu alıyorum, çok tanıdık. Kıyafetleri hep böyle koktu. Şimdiden farklı bir zamana aitler. Bana her sarıldığında bu yün iplikler önce yanaklarımı kaşındırıp kızartır, sonra da öksürmeme neden olurdu. Başımı göğsüne sıkı sıkı bastırır, kalın kollarının arasından imkânı yok kaçamazsın, bayılarak anlattığı o hikâyeyi anlatır sonra. Hastaneye gelip beni görene kadar sevmeyeceğini düşünmüş de ne kadar küçük ve kırılgan olduğumu görünce dayanamamış. Tüm kuzenlerin toplandığı bir doğum günümde de anlatmıştı, değil mi? Kollarının arasından hepsinin suratını yarım yamalak görebiliyordum, sırıtıyorlardı. Beni sevmemenin bir seçenek olduğu sanırım o zaman öğrenmişlerdi.
Gözüm tavandaki yuvarlak apliğe takıldı. Beyaz ışığı ritmik sayılabilecek şekilde titriyor. Bir, iki, üç, boşluk ve bir, iki, üç, boşluk… Gözlerimi kısıp içine baktım. Yanılmıyorum. Bunun da içinde küçük siyah noktalar var. Bir şekilde lambanın içine girmeyi başarmış ve orada ölmüş sinekler.
Berjerdeki hareketi gözümün ucuyla sezdim. Öne sarkıttığı ağır başını dengelemeye çalışarak kaldırdı. Koltuğun yüksek sırtına yasladı. İnce, kuru boynu bir hayvanınkine benziyor. Derin hırıltılı bir nefes aldı. Bir balon gibi. Şişti. İstese vücudu tekrar büyüyüp genişleyecek, kabuklaşmış hırkasından taşacak. Akşamüstü başlayıp hava kararana kadar süren saklambaç oyunlarımızda yaptığı gibi peşimden koşmaya başlayacak. Saatler ilerledikçe yakalananlar artacak, sayımız da saklanılacak yerler de iyice azalacak, seni bulamayacağı yeri iyi seçmelisin o zaman. Evin en zor ulaşılan en karanlık yerini. Depo odasının neredeyse hiç açılmayan kapısını gıcırdatmadan aç, karanlık odada eski ahşap dolaba gir. Büyük anneannenin kaderine terk edilmiş kıyafetlerinin olduğu süslü dolaba. Dışarıdan gelen seslere dikkat kesil, yaklaşıp yaklaşmadığını anlamak için. Mümkün olduğunca az ve yavaş nefes al. Rüyalarımda hâlâ buna benzer anlar görüyorum. Dev dolaba girip ne kadar uzun saklanırsam saklanayım her seferinde yakalanıyorum. Dolabın kapısını yavaşça açıyor, yaşlı parfümü ahşap boşluğa doluyor. Vücudumu dolabın en korunaklı köşesine sıkıştırıyorum. Askılardaki giysileri tek tek aralıyor. En sonunda kalın gözlüğünün arkasında devleşmiş gözlerinden biriyle karşılaşıyorum.
Yakaladım!
Şimdi kapalı gözlerine bakıp gülümsedim. Bu oyunlardan bilmem kaçıncısında yine büyük dolapta yakalandım. Kolumu kavrayıp beni dışarı çekmeye çalıştı. Bir şekilde kurtuldum. Yakalandın, dedi, niye çıkmıyorsun? Gerçekten bunun için mi ağlıyordum bilemiyorum ama ağlıyordum. Beni diye bağırdım, sevmiyorsun!
Salonun kapısından dönerek yaklaşan eski tekerleklerin sesi yayıldı. O tarafa baktım. Üstünde iki termos ve kurabiye dolu küçük tabaklar dizili bir servis arabası. Hemşire ona beklentiyle bakan diğer gözleri yok sayarak bize doğru geldi. Yaklaştıkça yüzündeki gülümseme yanaklarına yayıldı. Tülin Hanım’ın en sevdiği saat, çay saati! Ortamıza çektiği ufak sehpaya içi boş fincanları ve bir tabak kurabiye bıraktı. Servise başlamadan berjere dönüp sordu, öyle değil mi Tülin Hanım? Bir cevap gelecekmiş gibi anneanneme bakıyorum. Nafile. İki fincanı da doldurduktan sonra bana bilmiş bilmiş göz kırptı. Berjerin arkasında geçip ileri itti. Boş gözlerle salona bakarak sesini yükseltti. Haydi, yavaş yavaş uyanalım Tülin Hanım! Kelimelerinin son hecesini uzatıyor. Ona yardım edip etmeme konusunda kararsızım. Kalçamı sandalyemin ucuna kaydırıp öne eğildim. Anneannemin gözleri ilk defa isteksizce açıldı. Göz bebekleri mat ve gri. Kızarmış damarlı aklarının üzerinde hareketsiz. Kadın bunu fark edince vücudunu gözlerin baktığı noktaya yerleştirmek için koltuğun önünde eğildi. Kaşları yay gibi havada. Tekrar seslendi. Çay sa-a-ti! Sabırsız çalan bir zil gibi. Eğildiği yerde bir süre bekledi, sonra yüzünü bana çevirip buruşturdu. Mahcup. Bugün biraz uykumuz var. Buraya geldiğinden beri çay içtiğini hiç sanmıyorum, yine de kadını rahatlatmak için gülümsedim. Berjerin kolçağından güç alarak doğruldu. Beyaz pantolonunun dizlerini silkti. Arabanın arkasına geçip uzaklaştı. Tekerlek sesi de onunla. Anneannemin bakışları aynı yerde. Ortamızda duran sehpanın azıcık ötesinde. Şimdi daha yakınız, kokusunu alabiliyorum. Kirli değil ama temizlenmiş gibi kokuyor.
Ona biraz daha yaklaştım. Ağzı yavaşça bir miktar aralandı. Geri çekildim. Ben uzaklaşınca önce gözlerini sonra da ağzını kapadı. Bir süre arkamda dolaşan tekerleklerin sesini dinledim. Hemşirenin ağır sabolarının sesiyle beraber kapıdan çıkıp kayboluncaya kadar. Çayıma uzandım, gözlerimi anneannemden ayırmadan bir yudum aldım.
Beni seviyor musun?
Bu soruyu kim bilir kaç defa sormuşumdur. Mutfaktaki masada bir akşamüstü oturuyoruz. Masanın plastik örtüsü sararmış. Elimi yüzeyinde gezdiriyorum. Serin ve kaygan, yer yer derime yapışıyor. Ağzındaki lokmayı hızlı hızlı çiğneyip yutuyor anneannem. Ne yediğimizi hatırlamıyorum. Tuzlu kurabiye olabilir. Uzanıp sehpanın üstündekilerden bir tane aldım. Göz hizamda sağa ve sola çevirdim. Ağzıma atıp çiğnemeye başladım, bayat hamur dişlerime yapışıyor. Onun da eskiden yaptığı gibi çayımdan bir yudum aldım. O bunu takma dişleri başına iş çıkarmasın diye yapardı. Hırsla dönüyor bana. Gözlerini kocaman açmış. Beyazların üstünde şişen kılcal damarları görebildiğimi hatırlıyorum. Beni korkutmuyor, onu kızdırmak hoşuma gidiyor. Hayır! Hayır, diyor omuzlarını şımarık bir çocuk gibi silkip. Başparmağını işaret parmağının boğumuna bastırıp gözümün dibine sokuyor. Şu kadarcık bile sevmiyorum!
Sehpadaki tabaktan bir kurabiye daha aldım. Çiğnemeden yuttum. Yemek borumdan inişini hissediyorum. Baş parmağımı işaret parmağıma bastırdım. Onun da hafifçe uzun oval tırnağı aynı benimki gibi etine batıyordu. Canının benim yüzümden yandığından endişelenmiştim.
Yutkundum. Gözlerimi tekrar cama diktim. Güneş kaybolmak üzere. Galiba o akşamüstü de böyle susmuştum. Bir süre benimle ilgilenmedi. Akşam yemeğine yakın, aşağı yukarı bu saatlerde, yanıma gelip beni zorla kucağına oturttu. Elimi kalbinin olduğu yere götürdü.
Burada herkese yer var.
Şimdi karşımda inip kalkan göğsü hatırladığımdan çok daha dar ve kırılgan. İçinde iddia ettiği kadar çok yer yok gibi.
Hemşirenin bize yaklaşan adımlarını duydum. Ona döndüm. Gülümseyerek boş çay fincanımı işaret etti. Bir tane daha? Fincana baktım. Bir çay daha içmenin ne kadar süreceğini hesapladım. Çok ayıp! Annem böyle derdi. Kafamı salladım, içerim.
Kadın fincanımı alırken anneannemi başımla gösterdim. İçmiyor? Kimden veya neden bahsettiğimi anlamamış gibi çevresine baktı. A, evet. Genelde çaylar pek içilmiyor. Sırıttım. Niye dağıtıyorsunuz o zaman? Karşımda kararlı bir duvar gibi doğruldu. Ciddileşti. Çay servisimiz ücrete dahil. Bu ani değişime şaşırdığımı anladı sanırım, hızla yumuşadı. Gırtlağını temizleyip şarkı söyler gibi konuştu. Ben size bir fincan daha vereyim.
O uzaklaşırken anneannem uzun nefeslerinden birini aldı. Ağzından sıkıntılı, inlemeye benzeyen bir ses çıkararak verdi. Berjerin kolçağında açık duran avucunu sıktı. Parmak eklemlerini kaplayan kuru deri inceldi, beyaz sivri kemikleri deriyi yırtıp çıkacakmış gibi belirginleşti. Yumruğunu gevşetince işaret parmağımı bir bebeğe yapacağım gibi avucunun içine soktum. Sıktı.
Hepimizi, belki bana öyle geliyor ama özellikle beni hep sıkarak sevdi. Sıkıştırarak. Koltuk köşelerine, duvar diplerine sıkıştırarak. İyice küçükken diğerlerinden daha tombul karnımın yumuşak yerlerini, sonra kollarımı… Lise mezuniyet elbisemi satın alırken yeni belirginleşen kalçamı kendi yöntemiyle sıkarak sevdi. Dişlerini de sıkarak.
Suratına baktım. Sakin bir uykuda. Yalnızca yüzünün geri kalanına göre daha canlı bir renkteki ince dudaklarını kararlı bir şekilde birbirine bastırıyor. Ağzının çevresindeki kırışıklıklardan anlayabiliyorum. Kemikli parmaklar biraz daha sıkıştı. Elimi çekerek parmağımı oynatmaya çalıştım. Biraz daha sıkıştırdı. Beni uyandırmaya geldiği sabahlarda oynadığımız oyunu hatırlıyorum. Yorganın altındaki çıplak ayaklarımı yakalamaya çalışıyor. Birkaç kere bilerek başarısız olup sonunda yakalıyor. Kaçmamaları için sıkıca tutup onları şefkatle öpüyor.
Bazen yüzüne şakacı bir iğrenme ifadesi yapıştırıp koktuklarını ima ederdi. Kahvaltı masasına oturduğumda ayaklarımda hissettiğim tatlı sıcaklık şimdi parmağımda.
Tekrar çekiyorum.
Bırakmıyor.
Parmak boğumlarından gözüken beyaz kemikleri iyice belirginleşti. Üstlerini kaplamaya çalışan yaşlı deri şimdi parlak, saydam bir zar gibi. Çevreme baktım. Derin bir nefes aldım ve tekrar, bu sefer sert ve kararlı, çektim. Parmak azcık da olsa oynadı ama kemikli pençe küçük bir hayvanı yakalar gibi hızla daha da kapandı.
Ah!
Salondaki yüzleri seçemiyorum. Ama eminim bize bakıyorlar. Gittikçe sıkışan parmağımın acısıyla kıvrandım. Ucunda oturduğum sandalyeden yere, dizlerimin üstüne kaydım.
Ahhh!
Kapıdan telaşlı ayak sesleri yükseldi. Gözlerimi yumdum. Hemşirenin ağır terliklerinin sesi.
Tülin Hanım!
Tülin Hanım!
Tü…
Başımı öne bıraktım, parmağımı saran kemikler gevşeyene kadar istemsizce ileri geri sallandım. Gözlerimi açtım. Geri geri sürünerek berjerden uzaklaştım. Hemşire koltuğun yanına çökmüş. Dizlerini okşuyor. Fısıldıyor.
Geçti Tülin Hanım, geçti.
Parmağımın üstünde kırmızı muntazam şeritler uzanıyor. Geçmeleri için ovaladım.
Canım, dedim. Kontrolsüzce ağzımdan çıkan hıçkırığı bastırmaya çalışıyorum. Tekrar ettim, canım… Hemşire gözlerini ondan ayırıp bana dönünce cesaretlendim.
Canım çok yanıyor.
Kadın ayağa bile kalkmadan dizlerinin üstünde süründü. Bana geldi. Sarıldık. Kafamı göğsüne bastırdı. Beyaz önlüğü tamamen ıslanana kadar ağladım.
Cemre Öğün
Komentarze