top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Cindi Yıldırım- Kar Tanelerinde

Sis, büyük bir sakinlik ve ciddiyetle tren garını boyuyordu. Saatlerce hatta günlerce yağacak olan kar, kapıyı tıklatıyordu bembeyaz elleriyle. Birkaç günlüğüne terk edeceği şehir, bir sis bulutunun içinde nefessiz yatıyordu. Gözlerini kapatan Erdem, şehrin kalabalık yalnızlığını, sesleri birbirine karışan esnafın bağırışlarını, ümitsizlik içinde oradan oraya koşturan, canından bezmiş insanların hüsran dolu bakışlarını hissedebiliyordu. Sonra apartmanı dikildi gözlerinin önüne. Yaşlı ve beli büküktü. Çocuk sesleri ile yıkanmış duvarları, birkaç aydır bozuk olan asansörü, akşamları komşulardan yükselen yemeklerin midesini bulandıran kokuları da sızdı düşüncelerine. Birkaç günlüğüne olsa bile bunlardan kurtulacağını bilmek sevinmesini sağladı. İstasyon yavaş yavaş uyanıyordu. Balyalarını sırtlamış insanlar gördü önce, ardından çocuklu birkaç aile. Oturdukları bankların kenarlarına peynir ve turşu bidonları da ilişti kokuları ile birlikte. Sevdiklerini, eşlerini, çocuklarını askere uğurlayanlar da geldi. Gülmeler, ağlamalar, bağırışlar, homurtular birbirine girmeye başladı. Ağızlardan kurtulan gri bir duman ince ince yükseldi. Durmadan sigara üstüne sigara yakan leş kokulu koca bir ağza dönüştü istasyon az sonra.

Havanın kara döneceği belliydi, ince bir mutluluk yerleşmeye başladı yanaklarına. Hafif ve narin salınımlarla birbiri ardına ilk kar taneleri düşüyordu, göğüs kafesinin içine küçük bir kuşun konduğunu hissetti Erdem. Kar yağmaya başladığında içi içine sığmazdı. İçinin derinlerinde dörtnala koşan hüzünlü atların olduğunu hissederdi. Atların ayak sesleri bedeninin her zerresinde yankılanırdı. Kalp atışlarını birileri duyacak diye telaşlanır, koca bir öküz nefesine oturmuş gibi konuşamazdı. Serin mi serin bir vuslatı bekleyen incecik ellerini heyecanla açtı, gökten ahenkle inen kar tanelerinin avuçlarına konmasını sabırsızlıkla bekledi. İlk kar tanesi avuçlarına değil de kederli yüzüne düşünce beyaz beyaz açıldı yüzü. Ardından üşümeye başlayan ellerine konmaya başladı. Avucunda üst üste binmeye başlayan kar tanelerini derin derin kokladı, aldı, incitmekten korkarcasına yüreğine bastı.

Sıcacık bir yaz günüydü. O küçük ellerinin arasında tuttuğun iki ekmek ile seke seke sokaktan geçiyordun. Elimde kırmızı topum öylece duruyordum sokakta. Gelip önümde durdun, sıcacık gülümsedin. Ne yapacağımı bilemedim. Zor da olsa tebessüm etmeyi başarabildim. Sen gidince kokun kaldı geriye. Ömrümde duymadığım kadar güzel bir kokuydu, hiç bitmesin istedim. Geldiğin yolu takip ettim, fırına kadar burnumu tuhaf şekillere sokarak etrafı kokladım. Kendime geldiğimde kokun silinmişti her yerden. Kucağımda dumanı üstünde iki ekmek olduğunu fark ettim. Gülümseyen fırıncı ile göz göze geldim. “Ekmeklerin kokusu beni de mest etti doğrusu,” dedi göğsü kabararak.

Ayağına basılmış gibi acı acı bağırdı tren. İnsanlar telaşla ayaklanmaya başladılar. Balyalar, tekrar sırtlara alındı, peynir ve turşu bidonlarının ağızları kontrol edildi son kez ve çocukların elleri sıkı sıkı tutuldu. Tren, beyaz duvağıyla evden çıkan bir gelin gibi göründü uzaktan. Yavaş yavaş, istemeden yaklaşıyordu. Duvağı kaldırılsa ağladığı bile görülebilirdi belki de. İstasyonda duran trenin kapıları yavaşlığına hiç yakışmayacak şekilde sertçe açıldı ve hızlı hızlı insan tükürmeye başladı. Yeni ve telaşlı yolcuları da aç kurtlar gibi çiğnemeden yutuyordu. Adam, boş bulduğu bir kompartımana tek başına oturdu, soğumaya başlayan ellerini ovuşturarak dışarıda yağan karın güzelliğine daldı. “Boş mu kardeş?” dedi bir ses. Üstündeki karları temizlemeye çalışan kadın, kendisine cevap verilmesini bekliyordu. Kadının ne dediğini anlamayan Erdem, boş gözlerle öylece baktı. Cevap alamayan kadın korktu biraz, geri çekildi, kapıyı kapatıp hızlıca ilerledi. Erdem ne olduğunu idrak edemedi, ifadesiz bir şekilde dışarıya dikti gözlerini yeniden.

O günden sonra seni her gün görmek, kokunu doya doya hissetmek istedim. Kaç defa gelip geçtin yanımdan, hep gülümseyerek. Bir türlü seninle konuşmaya cesaret edemedim. Bir gün geçmedin sokaktan, akşama kadar bekledim. Ertesi gün de geçmedin, sonraki birkaç gün de iyice meraklandım. Dayanamadım, evinize gelip annene soracaktım seni. Evinizin olduğu sokağa girince seni gördüm, solgun bir yüzle arabaya binmek üzereydin babanla. El salladım sana, kimseyi görecek halin yok gibiydi. Arabaya bindin, görmedin beni. Elim havada asılı kaldı, gitmeden bir gülümseseydin o kokunla keşke.

İyice dinlenen ve bakımı yapılan tren neşe içinde ilerliyordu. Rayları kapatan karı, sağa sola savurarak yolunu temizliyordu zevkle. Arkasında bıraktığı şehir, tek bir noktadan ibaretti artık. Dallarında biriken kardan dolayı beli bükülen ağaçlar akıp gidiyordu yanından. Tümüyle beyaz giyinen ovalar, dağlar, taşlar ve donmuş dereler de akıp siliniyordu hemen. Tren, insanların yanı sıra yüzlerce dert de taşıyordu. Kimisi derdini tasasını unutmak için trene biner binmez derin bir uykuya dalmıştı, kimisi camların önünde ölgün bakışlarını engin beyazlığa dikerek hüzünle sigara içiyordu. Trenin tavanına doğru yükselen dumanlar dışarı sızacak bir delik arıyordu. Aslında dışarı çıkabilse insanların dertleri de uçup kaybolacaktı belki de. Böylece insanların üzerlerine bir rahatlama inecek, ağızlarında tütüp duran sigaralar keyifle içilecek, yanaklarındaki donmuş dereler çözülmeye yüz tutacaktı, kim bilir?

Sokaklar üzgün ve durgundu. Ağaçlar sıkıntıdan yapraklarını yoluyorlardı. Herkese sordum seni. Anneme sordum, arkadaşlarıma, öğretmenime sordum. Hep aynı cevabı aldım. Annene de sordum, avluda oturmuş pirincin taşını ayıklıyordu. Sormamla hüngür hüngür ağlaması bir oldu, koşarak eve girdi, tepsi yüzükoyun yerde yatıyordu. Anlam veremedim, ben de sormaktan vazgeçtim. Nasıl olsa herkes aynı cevabı veriyordu. “Gitti, dönecek yakında,” diyorlardı. Annen hariç. Ağlamıştı üstelik. Kesin özlediğindendir.

Sabahtan beri yağan kar kâh şiddetini arttırıyor kâh sakinleşiyordu. Yolcuların göz kapaklarına çekiçle vuruyordu ve kirpiklerin ucuna koca bir kilit takıyordu yorgunluk. Erdem, hâlâ camın önünde zar zor görünen beyazlığı görmeye zorluyordu kendini. Çekici en çok yoran adam olmuştu, darbelerden dolayı kan çanağına dönmüştü gözleri. Direndikçe direnen Erdem, az biraz daha görsün, koklasın istiyordu dışarıda durmadan, yorulmadan yağan karı. Daha fazla dayanamadı, indirdi kepenkleri, içine çektiği son nefes yüzünde dondu. Başı cama doğru kaydı, gülümseyen yüzüyle uykuya daldı.

Saçlarının kokusunu duydum sanki. Koştum pencereye. Gökyüzünden bembeyaz bir ışık döne döne toprağa düşüyordu. Pencereyi sevinçle açarken koku biraz daha yoğunlaştı. Sokağı kaplayan bembeyaz sessizlik karşısında afallamıştım, görmeyi beklediğim sendin. İçimi kaplayan derin bir acı göğsüme baskı yapıyordu. Seni ne zaman görecektim? O an içime bir sakinlik yerleşmeye başladı. Senin kokuna benzeyen -hatta hemen hemen aynısı diyebilirim- bu kokuyu sevmeye başladığımı hissettim. “Kar kokusunu duyuyor musun anne?” dedim gözlerimi pencereden ayırmadan. “Ben hiç kar kokusu almıyorum,” dedi annem gülümseyerek. Arkadaşlarıma da sordum. Kimse koku falan duymuyordu. Nasıl sevindim bilemezsin. Benden başka kimse bu kokuyu duymuyordu demek. Tam altı ay beş gün sonra kokunu duyuyordum. Doya doya içime çektim. Benden mutlusu yok.

Tren, yorgun bir şekilde uykunun en tatlı anında kasabaya varıyordu. Uyandığında her yeri tutulmuştu, gerindi, gözlerini uzun uzun ovuşturdu. Dışarı kısarak baktığı gözleri, saman balyalarına şevkle koşan keçileri gördü, babasının kucağından inen küçük çocuk arkalarından koşuyordu. Tren yavaşlamaya başlayınca o da ayaklandı diğer yolcular gibi. Trenden her yerleri tutulmuş olarak çıkan yolcular kuru bir gölge gibi sessizce kasabanın içine dağıldılar. Adam, trenden iner inmez üzerindeki uyku mahmurluğu uçup gitti. Yıllardır kasabaya her ayak basışında gelip kendisini bulan hüzün bu sefer de hemen yapışıverdi burnuna. Ağlamaklı oldu, çantasını sırtına geçirip kasabaya doğru yürüdü. Kasaba derin bir uykunun kollarındaydı. Bahar ve yaz aylarında cıvıl cıvıl olan kasabanın sesini, soluğunu kesmişti kar. Anıları ile dolu kasaba sokaklarında yürümeye başladı. Yürüdükçe yüreğinde kabaran bir acı peşinden gelip yakasına yapışıyordu. Kar ise bembeyaz, ince bir örtü örüyordu üzerine. Her evin önünde soğuktan birbirine sokulan odunların ve tezeklerin üzerine brandalar örtülüydü. İsli bacalardan çıkan kalın ve kapkara dumanlar göğün griliğini kirletmek için acele ediyordu. Sokaklarda in cin top oynuyordu. Artık kimsenin yaşamadığı evinin önünde duruyordu, girip girmeme konusunda kararsız kaldı ancak yorgundu, dinlenmeye ihtiyacı vardı. Bir karış kar biriken merdivenleri çıkarken caminin mikrofonuna üç kez vuruldu, hafif bir öksürükten sonra içli bir ses ezanı okumaya başladı.

“Allahu Ekber Allahuuu Ekber, Allahuuuu Ekber Allaaaahuuu Ekber…” Ezan okunur okunmaz gökyüzü geniş mi geniş elleri ile ağzını kapattı, saatlerdir aralıksız yağan kar aniden durdu. Hava çiçek gibi açmaya başladı. Camiye giden birkaç yaşlı döküldü sokağa, baston tıkırtılarının sesini emiyordu kar. Bir köpek sesi duyuldu uzaklardan. Kuşlar, açlıktan guruldayan karınlarını doyurmak için kasabanın üzerinde uçmaya başladılar, burunlarına kokusu çarpan birkaç kırıntının hayali ile müthiş bir uğraş veriyorlardı. Adam, geçen seneden kalan odunları sobaya atınca cayır cayır yanmaya başladı. Yüklükten çıkardığı yün yorganlardan birini iyice silkeledi, üzerini değiştirmeden sedire uzandı, yanan sobaya dikti gözlerini ve öylece uykuya daldı.

Sevincim kursağımda dondu kaldı. Birkaç gün sonra yağan karın altında mezarlığa doğru giden kalabalığı gördüm. Omuzlarında bir tabut, ürperdim. Annen feryat figan ağlıyordu, baban ayakta duramadığı için koluna girmişlerdi. Annem de mezarlığa gidiyordu, koştum yetiştim. Ağlamaklı gözlerimde beliren soruyu cevapladı istemeyerek. Hastaymışsın, dayanamamış küçük bedenin, gitmen gerekiyormuş. Kabul etmiyorum, bize niye söylemedin giderken? Küçük bedenini karanlık ve soğuk bir çukura bırakacaklardı. Kalabalığı yarıp çukurun başına geldim. “Onu burada bırakamazsınız, üşür,” dedim ağlayarak. Babam tuttu beni, başımdan öptü, o da ağlıyordu. Herkes ağlıyordu, gözyaşları gelip küçük çukura akıyordu. “O öldü,” dedi bir ses. Ölmek mi? Ne çirkin bir kelime, soğuk. Kalabalığa dönüp bağırdım. “Bu doğru değil, o ölmedi,” dedim. Bir yandan da hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Sahi, neden söylemedin giderken? Söyleseydin, ben de gelirdim seninle.

Uyandığında vakit ikindiye geliyordu. Evi iyice ısıtan soba dinlenmeye çekilmişti. Hazırlanıp dışarı çıktı. Kasaba meydanına indi, gördüğü birkaç akrabaya hâl hatır sordu. Kasabanın dışında kalan mezarlığa gitmek için adımlarını hızlandırdı sonra. Mezarlığa varınca bir müddet öylece durdu. Mezarlığa girmeden önce gözlerini bir uçtan diğer uca gezdirdi. Mezarlık kar altında kalmıştı. Yapraksız kalan koca çınarın kar yüklü dallarını gördü. Koyun ve keçi melemeleri geliyordu dere kenarından. Mezar taşları zar zor görünüyordu. Gene de gidip başında ağlayacağı mezarı buldu. Toprağın altında senelerdir yatan o küçücük bedeni, kalın bir kar tabakası örtüyordu. Elleri ile karları temizledi. Heyecandan titreyen ellerini mezar taşında yazılı isimde gezdirdi, o koku efil efil kokmaya başladı burnuna. “Sen, bana her kış kokunu getiren kar tanelerinde yaşıyorsun,” dedi fısıldayarak. Kar, kaldığı yerden yağmaya başladı tekrar.


Cindi Yıldırım

5 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

5 Comments


abasakyurk.73
Jan 31, 2023

" Gitmeden bir gülümseseydin o kokunla keşke. "

Ne güzel cümle, ne kadar anlamlı ve derin bir duyguya sahip .

Like
cindiyildirim73
Jan 31, 2023
Replying to

Teşekkür ederim güzel yorumlarınız için 🙏

Like

abasakyurk.73
Jan 31, 2023

İnsan kendini bulduğu öyküleri bir başka okurmuş. Okuduğum her öykünde bambaşka duygular yaşatan o güzel kalemin hep böyle devam etsin. Tüm güzel başarılar seninle olsun.😊👏

Like

Fener Bahçe
Fener Bahçe
Jan 31, 2023

Ellerinize sağlık cindi bey👏

Like
cindiyildirim73
Jan 31, 2023
Replying to

Teşekkür ederim 🙏

Like
bottom of page