top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Davut Elçi- Aygaz Kamyonu

Aygaz kamyonu geçti sabah. Orkestra şefi edasıyla eşlik ettim müziğine, kalemimle. Sıkıntıdan. İlham gelmiyor bir türlü. Bir haftaya yetiştirmem zor görünüyor bu çalışmayı. Sokağın canlılığı bir şeyler uyandırır belki dedim zihnimde ama nafile. "Özgün bir ketçap şişesi tasarlamanı istiyoruz. Bizim markayla özdeşleşsin." Tabii tabii, kolaydı. Hilmi abiye toptancı geldi sabah. Mal indirdi bir sürü. Çikolata, gofret, çamaşır suyu, deterjan kartonları yığdılar dükkânın önüne. Şimdi kim dizecek o kadar şeyi raflara. Bakkal olmadığıma seviniyorum o an için.

Son zamanlardaki sevinç ve hüzünlerimi, kendimi başkalarının yerine koyarak yaşadığımı fark ettim. Geçen gün de radyomu tamir etmek için gittiğim dükkânda ustanın yerinde olmadığıma üzüldüm. Usta, altmış yaşlarında biri. Hali, tavrı ve kravatı, bir yerlerden emekli olmuş da merakı var diye tamir dükkânı açmış izlenimi veriyor. İkiye iki dükkânının arka tarafında yığınla bozuk televizyon ve radyo var. Dükkânı ortadan ikiye bölen tezgâhın öbür tarafına nasıl geçiyor, çözemiyorum. Tezgâhın üzerinde benimki gibi Sharp marka bir radyoyla beraber irili ufaklı bir sürü tornavida, kablo, cıvata ve birkaç kaset var. Ayağının dibinde elektrikli sobası, radyoda TRT FM açık. "Gülü Susuz Seni Aşksız Bırakmam" diyor şarkıcı. Çok memnun görünüyordu hayatından. Bir de öyle sapa bir yerde ki dükkân. Kalan ömrümü burad- Radyo dedim de aklıma geldi. Ketçap kapağını ayarlı yapsak, radyodaki ses ayarı gibi. İsteyene az, isteyene çok dökülse. Yok ya, zor.

Babam yine gecikti. Kırk yıldır babamı bekliyorum bu pencerenin önünde. Eskiden kardeşimle, hava kararınca köşeyi dönen her kasketli için sevinçten zıplardık. Şimdi ise akşam ezanı okunmasına rağmen mahalle maçından dönmeyen çocuğunu bekleyen annenin endişesi var üzerimde. Kaç seferdir yolunu kaybediyor. Onu kahveden almamı da istemiyor. “Okul çocuğu muyum lan ben,” diyor. “Değilsin de kaybolunca eve taksiyle dönmeyi biliyorsun ama,” diyorum. “Senin paran mı lan,” diyor, susuyorum.  

Sinirli geldi bugün kahveden. Kaybetmiş, belli. İlişmiyorum. Önce beni yoklayacak, sonra kahve arkadaşlarından birini suçlayacak, kahvenin bir şeyini kötüleyecek, en son da, “Bir daha gidersem…” diyecek. Hiç şaşmaz. Geldi, başımda durdu. “Bitiremedin mi lan on gündür bunu,” dedi. Kafamı kaldırmadım. Tekli koltuğa bıraktı kendini. Sigarasını yaktı. Dumanını tavana üfledikten sonra, “O Rüstem’le bir daha eş olursam iki olsun,” dedi. Kafamı salladım.

“Ama senin suçun, ne güzel küsmüştüm o pezevenkle, tutturdun barışın diye.”

Hayda! Babam öngörülemez olmuştu. Demek ki bundan sonra yenilgilerinde bana da ayrı bir başlık açacak. “O pinti Cemal de bir türlü değiştirmez taşlarını. Siyah diye kırmızı yedi attık, bir sürü de azar işittik beş kuruş etmeyen adamdan” Ve son aşama, “Bir daha da adımımı atarsam Cemal’in kahvesine, bütün mahalle...”

“Hop hop hooop, ayıp ama baba.”

Anladı hızlı gittiğini, sustu. Biraz sakinleştikten sonra, “Yarın ramazan başlıyor,” dedi.

“Eee,” desem yarım saat nasihat edecek. “Biliyorum, uyumam zaten. Çağırırım seni sahura.”

“Neyse, ben akşamı kılayım bari vakti geçmeden.” (Eee)

Odadan çıkmadan, “Annem gittiğinden beri fareler dadandı eve. Örümcekler de çoğaldı tavanda,” dedim. Durdu. “O değil de annen gittiğinden beri çoraplarımı bıraktığım yerde buluyorum. Neydi öyle? Bir çıkardın mı, hop makineye. Yahu kadın, ayağım kaşındı da çıkarttım. Yok. En son cebime saklıyordum çorapları.” Güldü. Öksürdü. Gözleri doldu. Su istedi, verdim. Ağlamamıştı annemin ardından. Babasının oğlu da ağlamamıştı. Zorladım, olmadı. On beş yaşımda kaybetseydim dünyam başıma yıkılırdı belki. Hayatım ailemle doluydu çünkü. Babam indi önce omuzlarımdan. Bir akşam kardeşimle yine pencerede onu beklerken, sokağa giren tüm kasketlilerden sonra geldi. Bir sonraki gün yine aynı. Sonra daha geç gelmeye başladı eve. “Beklemeyin artık,” dedi annem ama beklenirdi babalar. Sonra bir gün sabah geldi eve. Annemle tartıştılar. Ağladı annem. O gün indirdim babamı omuzlarımdan.

Kardeşim ise kendi aldı yükünü hayatımızdan. “Beni aramayın,” diye mektup bırakıp gittikten iki gün sonra o aradı. Babam mektubu saklamış bizden. “Ne zaman dönüyorsun?” diye sormuştu annem. “Hiçbir zaman,” demişti. “Ne yapacaksın el âlemin evinde, bak akşama mantı yapacağım, mutlaka gel,” deyip kapatmıştı telefonu annem. Mantıya gelmeyince bir şeylerin yolunda gitmediğini anlamıştık. O zaman bahsetmişti babam mektuptan. Ne mantı yapıldı bir daha bizim evde, ne kardeşim döndü.

En zoru da annemdi. Acıyordum ona çoğu zaman. Acıdığıma üzülüyordum sonra. Hiçbirimiz mutlu edemedik onu. Onlardan ayrı yaşadığım on yılda yavaş yavaş indirdim annemi omuzlarımdan. O aradı hep. O sordu. Görmedim, açmadım, dönmedim. O hep aradı. Bir gün bir arkadaşı arayacakken yanlışlıkla onu aradım. Kapatmaya fırsat olmadı. Çok sevinmişti. Onu bu şekilde sevindirdiğim için hâlâ kızarım kendime. Mutlu edemediğim için kızdığımdan daha çok. Kesmişti belki umudunu diye düşünürüm. Kardeşimle aramızdaki farkı sonradan anlamıştım. O, kapıları sonuna kadar kapatmakta çok iyiydi. Kapıları aralık bırakıp uzaklaşamıyordum da oralardan. Sonra annem öldü. Babamla şu anki durumumuz da aralık bırakılan o kapının beni tekrar içeriye girmeye zorlaması. (Bir eli omuzumda mı kalmış ne, babamın!)

***

Dün Hilmi abiye gittim şeker almaya. Sohbet ediyorduk ayaküstü. Kızın biri geldi. On dört on beş yaşlarında. “Amca bu kaç lira,” dedi. Ben de Hilmi abiye bakıyorum, cevap versin diye. Baktım sırıtıyor. Başıyla da kızı işaret ediyor. Bana soruyormuş kız. Benmişim amca. Çok uzak değil, birkaç sene öncesine kadar abi idim. Kız haklı ama. Annem beni doğurduğunda dedem kaç yaşındaysa o yaştaydım. Babam da söyleniyor sürekli. “Arkadaşlarının çocukları evlendi, sen hala pencere önü şeysi gibi duruyorsun.” Birçok huyunu sevmem ama benzetmeleri iyidir. Geçenlerde kendisini bir ağaca benzetmişti. Bize de yer vardı tabii kardeşimle hikâyede.

“Ağaçtım ulan ben. Meyve verdim ama çekirdeksiz çıktı, ne yapayım. Köküme işediniz kardeşinle. Soyumuzu kurutacaksınız bu gidişle. Ben mi evleneyim lan tekrar, bu yaşımdan sonra.” Bu iki oldu. Cemal abiye sorayım bir. Kahvede bir şeyler kaçırmıştır ağzından. Hiç sevmem sürprizleri.

Kavrulmuş salça-soğan koktu bir ara öğleden sonra. Erenlerin evinden geliyor desem, ikisinin de dersi vardı bugün ikindiye kadar. Yine böyle salça-soğan kokan bir gün Eren bir tabak pazı kavurma getirmişti. O geldi aklıma. Tabağı geri vermeye gittiğimde (babamın odasında sakladığı kaymaklı gofretlerden koymuştum tabağa) Esra açtı kapıyı. Nasıl olduğunu sordu yemeğin. Beğenmiştim. Çok sevindi. Kapıda uzun uzun tarifini verdi yemeğin. Öyle heyecanlı anlatıyordu ki yanakları kızarmıştı. İlk defa ev haliyle görüyordum onu.

“Suyunu çektiği zaman altını kapatırsınız” (Gerçekten yapacakmışım gibi dinliyordum.)

“Elinize sağlık, çok güzel olmuş.”

“Afiyet olsun, ben yaptıkça getiririm.”

“Zahmet etmeyin.”

“Aaa, ne zahmeti!” (Sessizlik. Konu bitmişti. Öylece bekliyorduk kapıda. Ne o, buyurun, diyor, ne ben gidiyorum. İmdadına amca yetişti.)

“Amca nasıl bu arada?”

“Keyfi yerinde. Her gün kahveye takılıyor.” Bu da bitti. Eren’i mi sorsam? Yüzsüzlüğün lüzumu yok.

“Oldu o zaman, tekrar elinize sağlık. Eren’e selam söylersiniz.”

“Baş üstüne, iyi günler.” Kapattı kapısını. Bir iki adım attım eve doğru. Döndüm arkamı. Kapı dürbününde bir hareket oldu sanki. Sanki…

***

İkindiye doğru önce Esra geldi okuldan. Tayyör takım vardı üzerinde. Korolu bir çalışmaya gitmiş demek ki. Elinde bir sürü market poşeti. Omuzları çökmüş. Moralsiz de biraz. Yardım mı etsem diye düşündüm. Yanlış anlar şimdi Hilmi abi. Gözü sürekli üstümde. O? O bir şey demez. Sevinir hatta. Mahcup olur. Sonra yüzü kızarır ve ben hayal kurarım. Bir sonraki pazı kavurma için kapımın çalmasını beklerim. Gitmedim yardımına. O da gülmedi. Yüzü de kızarmadı. Hep Hilmi abi.

Kaldırdı kafasını Esra. Selam verdi hafif gülerek. Hilmi abiye güldüğü kadar. Ne zaman okuldan dönsem pencerede bu adam, diyor mudur acaba? Ben hep buradayım hâlbuki. Bunu biliyor mudur? Laf arasına bir yere sıkıştırırım. Onu ayrı bekliyorum, o ayrı. Ama bekleyişimin ayrılığını ne o anlar ne Hilmi abi. El salladım. Bunu yanlış anlarsa da anlasın artık Hilmi. Önüne baktı. Saçağın altında kaybolmadan, son bir bakış fırlattı. Telaşla kalemin arkasıyla sakalımı karıştırıp uzaklara baktım. Hala bakıyorsa güzel poz aslında. Bakmıyorsa yorulmuştum. Kaçamak bir bakış attım aşağıya, yok. Gitmiş. Beş dakika sonra Eren geldi. Elinde kırtasiye poşeti var. İyi çocuk Eren. Efendi. Sever, sayar beni. Abi der. Sahi Esra ne diyordur acaba benim için. Konuşurken ‘siz’ diyor ama kendi aralarında? “Abiyi gördün mü, yine pencerede” mi, “Şu tabağı amcalara götüreyim” mi? Amcalar. Lar. El salladı Eren. Kafamı salladım, hafif gülerek. İyi çocuk ama.

***

Defteri kapatıyordum ki Aygaz kamyonu geçti yine. Bu sefer müziksiz. Ketçap şişesi için yeni bir fikir geldi aklıma. Şişenin kapağını açtığımızda bir melodi çalsa. Şöyle küçük bir şey. Aygaz’ınki kadar uzun olmasına gerek yok. Bu melodi işini Esra’yla konuşayım bir ara. Alışveriş poşetinde pazı da vardı. Bugün yarın uğrar.

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page