Motosikleti, ön cephesi avukat ve muhasebeci tabelalarıyla kaplı binanın önünde durdurdu Mecit. Şapkasını ve güneş gözlüğünü çıkardı. Yolun karşısına baktı. Sonra saate. Sekiz otuzdu saat. On dakika vardı, otobüs durağının yanındaki son güneş kalıntısının da gölgeye dönüşmesine. Zengin mezarı boyutlarındaydı güneş izi. Önünde durduğu sekiz katlı binaya baktı. Dokuzuncu kat için belediye ile görüşmelerini sürdüren bina sahiplerinin işleri güçleri rast gitsin diye dua etti. “Biz işportacıların duaları biraz geç kabul olur ama olsun,” dedi kendi kendine, etkili olsun diye iki defa okuduğu duadan sonra. Dualarla arası pek iyi değildi zaten. Yıllarca, bir gün lanet, bir gün beddua okunmuştu evde. Bir ağustos öğleden sonrasında, mezarlıkta iki saat bekledikten sonra, ninesinin elini sıkıca tutup eve giderlerken duymuştu ilk ‘laneti’. Altı yaşındaydı. Ninesi, ‘anasız babasız şuncacık sabiyi’ ona ihale edip bir daha da uğramayan talihe lanet; bir gün olsun kapılarını çalmayan akrabalara da beddua okumuştu, gün aşırı.
Oyalanacak bir şeyler aradı. On dakikada ne yapılırdı ki? Motorun heybesinden fihristli defteri ve kalemi çıkardı hemen. Bir zamanlar evde, telefon rehberi olarak kullanılan defter; akrabaların çoğuna küsülmesinden ve kalan birkaç akrabanın da A harfinde (Akrabalar başlığında) toplamasından sonra, ailenin önemli miraslarından biri olarak ona kalmıştı. Yanından geçen beyaz araba ona bir fikir vermişti. B harfini açtı. ‘Bebekler’ başlıklı sayfanın arkasına ‘Beyaz Arabalar’ diye bir başlık attı. Motosikletin üzerinde yan dönerek beyaz arabaları beklemeye başladı. Düşük model bir beyaz araba geçti önce. Şoför orta yaşlı bir adamdı. Not etti bunları. Biraz sonra lüks bir beyaz araba geçti hızla. Şoför genç biriydi. Onu da not etti. Beyaz bir arabanın daha yaklaştığını gördü. Heyecanlandı. Araba yaklaştıkça heyecan, yerini sıkıntıya bıraktı. Gelen, ne eski ne yeni denilebilecek; biraz zorlasa bej bile sayılabilecek bir kamyonetti. Sayılmazdı bu.
Bakışlarını kamyonetten, çocuk tabutu kadar kalmış güneş izine çevirdi. Bu arada kamyonet yanından hızla geçti. Şoföre bakmamaya çalıştı. Kamyonet geçtikten sonra tekrar yola baktı. İki siyah araba geçti art arda. Onları da not etmek için can atıyordu ama bu kadar nottan sonra beyazı kaçıramazdı. Derken beyaz bir araba geldi. İlk geçen arabanın birebir kopyasıydı. Şoför de ilk şoför gibi orta yaşlı biriydi. Hatta montlar bile… Yok canım, daha neler! En yakın kavşak buradan on kilometre ötede. İşi yok da oradan dönecek de… İçinden geçenleri direkt verebiliriz okura Arabanın aynı araba olmadığı konusunda kendini ikna ettikten sonra gönül rahatlığıyla deftere notunu yazabilecekti: Düşük Model Beyaz Arabaları Orta Yaşlı Adamlar Kullanır.
Defteri heybeye koyduktan sonra durak tarafına baktı tekrar. Artık bir avuç toprak kadar kalmış güneş izini önemsemeden karşıya geçmeye hazırlandı. Refüjden sökülmüş taşların bıraktığı boşluktan karşıya geçti. Motosikletini, geçen ay kapanan giyim mağazasının önüne park etti. Ulan şuncacık motorun ne zararı vardı sana. Tabii, gücün bana yetiyordu. Almancı, “Herkes ‘yuroyla’ veriyormuş kirayı o civarda. Ya yuro ya herro,” deyince bir şey diyemedin. Bak, sen gittin motor kaldı, diye adamın camekândaki ismine saydırdı. Heybedeki kitaplara elini atmıştı ki, kapının öbür tarafında kalan ilana kaydı gözü. ‘%80 İndirim, Zararına Satış ve Taşınıyoruz’dan arta kalan küçük boşluğa yapıştırılmıştı ilan. ‘Doğruluk Emlak-Kiralık Dükkân-0542220…’
İlanın önünde durdu. Etrafa baktı. Gelen giden yoktu. İlanı kaldırmak için elini cama uzattığı esnada telefon numarasındaki ikilerin fazlalığı çekti dikkatini. İçlerinden biri rahatlıkla sekize benzetilebilirdi. Ortadaki ikiye kalemle çizik atıp camekândan uzaklaştı. Yoldan geçen birine nasıl görünür acaba diye, biraz geri gidip otobüse yetişmeye çalışırken soldaki boş dükkânın camındaki ilana gözü kayan birini oynadı. Neredeyse hiç farkı yoktu gerçek sekizden. Hem o telaşla numarayı akılda tutmak da öyle kolay değildi zaten.
Motorun heybesinden çıkardığı kırmızı renkli kadife örtüyü kaldırıma serdi. Sol heybeden Türk yazarların kitaplarını çıkarıp örtünün üstünde, en ön sıraya dizmeye başladı. ‘Halil Cibran, Halit Ziya, Hüseyin Rahmi’ derken yine aynı kurt düştü. Devamlı müşterisi olan bir mürekkep yalamış, “Bu adam kesin Türk” dese de içine sinmeye sinmeye koyuyordu Cibran’ı ön sıraya. “Açıp baksana. Kitapta yazıyordur nereli olduğu,” demişti bir keresinde çiçekçi. “Ben okunmuş kitap satmam,” diye terslemişti onu. Kitapları aldığı kırtasiyede, koliler gözünün önünde açılırsa alıyordu kitapları. Hemen orada şeffaf naylon poşetlere koyup bantlıyordu her birini.
Ne olur ne olmaz diye, ‘Halil’in Cibran’ını Aşk-ı Memnu’ ile gizledikten sonra kalan kitapları da ön sıraya dizdi. Diğer heybeden de yabancı yazarların kitaplarını çıkardı. İçlerinden birkaçını seçip tekrar heybeye attı. Geri kalanları ikinci sıraya dizdi. Bu arada, birkaç saniyeyle otobüsü kaçıran genç bir adam, hızını alamayarak durağı geçip kitap tezgâhının önünde durdu. Mecit kendisine bakmayan genci izliyordu. Önce şansına, sonra da şoföre söven genç, arkasını döndüğünde kitapları gördü. Kitaplara yakından bakmak için eğildiği esnada,
“Otobüs şoförleri, üç numaralı özellik: Güneş gözlüğü takan şoförler çok sabırsızdır. Şahsen kimseyi beklediklerini görmedim bu zamana kadar,” dedi Mecit. Kafasını kaldırdığında Mecit’le yüz yüze geldiler.
“Ha, otobüsü diyorsun. Şoförlük bir şey değil abi, benim talihsizliğim,” dedi genç adam. “Orası beni ilgilendirmez,” dedi Mecit, içinden. Yerdeki kitaplar arasında aradığını bulamayan genç,
“Abi, Hemingway var mı?” dedi. Kendisi de yerdeki kitaplara bakan Mecit, “Yaşın kaç?” diye sordu.
“On dokuz, neden sordun abi?”
“Tezgâhtakiler, hâlihazırda yaşayanlar ve eceliyle ölenlerin kitapları. Ecelini merak etmeyenlerin kitapları heybede. O kitapları yaşı küçük olanlara satmıyorum,” dedi Mecit.
“Niye abi?”
“Sorma, uzun hikâye. Dur bakayım, senin adam da buralarda olacaktı,” diyerek heybedeki kitapları karıştırdı.
“Hidayet değildi. Hah, buldum. ‘Çanlar manlar’ diyor. Bu değil mi aradığın?” diyerek kitabı genç adama uzattı.
“Başka kitabına bakmıştım ama bunu da okumadım. Kaç para?”
“Üç ve buçuk lira,” dedi Mecit.
Genç adam, kitabını çantasına koyduktan sonra durağa geçti. Bu arada Mecit’in kaldırım komşusu çiçekçi geldi, sepetli motoruyla. Yeniydi bu kaldırımda çiçekçi. Çarşıda zabıtalardan bıkınca durağın yanına taşıyordu tezgâhını birkaç haftadır. Mecit’e başıyla selam verdikten sonra sepetten aldığı kasaları kaldırıma dizdi. Tribün gibi duran kasaların üzerine çiçekleri yerleştirmeye başladı. Dik dik bakışlarını ensesinde hissetmiş olacak,
“Ya Mecit, geçen gün sen gittikten sonra neler oldu neler?” dedi çiçekçi Mecit’in dikkatini dağıtmak istercesine.
“Hayırdır abi, ne oldu?”
“Şu karşıya yeni yapılan plazanın dokuzuncu katının camını kırdılar. Bir şıngırtı oldu, duyman lazım. Bir alt kattaki stajyer kız görmüş. Karşılarındaki apartmanın çatısından adamın biri sapanla taş atmış galiba. Kız, adamın yüzünü seçememiş.”
“Bir şey olmuş mu kimseye peki?”
“Yok, kimseye bir şey olmamış. Polis de gelmiş ama bir şey bulamamış.”
“Ee, iyi bari,” dedi ve kaldırıma oturdu Mecit. Bu arada bütün çiçekleri tezgâhına yerleştiren çiçekçi, sepetten aldığı fısfısla çiçekleri ıslatmaya girişti.
“Ya Mecit, ne diyecem. Dün gece benim oğlan istedi, hocası ödev vermiş, oku diye. Neydi yazarının adı. Aha şu fısfısın çıkardığı ses gibi bir ismi vardı. Zıvin zıvin mi ne, öyle bir şeydi. Sende var mıdır bu zıvinin kitapları?”
“Zıveyg’i diyorsun. Var. Tezgâhta değil, heybede. O da eceline çizik atanlardandır da.” Komşusunun yüzüne şaşkın şaşkın baktı çiçekçi.
Mecit, kitabı almak için ayağa kalkmaya çalıştığında çiçekçi, komşusuna otur işareti yaptı ve motora yanaştı. Tam elini heybeye uzatmıştı ki Mecit komşusunu durdurdu.
“Abi heybede bir sürü ıvır zıvır da var. Bulamazsın sen şimdi kitabı” diyerek komşusunu kaldırıma oturttu. Çiçekçi hayretle Mecit’i izliyordu. İstediği kitabı heybeden çıkarıp çiçekçiye verdi. O da kaldırıma oturdu.
“Bu kalmış abi,” dedi Mecit, kafasıyla çiçekçinin elindeki kitabı göstererek.
“Var ya, çok acayip bir adamsın Mecit, yeminle. Neyse, kaç para bu?” dedi çiçekçi.
“Olur mu abi, senden para mı alacaz? Kırk yılda bir kitap istemişsin.”
“Olur mu lan öyle?
“Olur olur abi, yeğenime hediyem olsun”
“Öyle olsun bakalım” dedi çiçekçi ve kitabı motosikletin sepetine koyduktan sonra çiçeklerini sulamaya devam etti.
Mecit plazaya baktı. Hâlâ değiştirmemişlerdi camı. Önüne döndü sonra. Az önce kaldırımda odaklandığı noktayı tekrar buldu. Tüp gaz mıydı, ilaç mı? Çıkamadı işin içinden. “Şu ölümleri de yazdırayım bizim mürekkep yalamışa bir gün,” dedi içinden. Saate baktı. İlaç için yarım saat vardı daha ama belki hatırlamasına yardımcı olur diye ceketin cebinden çıkardı ilacı. Çiçekçi, tezgâhıyla uğraşıyordu. Kutuyu yavaşça açıp avucuna döktü hapları. İki tanesini hızlıca yutup öbürlerini kutuya koydu sessizce. Kutuya baktı. On yıl önceye gitti.
“Baba bırakıp gidince yanıma taşındılar bunla anası doktor bey oğlum. İki yıl sonra da anası öldü. Altı yaşındaydı o zaman. Cenazede bir ara baktım, küçücük bir zeytin fidanının gölgesinde oturuyor. Zeytinin gölgesinden ne olacak? ‘Elimi tut da eve gidelim’ dedim. Bir eliyle gözlerini kapatıp diğeriyle elimi tuttu. Eve varana kadar elini çekmedi gözlerinden. Sonra eve bir kapandı, iki ay içeriden çıkaramadık. Çık dışarı, arkadaşlarınla oyna diyorum, yok. Parmağıyla yukarıyı gösteriyor. Bir gün kapının önünde komşularla oturuyorduk ikindi vakti. Kafasını uzattı kapıdan. Gökyüzüne baktı. Geldi, kafasını koydu kucağıma. Elimi aldı, gözlerinin üzerine koydu. Anladım ki güneşten kaçıyor çocuk. Fistanımı siper ettim de götürdüm onu güneşli günlerde, gölgeye kadar. Öyle öyle alıştı, okula başladı ama bazen bir karışlık gölgelerden, bazen de duvarlara sürtüne sürtüne gidip geldi okula. Azıcık güneş görse aklı gidiyor çocuğun. Zehir gibi kafası var ama inancın olsun bazen benim ismimi bile karıştırıyor, hatta unutuyor oğlum. Hocası bir şey sorduğunda, acayip cevaplar veriyormuş bazen. İlaç milaç bir şey ver de baban hayrına, arkadaşlarından geri kalmasın okulda,” demişti ninesi doktora. Liseye yeni başlamıştı. İlkokulda, ortaokulda elli kişilik sınıfların arka sıralarında unutturmuştu kendini ama lisede, kalktığı sözlülerde yakayı ele vermişti. Özellikle de beden eğitimi dersinin olduğu günler. Arkadaşları, “Haydi maça,” deyince kendini tutamayıp bahçeye çıkıyordu. Doktor onu muayene etmiş, filmini çekmiş, sonunda bu ilacı yazıp, “Güneşli günlerde içsin,” demişti. O gün bugündür yanından ayırmamıştı ilacı. Kutuyu cebine koyarken çiçekçinin yaklaştığını fark etmedi. Çiçekçi, omzuna dokununca irkildi.
“Kusura bakma Mecit, korkuttum. Tuvalete gideceğim de, sana zahmet benim tezgâha göz kulak olsan on dakikalığına.”
“Tamam abi. Sen git, işini gör.”
Her gün tam da bu saatlerde birkaç dakikalığına karşıdaki iki binanın arasından tezgâhını selamlayan güneşi unutmuştu bugün. Gözüne ulaşan ilk güneş ışınıyla yerinden kalkıp arkadaki dükkânın camekânına yapışması bir oldu. Normalde birkaç dakika öncesinde kenara çekilirdi ama çiçekçi dikkatini dağıtmıştı. Böyle zamanlarda hep yaptığı şeyi yaptı ve defterini açıp ‘Ninemden’ sayfasını buldu. Okumaya başladı.
“Oğlum Mecit. Ben, ninen Rukiye. Huriye değil ha! Annenin adı Hacer, babanınki …. Neyse, onu unutsan da olur. Gözünü seveyim, gölgeden gölgeden yürü. İlacını sakın aksatma. Ev adresin: Hürriyet Mah…” Ninesi yazdırmıştı bunları. “Olur a kafan karışır filan, bu dediklerime bak, emi oğlum,” demişti ölüm döşeğindeyken.
Önce defteri sonra gözlerini kapatıp derin derin nefes aldı. “Bu güller kaç para?” diye bir ses duyunca açtı gözlerini. Sırt çantalı bir genç, komşusunun tezgâhının önünde durmuş, kırmızı gülleri işaret ediyordu. İki gün önce gözü kitaplara kayan bir müşterisine, “En güzel hediye çiçektir güzel kardeşim,” diyen çiçekçiden intikam almak için güzel bir fırsat geçmişti eline. Ayağa kalktı. Arkasına sakladığı sapanı çaktırmadan motorun heybesine koyup cevap verdi.
“Bir arkadaşın onlar, lavaboya kadar gitti de. İki lira diyor onlara,” dedi Mecit. Genç adam, cüzdanından parayı çıkartmak için uğraşırken, “Bakınca, ne güzel güller diyorsun ama işin aslı öyle değil tabii,” dedi Mecit, kendi kendine konuşuyormuş gibi.
“Efendim abi,” dedi genç.
“Bu gülleri diyorum. Geçen gün televizyonda izledim. Çoğu, Kenya’dan gelirmiş meğer. Ulan adamlar içmeye su bulamazken bu kapifaşizm, adamların içme suyuyla gül yetiştiriyormuş meğer.” Faşikapizm miydi yoksa?
Genç adam bir çiçeklere, bir kitaplara bakarken Mecit, fihristli defterden ‘S’ harfini açtı. Hızlıca çevirdi sayfaları. Semboller, Sinekler, Sinema filmleri derken Sloganlar sayfasına geldi. Sağlılar: Komünistler Moskova’ya, Ya Allah Bismillah…, Sollular: Direne Direne …, Faşizme Karşı Omuz…, Kahrolsun Kapitalizm. Karıştırdığını anlayıp kafasına vurdu birkaç defa.
Adam elindeki gülü son defa kokladıktan sonra gülü tezgâhtaki yerine bırakıp Mecit’in tezgâhına yanaştı.
“Abi bu faşika... kapişa… amaaan! Ben de unuttum doğrusunu. Ne namussuz adamlarmış yahu!” dedi ve kitapları incelemeye başladı. Bıyık altından gülen Mecit, adamın kararsız olduğunu görünce, “Kardeş, illa gül diyorsan, sana bunu vereyim,” diyerek tezgâhtan bir kitap aldı.
“Bak, hem adında hem kapağında gül var,” dedi. Bu arada tuvaletten dönen çiçekçi, Mecit’in yanında durdu.
“Sağ olasın Mecit,” deyip komşusunun sırtına vurdu. Gözü adamın elindeki kitaba kaydı. Kafasını eğip kitabın ismini okudu.
“Gü-lün A-dı E-ko Umm, neyse. Güzel bir kitaba benziyor. Gerçi, şurada gülün kendisi dururken adını ne yapacaksın, o da ayrı konu. He he he. Espri yapıyorum ha Mecit, alınma.”
Sıkıntı yok abi, der gibi kafa salladı Mecit.
“Abi öyle deme. Televizyonda çıkmış. Milletin suyuyla yetiştiriyorlarmış bu gü...” derken Mecit araya girip lafı ağzına tıktı genç adamın.
“Yahu, ehe ehe. Bu işler zevk meselesi Suat Abi. Kimi kokusunu sever, kimi tadını. Kimi adını sever, kimi de kitabını.”
“Orası öyle tabii,” dedi ve tezgâhına yöneldi çiçekçi. Genç adam Mecit’ten kitabı poşete koymasını istedi. Parasını ödeyip kitabını aldıktan sonra çiçek tezgâhının önünden ‘nıç nıçlayarak’ geçti. Adam uzaklaştıktan sonra, “Allah Allah, ne cins adamlar var yahu! Ulan sanki çiçekler ebene küfretti. O nasıl bakış öyle. Bir de ‘nıç nıç’lıyor. Şeytan diyor, tövbe tövbe,” dedi çiçekçi, adamın arkasından.
“Boş ver abi. Televizyon zehirliyor bunun gibileri. Orada ne görüyorlarsa gerçek sanıyorlar. Aman diyeyim, uzak tut çocukları televizyondan,” dedi Mecit. Çiçekçi, eline fısfısı alıp kafasını sallaya sallaya ıslatmaya başlamıştı bile çiçekleri.
****
O gün işler kesattı. İki komşu öğleden beri dama oynuyordu. Bir kadın geçti yanlarından. Kucağında üç dört yaşlarında bir kız çocuğu vardı. Mecit sırasını savıp onları izlemeye koyuldu. Durakta durdu kadın. Çocuğu güldürmeye çalışıyordu.
“Baksana Suat Abi,” deyip başıyla kadınla çocuğu işaret etti Mecit. “Bu kadın, çocuğu halası ya da teyzesiymiş gibi seviyor. Anne sevgisi değil bu.”
“Nereden biliyorsun lan?” dedi çiçekçi.
“Bizzat tatmamış olabilirim ama beş yıldır bu tezgâhta nelere şahit oldum, bir bilsen abi.”
Onları izlerken uzaklara daldı Mecit. Anne deyince gözünün önüne hep aynı sahne gelirdi. Hamur yoğuruyordu annesi. İlk o zaman fark etmişti annesinin bileğindeki ‘Dak’ı*. “Anne bu ne?” diye sormuştu. “Güneş bu oğlum,” demişti annesi. Kendisini ne kadar zorlasa da annesinin yüzünü hatırlayamıyordu ama ne zaman anne lafı geçse o güneş ‘Dak’ı geliyordu gözünün önüne. Son olarak annesini evden apar topar çıkarırlarken görmüştü. Kan damlıyordu annesinin bileğindeki güneşten.
Bu arada kız çocuğu kadının kucağından inip onlara doğru koşmaya başladı. Kadın çocuğu yakalamaya çalışırken bir yandan da, “Demet, gel buraya teyzeciğim,” diye bağırıyordu. Kadın, tezgâhlara varmadan yakaladı çocuğu. Mecit hâlâ onları izliyordu.
“Helal olsun be! Nasıl da bildin annesi olmadığını. Vallahi pes!” deyip Mecit’in omzuna vurdu çiçekçi. Komşusunun tepkisiyle kendine gelen Mecit övgüye gerek olmadığını söylemek için komşusuna yüzünü döndüğü an gözünü alan güneşle karşılaştı. Gülümsediği için küçülen gözleri iyice kayboldu. Neye uğradığını şaşırdı. Kolunu siper edip güneşin nereden yansıdığını anlamaya çalıştı. Geçen gün camları kırılan iş yerinin bir alt katındaki pencereden yansıyordu güneş. Pencerelerini sonuna kadar açmışlardı. Mecit ayağa kalkıp motoruna yöneldi. Heybede kitaplar dışında kalan eşyaları ceketin iç cebine tıkıştırdı. Çiçekçiye döndü.
“Abi sana zahmet, tezgâha göz kulak olabilir misin?”
“Hayırdır Mecit, nereye?”
“Ufak bir işim var da abi.”
Mecit yolun aşağısına yöneldi. Cebinden güneş gözlüğünü ve şapkasını çıkarıp taktı. Yerde gördüğü irice bir taşa uzandığı esnada cebindeki sapan düşecekmiş gibi oldu. Sapanı cebine iyice yerleştirip yoluna devam etti.
*Dak(Deq): Güneydoğu’da özellikle kadınların yaptırdığı dövme
Davut Elçi
Comentários