“...Size ait değilim artık, içinizden biri değilim, ama yükseklerde ama diplerde dışınızda bir yerlerdeyim...”
Olağanüstü Bir Gece- Stefan Zweig
Yukarıdayım işte, tam yukarıda. Garabet timsali bir kılıkta, lümpen bir halde. Yukarı ulaşmak için tırmanışım bir hayli sancılıydı; asıldığım her yer öbek öbek dikenlerle kuşatılmış, buna karşın ellerim, hiç olmadığı kadar -bu gerçekten şaşırtıcıydı- sağlamdı. Önüme patır patır düşen fare ölülerine dair ise pek bir şey anlatmaya niyetim yok; zira yazdıklarımı buraya kadar okutup, yüzlerinizi iğrenir vaziyete dönüştürmek ve de yazımın geri kalanını okumaktan vazgeçişinize sebep olmak istemem. En iyisi fareleri düştükleri yerde bırakıp hikâyemi anlatmaya başlayayım.
***
Otuz yedinci yaş günüm... Dile kolay, yolu yarılamışsın, bir hatta birkaç baltanın da sapı olmuşsun, ununu eleyip eleğini asanların bile imreneceği o hayatı da kurmuşsun, ama gel gör ki yetinmeyi bilmiyorsun. Aç gözlünün, daha, daha diye yırtınan bir andavalın tekisin. Bunları gıyabımda kendim değil, pek muhterem peder söylüyor...-du...
Otuz yedinci yaş günüm; benim, gözlerimi yukarıya diktiğim, onun ise nalları diktiği gün... Pederin iskambil oyununda son kozunu atıp, gönül rahatlığıyla masayı terk ettiği o gün. Giderken bile kendine yakışanı yapmıştı; ben de onun destelerine küçümseyen gözlerle, alaycı gülümsemeyle bakarak kendime yakışanı...
Aslında yukarının tam da altında başlamıştı tüm hikâye; çok gerilerde, kadim zamanlarda, atalarımızdan kalandı bu mesele. Altta kalanın canı çıksıncılar da çomaklarını itina ile sokunca arı kovanına, alt tarafta ezilmemek için yukarıda kalıp ezmeyi yeğlemiştim ben de işte. Ezebildin mi bari, diye sorarsanız da e işte o da bir bilmece.
***
Otuz sekizinci yaş günüm... Uğultulu belirsizliğin içinde, pastamın üstünde yanmak bilmeyen o saçma mumu üflemeye çalışırken bir yandan terfi sözleşmeme o heybetli imzamı koltuklarım kabara kabara kondurduğum o gün.
Dişlerini günlerce fırçalamayan, ekşimiş ter kokularına aldırmaksızın toplum içinde varlığını sürdüren insanların arasında pirüpak, parıl parıl parıldayan biriydim ben! O ihtişamlı duruşum, intizamlı iş yapışımla onların arasında tektendim işte ben! Bir muadilim, karşılığım yoktu. En en en yükseklere layıktım ben. Bunu ben değil, o çok sevdiğim kadın düşünüyor...du.
***
Buraya çıkmadan önce gözüme gözüken tek şey her şeyin çelimsizliğiydi. Üflesem uçacak gibi cılız ve sönüktü her şey...
Aşağıda iken birçok böceğin ezilip mukozalarının etrafa sıçradığına defalarca şahit olmuş, bu zorlu yolculuğa çıkmaya böyle ikna etmiştim kendimi, belki de bir bahaneydi, bu gaddarlığın hepsi...
Aynı türdeki böceklerin her hâli ile kusursuz olan vücut bütünlüğü, uzuv sistemi; insan denilen yaratığın üzerlerine bastığı, onları ezdiği âna kadardı. Onlardan geriye kalansa sadece sümüksü bir kalıntıydı. Bir kova su ile kanalizasyon çukuruna- sonsuzluğa- uğurlanarak bu koca alemden bu kadar kolay ve zahmetsizce siliniverirlerdi, sanki hiçbir faydaları olmamış hatta hiç var olmamışlar gibi...
Zirveye ulaşmamın ne kadar sancılı geçtiğinden bahsetmiştim size; oraya çıkmak için bir labirenti aşmak lazımmış; ilk köşesinde uzun bacaklı bir yaratık karşılarmış zirvenin yeni meraklısını. Bana torpil geçecek değildi ya meret; bekliyordu köşesinde salyalarını akıta akıta. Önce bir çelme takarmış koca ayağıyla. Bana da taktı pek tabii bir çelme, ah! Kalkmaya mı niyetlendin sen! Olmadı, ikinci çelmeyi de yedim, offf! İşte o daha bir sertti. Yere çakılmamla ayağa kalkmam aylarımı aldı. Burada zaman kavramı farklı işliyor yalnız, şu an size aylarımı aldı derken abartmıyorum. Ya tekrar ayağa kalkışım? İşte burası hikâyenin en tutkulu yeri. Bir yabancı tutmuştu elimi; bembeyaz, uzun ve zarif parmakları ile bir peri desem abartmış olmam. Ah! Ya o gözleri...
Labirentin ilk yarısını konuşa konuşa, her duraklamamızda ise birbirini atomlarına kadar iyi tanıyan iki tutkulu aşık gibi koklaşa koklaşa geçmiştik. Bu geçiş süresi de aylarımızı almıştı. Her yeni alana geçilince yollar daralıp, korku tebelleş olurmuş gözünü yukarıya dikene. Geri dönmeyi de kimsenin gözü yemezmiş. Biz de dönemedik; sağımızı solumuzu saran örümcek ağlarını fark ettiğimde “O”, çoktan yerini almıştı.- Burada derin bir nefes almak istiyorum; korku ve tiksinti, yine iliklerime kadar yokladı çünkü beni- O tutkulu kadının büyük bir ağın ortasında tüyler ürpertici bir ‘karadula’ nasıl dönüştüğünü, o kıvrımlı vücut hatlarının öfkeli birer bacağa nasıl evrildiğini ve labirentin dikey yerleşkesine o ağlardan medet umarcasına tutunarak tırmanmayı nasıl akıl ettiğimi bilmiyorum. Bunların hiçbiri mantıklı değil, ama ben yukarıdayım işte en tepede! Bunu biliyorum.
Örümcek ağlarına tutuna tutuna tepeye doğru tırmanmaya çalıştıkça ayağıma dolanan yılanı ve göz göze geldiğim bir çıyanı alt edişimi de şaşkınlıkla karşılayacaksınız biliyorum ama ayağımla yılanın başını ezmem, çıyanı ise elimi bile sürmeden karadulun tam önüne düşürmem, yukarıya yaklaştıkça efsunlu bir güçle ödüllendirilmemden başka bir şey değildi. Yukarıya giden yolda işlenen minik cinayetlerin, beni koca bir sihir yumağı gibi çevrelediği bir gerçekti.
Ağzından zehir üfüren yaratıklar, dikenli duvarların ardından bileklerime yapışan garip sarmaşıklar, eğri boyunlu kanatsız büyük gagalı kulak yiyen kuşlar, kalbimin tam üstüne yapışıp tüm duygularımı vakumlayan bir el genişliğindeki yeşil sülükler. Hepsi, hepsi zirveye tırmanış hikâyeme hizmet veren konakçılardı.
***
Kırkıncı yaş günüm: yukarıya saldığım köklerimi cilaladığım gün. Gözünü yükseklere dikenleri yere döşediğim mayınlarla beklediğim bugün. Ya o leşe dönmüş fareler? Onlara ne olmuştu, diye soracak olursanız, zirveye çıkış yolculuğumda kendi türümden olanlara bile acımadım.
Ben yukarıdayım, en yukarıda. Onlar ise yukarının en altında.
Defne Karadağ
Comments