Rojhat, değirmi yüzlü, şehla gözlü, kara yağız bir çocuktu. Okulun ilk günü, kol ağızları yıpranmış ceketiyle sınıfın kapısından bir kedi sessizliğiyle süzülmüş, arka sıralardan birine kaykılarak oturmuştu; uçları kıvrılmış defterini açıp tahtaya dikmişti gözlerini. O gün, yanıma ürkek bir çekingenlikle oturan yeni öğrenciye kaynaşma amacı güden bir tavırla gülümsediğimi bütün berraklığıyla anımsıyorum. Rojhat gülümsememe karşılık vermeksizin beni göz ucuyla süzerek düşmanca bir suskunlukla yetinmişti. Yalnızca sağır ve dilsizlerde görülen bir kayıtsızlık. Sabit gözlerinde ışıldayan o keskin yeşilde var olan tek şey buydu. Bütün varlığında yankılanan uçsuz bucaksız bir yalnızlığa sahipti sanki. Çöl yalnızlığına. İnsanlardan, bir dervişin günahtan uzak durduğu gibi uzak duruyordu; dost canlısı olmak şöyle dursun en ufak bir yakınlaşmada kendini geriye çekiyor, yakınlık kurma çabalarımı görmezden gelerek sorularımı tek tük, kupkuru sözcükle geçiştiriyordu. Zamanla, dilsizliğini çevresindeki insanların olası saldırılarına karşı bir zırh gibi kullandığı kanısına vardım; her an gelebilecek, kaynağı belirsiz bir darbeye karşı kendini kollamaya çalışır gibi sürekli tetikte duran bir hâli vardı çünkü.
Benimsediği mesafeli davranışlarına karşın, ona nedensiz bir yakınlık duyuyordum. Her gün abartılı bir cana yakınlıkla selam veriyor, dostça gülümsüyordum. Laf açma çabalarımın ardı arkası kesilmiyordu. Ne var ki tüm bu uğraş, Rojhat’ın bıkkın yüz ifadesiyle sonuçlanıyordu. Hâl hatır sormanın ötesine geçmeyen konuşmalarımızda, inatçı ketumluğunu yansıtan kaçamak yanıtlarla beni savıyordu. Günler birbirini kovaladıkça Rojhat’ı tanımaya yönelik merakıma belli belirsiz bir öfke eşlik etmeye başladı. Aramızdaki kapanmaz uzaklığı neredeyse elle tutulur bir belirginlikle hissediyordum. Bazen, onu kabalığından utandırmak istercesine gözlerimi dimdik yeşil gözlerine dikiyor, o zaman Rojhat’ın yüzünün aldığı endişeli şekil, bakışlarını kaçırarak pencereye çevirişi, bana bir kâhin gibi aklından geçenleri okuma yetisi kazandırıyordu. Dışlanmışlık… Yabancılık… Yalnızlığın insanlarca meydana getirilen en aşağılık, en alçak biçimi, bu küçük çocuğun varlığının her zerresinde mevcuttu.
Rojhat’ın bu küstüm çiçeği gibi içine kapanık hâllerinin Hakan’ın gözünden kaçmayacağını içten içe biliyordum; gazabına pekâlâ bir gün uğrayacağını, zorbalığından payına düşeni alacağını... Hakan çopur yüzlü, toraman bir oğlandı, yaşıtlarının neredeyse üç misli iriliğinde bir cüsseye sahipti. Bedence iri olmanın verdiği ahmakça bir cesaretle sınıfın başına can düşmanı kesilir, akla hayale sığmayan zorbalıklarıyla kancayı taktığını bir daha rahat bırakmazdı.
Zamanla, sinirlerimi bir tel gibi geren laf atışmalarıyla başlayan zorbalık, Rojhat’ın kendini emniyette hissedemeyeceği kadar yakın bir mesafeden sergilenen el şakalarıyla devam etti. Hakan, mangalda kül bırakmayan bitirim hâlleriyle bütün Kürtleri terörist olmakla suçluyor, her birinin öldürülmesi gerektiğini ısrarla öne sürüyordu. Öyle anlarda hararetli sesi, sanki konuştukça düşmanını kışkırtıcı laflarla ayaklandıran bir cephe neferinden, soykırım emri veren faşist bir liderin sesine dönüşüyordu ve ben, onun bu erkeksi kabalığını dehşete varan bir tiksintiyle izliyordum.
Yaşıtlarına göre çelimsiz, kara kuru bir çocuk olan Rojhat, çaresiz, Hakan’a karşı koyamayacağını anlayınca, olan biteni sessizce sineye çekiyor, elinden başka bir şey gelmiyordu. Bana gelince, Rojhat’a yapılan kötülükler nedenini kavrayamadığım bir çaresizliğin pençesine düşürüyordu beni, gözlerimin önünde meydana gelen kavgalara müdahale etmediğim anlarda kabahat işlemiş gibi suçlu bir tavırla başımı öne eğiyor, oradan kaçarcasına uzaklaşma isteğiyle kıvranıyordum. Derin bir açmaza doğru süratle yuvarlandığımı hissediyordum. Korkaklığımın biçimlendirdiği düşüncelerim Hakan’la arayı iyi tutmamı fısıldıyor, öte yandan, meraklı bir endişeyle gözlediğim bu ufak tefek çocuğa gösterilen despotluğu yüreğim kaldırmadığından Hakan’ın karşısına dikilme düşüncesiyle kamçılanıyordum. Oysa Hakan’la ters düşmenin fayda etmeyeceğini içten içe sezinliyor, o yeşil gözleri aklımdan silemiyordum. Beni böyle bir ikileme mahkûm eden Hakan’a koyu bir nefret besliyor, onun zalimlik ederken yersiz bir keyifle çınlayan sesinden dehşete kapılıyordum. Kimi zaman Rojhat’ın kendini savunacağı, içindeki öfkeyi serbest bırakacağı günü bekliyor; kimi zaman Rojhat’a yardım etmemenin verdiği mahcubane sıkıntıyla büyüyen Hakan’ı evire çevire pataklama isteğimi güç bela bastırıyordum.
Rojhat’la dostluğumun temelinin atılması, işte bu günlere rastlıyor; yazgıların rotasını değiştirmekteki şaşırtıcı gücüyle insanı dehşete düşüren rastlantılardan birinin ömrümüze eklenmesiyle.
“Te-rö-rist!”
Her hecesi nefretle vurgulanan o boğuk kelimeyi, hafta sonu, sokak oyunlarının dönüşünde duymuştum. Ayaklarımla yeri tozuta tozuta bir ıslık çalıp evin yolunu tutarken, eve akşam ezanından önce varmam gerektiğini hatırlayarak adımlarımı hızlandırmış, ilerliyordum. Bu sesi duyduğum gibi zınk diye durdum olduğum yerde. Ses, perde perde genişleyip yükseliyordu.
“Si-zin a-la-yı-nız te-rö-rist!”
Dalgınlığımdan süratle sıyrılıp dikkatle kulak kabarttığımda, sesteki tınının tanıdık olduğunun bilincine vardım. Önümde, iki bina arasındaki dar, tozlu sokaktan geliyordu ses, ama her nereden geliyorsa ortada pek tekin bir durum olmadığı belliydi. Boş vererek geçip gitmeyi düşündüysem de açıklayamadığım bir önsezi beni ortalığı kolaçan etmeye zorladı. Bir süre kalmakla gitmek arasında bocaladım. Sonunda, usul usul yaklaşarak, sokağın başındaki çöp konteynırının ardına siperlenip başımı sokaktan yana çevirdim.
Görmüştüm onu. Akşam alacasında kararan sokağın bitimindeki yüksek duvarın bir köşesine sinmiş, ezile büzüle, yardım araştıran gözlerle çevresine bakınıyordu. Rojhat, korkudan eli ayağı kesilmiş, boncuk boncuk ter birikmiş alnını gömleğinin yeniyle silerek “Bırakın beni,” diyordu, “bırakın, gideyim.”
Tam karşısında ensesini izlediğim iri yarığı çocuğu, onu kambur gösteren sırtından tanıdım, Hakan’dı. Yanında yol kesen bir haydut gibi ellerini kalçalarının üzerinde kavuşturanlarsa budala arkadaşları olmalıydı. Birden alevleniveren bir öfkeyle bağırmaya, ağza alınmayacak küfürler savurup tehditler sıralamaya başlayan Hakan’ın dar sokakta volta attığını, Rojhat’ı tartakladığını izledim. İçime korkuyla karışık bir öfke çöktü. Sokağa dalıp kavgayı kızıştırmak pahasına Rojhat’ı savunma yürekliliğini gösteremiyor, öte yandan ardıma bakmadan kaçıp gitmeyi erkekliğe sığdıramıyordum.
Ne yapıp yapıp Rojhat’ı oradan kurtarmalıydım ama, ah şu gelip yüreğime gelip saplanıveren korku olmasaydı… Ben böyle kararsızlığın pençesinde kıvranırken, Rojhat, karnına yediği tekmeyle çığlığı basıverdi. Dertop olup acıdan kıvranırken, Hakan ve yardakçıları Rojhat’ın yöresinde fırdolayı dönmeye, ona küfürler yağdırmaya devam ediyorlardı.
Sabrım tükenmişti. Nasıl olduğunu anlamadan birden koştum.
“Kes şunu!” diye avazım çıktığı kadar bağırdım. “Çekilin gidin artık!”
Sokağa doluveren emrimin çınlamasıyla irkilerek arkasına dönen Hakan, beni görünce birden şaşkınlığa uğradı. Görünüşe bakılırsa böyle bir rastlaşmayı beklemiyordu. Açıktan açığa meydan okurcasına karşısında dikildiğimi fark eden gözleri madeni parıltılarla çakıp sönmüş, dudakları alaylı bir gülümsemeyle çarpılmıştı. “Siktir git, Hasan,” dedi alaylı bir tavırla, “Senlik bir olay yok.”
Kabadayılık taslayan bir sesle gözdağı verircesine beni uyaran Hakan’a duyduğum öfke içimde büsbütün kabardı. Yine de bir söz dalaşına girip yaka paça kavga etmeye niyetim yoktu. Hakan’ı duymazlıktan gelerek korkudan ağzı dili bağlanan Rojhat’ı yerden kaldırmak üzere ileri atıldım.
“Sana diyorum lan,” diye üsteledi Hakan. Onun bu yumruğuna güvenen, külhanbeyce edalarına karşı durmakta direten cesur hâlimden pek etkilenmişe benzemiyordu. Rojhat’a doğru eğildiğimde sıktığı yumrukla beni göğsümden itti.
“Git dedim, sana. Zorluk çıkarırsan dayaktan payına düşeni alırsın.”
“Boşuna nefes tüketme, Rojhat’ı almadan gitmeyeceğim,” dedim. Tartışmanın büyümesine meydan vermek istemeyen bir sesle ortalığı yatıştırmaya çalışıyor, diğer yandan beni ele geçiren korkuyu açık etmemek için olanca gücümü seferber ediyordum. O esnada, Hakan’ın sağ kolu sayılan Cemal, yaltaklanan bir sesle,
“Uğraşma, Hakan,” dedi, “Bu piçi de dövelim gitsin.”
O an, beklemediğim bir şekilde, belermiş gözleriyle yüzünden zırıl zırıl ter sızan Rojhat, “Git, Hasan,” dedi merhamet dilenen bir sesle. “Başına bela almadan…”
Rojhat’ın bu sözleri, beni öfkeden deliye çevirmeye yetti. “Seni… Seni işkembe suratlı orospu çocuğu!” diye haykırdım Hakan’a.
Hakan, laf dalaşını bırakıp hasmını tek hamleyle tuş eden bir güreşçi gibi atılarak ilk yumruğuyla beni alaşağı etti. Yanında mevzilenen Cemal ve Kerim de vurdulu kırdılı bir aksiyon filminin dövüş sahnelerini aratmayan bir ustalıkla saldırmaya giriştiler. Tekmeler, küfürler, tehditler gırla gidiyordu ıssız sokakta.
Rojhat ve beni, kan revan içinde bırakana kadar dövdüler. Sonra ellerini kollarını sallayarak oradan uzaklaştılar. Üstümüz başımız toza toprağa belenmiş, yere boylu boyunca yığılmıştık. Kendine ilk çekidüzen veren Rojhat oldu. Utangaç bir şefkatle bana yöneldi, dirseklerimin üzerinde doğrulmama yardım etti.
Rojhat, dedim ona kesik kesik nefeslerimle bölünen bir sesle, “Adının anlamı ne?”
Yüzüme, doğrudan gözlerime baktı. “Yeni doğan güneş,” diye açıkladı sonra. Bana biçtiği kahraman rolü sona ermiş, yerini bütün benliğiyle büründüğü erkek kardeş rolüne bırakmıştı. Düşmanca suskunluğunu terk etmişti artık; bağdaşmaz olduğunu düşündüğü farklılıkları silinmiş, korkularına dayanan mesafeler arasına yıkılmaz köprüler kurulmuştu. Ölüme kadar gidecek bir dostluğun köprüsüydü bu.
Sonra güldük, kahkahadan kırılarak… Rojhat’ın güldüğünü ilk kez o gün gördüm. Hesapsız, hilesiz, tuzaksız bir gülüştü Rojhat’ın yüzündeki. Sanki bütün dünya, bir çocuğun gülüşünde tekrar kurulmuştu.
Dünyamı yeni doğan bir güneş gibi aydınlatmıştı.
Deniz Ceren Türkkan
Comentários