Sen yaparsın.
Hadi ama, yapma böyle! Bırakma, tutun sıkıca karınca ipinin ucuna.
Sen yaparsın. Önce ayaklarını mutfağa sürüklersin, bir kupaya simsiyah bir kahve doldurursun. Eğilip içine baktığında siyahlığında nergisler yüzer. O kadar güzel ki yüzün, bedeninden kopup şekersiz suya düşecek gibi.
Düşmez.
Sonra salona geri dönersin. Geri dönebildiğin için kimsenin umurunda olmayan bir müsabakada birinci geldin. Elinde, bakıra çiçek dövülmüş bir kupa.
O gelmez. Diğerlerinin dediklerini hatırlarsın.
“Bat, ayakların en dibe değsin ki sıçrayabilesin!”
Laflara bak… İnsan kendini bilmez mi? Bunca yıldır kendisiyle yaşar da, kendini bilmez mi insan? Bilirsin. Ayakların mesela, hem kuma hem de rahatına düşkün. Ayakların en dibe değerse bir daha oradan çıkamazlar. Oturasın diye aşağıya doğru kıvrılmış dizlerini açıp, bacaklarını dümdüz havada uzattıktan sonra, ucundaki iki ayağa da onları hayatında ilk kez görüyormuş gibi bakarak sorarsın.
“Ne vardı bu kadar rahatına düşkün olacak?”
Ayakların ninenin ördüğü çizgili yünlü çorapların içinde. İki elinin arasındaki dört kısacık şişle köşedeki divana bir örümcek gibi oturmuş, hiç durmadan arkası arkasına ilmekleri atarken neler geçmiş bu kocamış kadının aklından? Çorapların parmak uçları yeşil, sonra pembe, beyaz, yine pembe, yine beyaz, siyah, pembe, siyah, pembe, siyah, fıstık yeşili (ilahi nine, fıstık yeşili mi?), siyah, yine fıstık yeşili, incecik bir mor (neden incecik?), fıstık yeşili, mor, bordo, mor, bordo, leylak, turuncu, sonra sıra sıra altı kere çam yeşili, altı kere mor. Annesi çakır koca nine, hem evlatlık hem ikizmiş. Babası savaştan dönmemiş. Buralara ilk geldiklerinde her yer tarlaymış. Harabelerin orada bir yel değirmeni varmış. Artık yok. Değirmenin arkasında kalan iki oda taş evde iki aile kalırmış. Hükümet evleri verilene kadar bir odaya bir aile yaşamışlar o iki oda taş evde ama içindekilerden hiç birinin adı Pembe değil…
Ayaklarını yere basarsın. Çizgiler, renkler hâlâ gözlerinin önünde.
Yün çoraplı ayaklarınla bir pamuk tarlasında yürümeye başlarsın. Hani bilirdin kendini? Hani rahatına düşkündü bu ayaklar? Güneş ninenin alnında parlarken, onun gözlerinin altına kadar çektiği dartamağı, uzun kollu basma entarilerinin içinden çıkan pamuk toplayan gencecikken çatlak topraklar gibi olmuş ellerini koşarak geçer, bir ağacın gölgesinde, samanın sarısının üzerinde kundağın içinde sımsıkı sarılmış kolları ve bacakları ile bir koza gibi yatan annene varırsın. Yüzü güneşten yanmış. Ağlamasın diye ağzına verilmiş güllü lokum boğazına kaçacakken iki parmağını sokup çıkarır, annenin başında dolaşan kan emici siyah sinekleri kovarsın. Anneni kapıp kucağına aldığın gibi pamuk tarlasını boydan boya koşmaya başlarsın.
Adı Pembe olan başka... Trenden indiler. Sırtlarında kıyafetlerin olduğu çuvallarla. İbrahim Dede, “Burası tam da memleket gibidir bre!” dediğinden, burada durdular. Elleriyle çamurdan kerpiç evler yaptılar. Adı Pembe olan, tül çiçeğinin tozlarını alır, kemik tarağını gaza batırıp saçlarımızı tarar, iki belik yapardı. Oturduğu yerde uyuklar, uyurken sağ gözünden birkaç damla yaş akar, biz uyumadan önce baş ucumuza çömelip Topal Hasan’ın masalını anlatırdı. Masalda tek gözlü devin geldiği, Topal Hasan’ın ağaca çıkıp ona çürük elma attığı yere geldiğinde gülmeye başlar. Biz onun gülerken hoplayan göbeğine bakardık. On altı yaşındayken onu seven bir oğlan çocuğu peliğini çekmiş, o da koca koca taşlar toplayıp arkasından fırlatmış. Yıllar sonra sınıftaki diğer bütün çocuklar öğretmenin, “Ödevini yapmaya kim yardım etti?” sorusuna, “Annem,” dediği için Pembe’nin oğlu da sıra ona gelince gururla, “Annem,” demiş. Verdiği cevaptan iki ay sonra ‘anne' sözcüğünün ‘nana’ demek olduğunu öğrenmiş. Nana; yani anne, yani okuma yazma bilmeyen kendi annesi. Karşısında gola, vırteşka, puçe, muse, gırbe, çelat, sipke ne demektir bilmeyen bütün bir dünya varmış.
Koşarsın. Bu kez çıplak ayak.
Hani bilirdin kendini? Hani rahatına düşkündü bu ayaklar? Bir sınıfa girersin. Ders bitince sınıftaki çocuklar teker teker askının çengellerinden montlarını alırken en alta asılmış devasa büyüklükteki keçe bir kepenek ortaya çıkmış. Daha önce görmedikleri bu garip eşyaya hayretle bakan çocukların arasına dalarsın. “Kimin acaba?”, “Kimin bu?”, “Kimin acaba?” Kafası kazınmış olduğu için yüzünün kenarlarından daha da fazla çıkan kulakları ile diğer çocukların arasında duran, sırıtan, diğer çocuklar gibi, “Kimin acaba? Kimin bu?” diye bağıran, sabah okula yürürken birden bastıran yağmurda İbrahim Dede tarafından omzuna atılan o kepeneğin içinde kaybolmuş babanın ufacık elinden tutar, sınıftan çıkar, yağmurun altında çıplak ayakların çamura bata çıka koşarsın.
Demek koşabiliyorsun, öyle mi?
Karşı terasa hızla bir karga konar. Konmaya geç kalmış bir telaşla.
Görsen karga değil de bir martı bakınıyor sanırsın; öyle sarsıcı.
Varsan, görmesen, pamuk beyazı parmakların bakınıyor.
Daha nerelere dokunsam da dokunsam…
(Neden böyle tek cümlelere düştün?)
Kendin için de koşabilir misin?
Tarlaları kalmayan bir dünyada,
Koşabilir misin kendin için de?
İlişkide bağlanmama kaslarını gevşetme dersi, bir alana bir bedava.
Siyah cumada birine hediye de edebilirsin.
Küçük bağlanmama kaslarını çalıştırma kursu:
gör-me, dokun-ma, duy-ma, kokla-ma
Onun yerine aynanın karşısında kırk kere
de İnanıyorum, de İnanıyorum, de İnanıyorum!
Büyük bağlanmama kaslarını çalıştırma kursu:
ara-ma, yaz-ma, bak-ma, evinin köşesinde dikil-me, hatırla-ma
Onun yerine kırk kere başkalarının dallarından sarkan
yeşil yemişlere kaldır başını,
kırk kere!
Garantili, geri ödemeli, iadeli…
Bir alana bir bedava,
Siyah cumada birine hediye de edebilirsin!
(Ya bu karga gitse başımdan! Martı gibi beyaz beyaz duruşu bir gitse!)
Ayağa kalkarsın. Pencereye yaklaşır, kollarını aşağı yukarı sallarsın. Karga kımıldamaz. Durup gagasına dik dik bakarsın. O da senin gagana dik dik bakar. Tıpkı onun gibi. Cüzdanını alırsın. Ekrana kartın üzerindeki numaraları girersin.
Dört tane dört sayı, cvc yüz elli dokuz. İşleminiz başarı ile tamamlanmıştır. Sesli okursun “Başarı ile tamamlanmıştır işleminiz.”
Şimdi ekranın başında biraz daha dik oturursun. Şimdi içinde bir zeytin ağacı büyüyor. Kökleri toprağın altında uzuyor, kalınlaşıyor; nereden gelip nereye gittiğini biliyor. Çok tanıdık, dalları bodur bir umut. Bu zeytin ağacı ilk değil ya büyüyen. Kök salmak sadece şimdilerde mi bu kadar zor?
Ders 1
Videoyu izlemeye başlamadan önce size ilişkide bağlanmama kaslarınızı esnetmenize yardımcı olacak üç öneriyi paylaşacağız. Her öneriyi dikkatlice okuyunuz. Okuduktan sonra söylenenleri kırk kere tekrar etmeniz gerektiğini unutmayınız. Tekrar zihnimizi bir ritim içine sokar; kelimeler kaybolur, anlam kaybolur, sadece sesler var olur. Unutmayın sesler alışkanlıklarımızı oluşturur. Mucizevi üç öneriyi okumaya devam etmek için tıklayın.
Tık.
Sorular Sormayın.
Unutmayın, kendinden tek şüphe duyan sizsiniz. İçine kök salmak istediğiniz kişi hiçbir şeyden kuşku duymuyor. Ne istediğini biliyor. Size de gayet açıkça, sınırlı kelime haznesi ve kısa cümleler ile isteklerini ifade ediyor. Söylediklerinin ne fazlası ne de azı vardır. İnsanlar söyledikleri kadardır. Söyledikleri dünyalarıdır. Küçük kaslarınızı esnetmek için her gün bir soru sormayarak başlayın. Her gün onu daha iyi tanımak için sormak istediğiniz bir soruyu sormayın. Her sonraki gün başka bir soruyu daha “sormayacağım sorular” listesine ekleyin. Göreceksiniz on gün içinde bir sürü soru sormamış olacaksınız.
Tık.
Dünyasına girmeyin.
İçine kök salmak istediğiniz kişinin düşünce dünyasına girmeyin. Evet, sorular sormayarak bunu sağlamaya başlayabilirsiniz, ancak asıl dikkat edilmesi gereken hiç bir zaman olaylara içine kök salmak istediğiniz kişinin açısından bakmamanız gerekliliğidir. Ne mi yapmanız gerekiyor? Günde sadece altmış saniye gözlerinizi kapatın ve kendinizi bu kadar kötü hissetmenizde oynadığı role yoğunlaşın. İçine kök salmak istediğiniz kişinin ne hissediyor ya da ne düşünüyor olabileceği, ne deneyimlediği ya da neye ihtiyacı olduğu; yani o anda yaşadığı gerçeklik ile uzaktan yakından bir bağ kurmaya çalışmayın. Günde sadece altmış saniye ile başlayarak süreyi arttırın.
Tık.
Bağlanma isteğini güçlendirecek alışkanlıkları yaratmayın.
Bağlanma isteğini artırabilecek anlık, küçük ama anlamlı, dünya üzerinde başka iki kişinin tam o anda paylaşıyor olma ihtimalinin çok alçak, ileride hafızanızda yer etme olasılığının çok yüksek olan deneyimler yaratmaktan uzak durun. Genelde yemekleri yapan içine kök salmak istediğiniz kişi ise onunla birlikte mutfağa girmekten kaçının. Onun en sevdiği şarkıları seçip oynat tuşuna basmayı bırakın. Evine yürürken adımlarınızı hızlandırmayın. Beraber kahvaltı yapmayın ve onun çamaşırlarını yıkamayın. En çok sevdiği bisküvi nedir bilmeyin. Görmeden, “Rüyamda seni gördüm,” diye mesaj atmayın. Gerekirse cep telefonunuzu komodinin çekmecesine koyun, çekmeceyi kapatın ve kendinizi o çekmecenin kilitli olduğuna inandırın.
Usta’nın Dersine geçmek ve videoyu izlemek için bağlantıya tıklayın.
Şu karga gitse bir başımdan! Bir martı gibi beyaz beyaz duruşu bir gitse!
Tıpkı onun gibi bakıyor bana.
Öyle sarsıcı.
Tık.
Deniz Ezgi Avcı
Comentarios