Metro durağının hemen arkasında, semtin fallik sembolü olarak dikilen rezidans, şehre reverans yapıyor, elitlerin önünde asfalta kadar eğilirken, çulsuzlara nanik çekiyordu. Eteğindeki süslü püslü kafeden, geceye kalanları silkeleyip atarken, başının üzerinde kafasına musallat olan martıları suratsız camlarıyla geri püskürtüyordu. Teraslarındaki tumturaklı yeşillikler, bir zamanlar mekânın sahibi olan ağaçların ruhlarına Fatiha okuyordu. Kaldırımlarda vızır vızır moto kuryeler, gurme ürünler taşıyorlardı gece gündüz. Fallik, karanlık gökyüzünü sahte ışığıyla aydınlatıyor, gece ise hiç aydınlatılamayacak bir olaya doğru ilerliyordu. Yere vuran ay, olay yerine sahne ışığı tutuyordu sanki.
Görkem, bundan beş ay önce taşınmıştı. Erdem, “Biraz burada takılırsın, sonra üst katlardaki üç odalılara geçeriz,” dedi. “Peki Erdem,” dedi Görkem. Erdem Bey’den Erdem’e geçmek ne zordu. Gerçi Nefise’den Görkem’e geçmek de hiç kolay olmamıştı. Her şey hazırdı evde, ıvır zıvır hiçbir şeyi getirmesini istememişti Erdem. Bazen buraya ait olmadığını hissediyor, koltukların ucunda oturan bir misafire benzetiyordu kendini. Sevmezdi Erdem öyle renkli aksesuarlar, kırlentler, halılar… Griler, metaller, ham ahşap mobilyalardı onun kalemi. “Asıl görkem minimalizmde,” derdi. Görkem’in balyajlarından da hiç haz etmemişti, gidip kapattırmıştı hemen.
“Taptaze yüzüne fazla makyaja hiç gerek yok,” derdi. Belli belirsiz dudak dolgusu, mikrobleyding kaş tasarımı ve hoş bir jawline’a okeydi ama. Alışverişe beraber çıkarlardı. Özellikle iç çamaşırına çok düşkündü adam. İlk başlarda hiç giyemeyeceğini sandığı biraz uç örneklere bile alışmıştı sonradan Görkem. Eve hiç karıştırmamasına sinirleniyordu için için. Haftada kaç gece geliyor ki sanki? Evdekinden kurtulabildiği, toplantıları yutturabildiği kadar. Bazen iki, bazen üç gece. Bir defasında, üzerinde renkli çiçekler olan bir kettle almıştı; üstelik kaliteli, pahalı bir şeydi ama Erdem görünce sesini yükseltmiş, “Kurtul artık şu varoşluktan Görkem,” demişti. Varoşluk? Varoluşunun başlangıç noktasıydı oysa orası. Kurtulabilir miydi? Beş kızın ardından gelen erkek çocuğun horoz, gerisinin çöplük olduğu bir evden ne kadar kaçabilirdi? Peşinden kovalayan, sakallı, kıllı yakalı, ter kokulu, alkol dokunuşlu varoştan uzaklaşabilir miydi?
Mustafa güvenliği aştıktan sonra asansöre binip on yedinci kata bastı. Beş mor torbayı yere bıraktı. Görkem Hanım bu sefer epey fazla şey söylemişti. Keyfi yoktu anlaşılan. Cips paketleri, çikolatalar, bisküviler, kekler birbirlerine omuz atarak bomboş, faydasız kalorileriyle yer açmaya çalışıyorlardı poşette.
Mustafa ilk gelişinde güvenlikten öğrendiği adını söyleyerek uzatmıştı siparişleri.
“Buyur Görkem abla.”
“Abla mı? Sen kaç yaşındasın allasen?”
“On yedi abla. Ama yaştan değil saygıdan.”
“Hahaha, abla saygı değil hakaret ayol.”
Böyle böyle kapı ağzında ufak sohbetler süsler oldu siparişleri. Bazen takılmalı, bazen dert yanmalı. Mustafa, akşamları yatağında Görkem’in uzun bacaklarını, ipek saçlarını, kalçalarını zor örten geceliğini, kar beyaz tenini düşünür bulurdu kendini. Bazı sabahlar, aşkından sırılsıklam uyanırdı.
Ondan sipariş geldiğinde al basar, nefesi sıklaşır, kalbi kanatlanırdı.
Evde bir adam olduğunu anladı sonra. Kerli ferli, havalı bir adam. Bir var bir yoktu.
“Hadi tamam, üstü kalsın.” “Hepsini getirdin mi?” “Koy kapıya alırım ben.”
Kapıyı adam açtığı zaman, görünmez olurdu Mustafa; ufalır ufalır, çelik kapıya yapışan bir sinek olurdu.
O gece Mustafa, asansörde on yediye basarken herif yoktur inşallah diye geçirdi içinden. Bir çift laf edebilmeyi, hayal kurabileceği birkaç detay görebilmeyi umut etti. Torbaları yüklendi kata gelince. Bağrışmalar gelmeye başladı koridorda.
“Yetti artık. Hapisim resmen burada. Ne kimseyi gördüğüm var, ne bi yere gidebiliyorum, kafayı üşüteceğim Erdem. Boşanmayacaksın sen, anladım artık. Süründürüyorsun beni.”
“Bu mu sürünmek ha, bu mu? Şurada oturmak mı sürünmek? Bak dışarıya, yerinde olmak isteyen milyonlarca kız var.”
“Öyle mi, şimdi öyle mi oldu? Milyonlarca kız ha?”
“Bana bak sürtük! Verdikçe şımarıyorsun, kendine gel.”
“Her şeyi anlatıcam karına, her şeyi, anlıyor musun?”
“Pişman olursun, gebertirim seni. Dönene kadar aklını başına topla.”
Kapı açıldı, kerli ferli adam mosmor yüzüyle asansöre doğru giderken Mustafa’yı iterek, “Ehh çekil be,” dedi.
İçeriden Görkem gözüktü, siyah bir gece elbisesi vardı üstünde, dışarı çıkacakmış da gidememiş kombini. Elinde yarılanmış bir votka şişesi. Ela gözleri, baygın iki kelebek. Havada asılı. Neden sonra Mustafa’yı fark etti.
“Ooo Mustafa, hoş geldin. Fındık fıstık mı getirdin gösteri maymununa?”
“Estağfurullah.”
“Boş ver süslü lafları. Votka içer misin?”
“Ben mi? Ama iş…”
“Bulursun bi mazeret. Gel.”
Yakasından tuttuğu gibi Mustafa’yı içeri çekti. Çekingen ayaklar, gecenin yere kadar uzanan camlardan içeri dolduğu salona yürüdü. Görkem şişeden içti, Mustafa bardaktan. İçtikçe içtiler. Nefise oldu bir aşamadan sonra Görkem. Yalnız Mustafa’nın anlayabileceği çocukluğunu anlattı. Avukat olmak isteyen, hiç oyuncağı olmadığından dergilerden kestiği bebekleri konuşturan Nefise’yi. Görülmeyen, duyulmayan, sevilmeyen Nefise’yi. Okutulmayan, dövülen, evden kaçan küçük kızın saçlarını okşadı Mustafa. Çekingen eller, ipek saçların arasında dolaştı. Çekingen burun, saçların kokusunu içine çekti. Sızdılar bir saatten sonra. Nefise yerde, Mustafa siyah upuzun koltukta.
Sabaha karşı bir gürültüyle ayıldı Mustafa. Nerede olduğunu hatırlamaya çalıştı. Kapıya yaklaşanları, telsiz seslerini algıladı. Etrafına baktı, Görkem yoktu, cam boydan boya kırıktı. Kapı açıldı, önde kerli ferli adam, arkada polisler ve güvenlik… Ortada açılmamış mor poşetler. Sandalyenin üzerinde Erdem’in unutulmuş ceketi.
Fallik bina, kendine kurban edilen, ayaklarının dibindeki Nefise’ye şöyle bi baktı, tüm günahları Mustafa’ya yıkıp görkemli yeni bir güne daha başladı.
Deniz Koker
Comments