Annem öldükten sonra daha bir üstüme düşüyor teyzem. Hafta sonları bizde kalıyor. Yalnız kalmamı istemiyor. Babama, “Züleyha’yı bizim dikiş kursuna yazdıralım,” diyor. Babamı da iyi tanıyor, “Dikiş kursu masrafsız olur. Makine de atölyeden. Kumaş bile almana gerek yok. Rahmetli kocam çokça getirirdi. Hani şu Sümerbank'ta çalışan ikinci kocam,” diyor. Vücuduna yapışan daracık elbisesinin ucunu tutuşturuyor babamın eline, “Bu kumaş da Sümerbank'ın bak. Taş gibi,” diyerek vuruyor kalçalarına şak şak. Ben evin içinde pijamalarımla geziyorum. Teyzem hep şıkır şıkır. Allı pullu elbiseyi okuma gözlüğünden tekrar dikizliyor, “Taş gibiymiş sahiden de baldız,” diyor. Teyzem yıvışık. Konuşması, tarzı bu biliyorum da babama ne oluyor? Onu da sosyal medya bozdu herhalde. Babamın yüzünde içini serinleten bir meltem esiyor, “Masrafsız ha baldız,” deyip duruyor.
Tekdüze yaşamın lime lime ettiği evhamlı hayat ruhumu boğuyor. Ama alışkınım bu naftalin kokan odalara, tavanı is bağlamış mutfağımdaki annemden kalan konserve kavanozlarımla yaşamaya. Yıllarca kalbimi, irademi yalnızlıkla terbiye etmişken durduk yere nereden çıktı bu kurs? “Teyze! Yapamam ben. Ya-pa-mam,” diyorum. Babam duymasın diye sesini kısarak, cimri babamla gençliğimi tükettiğimi, annemin yerinde o olsaymış babamı çoktan avucunun içine aldığını falan söylüyor. Anneme sarıyor şimdi. “Birim iki olsun diye diye kıyamadı para harcamaya da ne oldu? Toprağın altında harcasın şimdi,” diyor. Beleren gözleriyle dokunuyor yüreğime. Kulağıma tehditler fısıldıyor. “Bir ince belli bardak dahi almadı babam. Teyze… Hü… Ağlarsın. Zırlarsın. Bak o zaman gösteririm sana!” diyor. “Benim gelecekle ilgili bir hayalim olmadı hiç. Ne yaşadığını yarım saat sonra hatırlamaya imkânı olmayan iyi kalpli biri olmaktan başka,” diyorum. “Hayal etmeye başlayacaksın işte kız,” diye kestirip atıyor. “Hadi köpüklüsünden bir kahve yap da içelim kuzum," diyor. Elimi tutarak mutfağa götürüyor.
Ritim tutturarak cezveyi karıştırıyorum. Ocağın mavi alevi kızıla çalıyor. Kahvenin yüzeyinde bir köpük beliriyor. Kahve fokurdayana kadar terliklerimin içinde ayak parmaklarımı indirip kaldırıyorum. Aklımda dikiş atölyesi. Az biraz annemden öğrenmiştim dikiş işlerini. Daraltma, paça kısaltma, yamalama yapacak kadar işte. Teyzem bir elbise bile dikemediğimi kakıyor başıma. “Atölyede neler yaptık bak,” diyerek açıyor dikiş çantasını. El becerilerini gösteriyor. Çeyizlik nevresim çarşaflarını gördükçe daha da heyecanlanıyorum. Siparişler bile alıyor. Kahveyi teyzemin önüne koyuyorum. Bir kahve de babama götürüyorum. Kavrulup büzülmüş hissini veren kambur vücudu, bir ölününki gibi derinlere kaçmış ela gözleriyle bakıyor bana. İhtiyar bir insan tesiriyle temizliyor boğazını. Yaşını şimdiye kadar dert etmediğini, öldüğünde yalnız kalacağım, diye korktuğunu söylüyor. Üç kuruş emekli maaşıyla, iki göz oda bırakacağını, ayaklarımın üstünde durmamı istediğini söylüyor. İnsan sarrafı teyzemden hayatı öğrenmemi istiyor. Sesi yüreğinde kötülük barındırmayan insanlara has güveni veriyor.
Konuşmaya devam ederken teyzem çağırıyor. Çakmağın nerede olduğunu soruyor. Ocağın ateşiyle sigarasını tüttürüyor. Püf. Püf. “Biraz külleri savruldu,” deyip masanın başına oturuyor. Bir kahvesini höpürdetiyor bir sigarasını tüttürüyor. Teyzem telefonunu alıyor eline. İçimi burkan kadına şiddet haberlerini okuyor, “Ah, teyze! Bırak artık şu sosyal medyayı,” diye takılıyorum alaysı alaysı. “Sosyal medyası olmayan mı var kız?” diyor. “Ben telefonumda yabancı müzik dinliyorum sadece,” diyorum. Babamın da Instagram’ı var. "Biliyorum. Baban karı kız kesiyor. Geçen yabancı manken Emily'e beğeni yaptı.” “Emily mi?” Teyzem, "Ayol senin suyun o körpenin ateşini söndürmeye yeter mi? Tövbe tövbe,” diyerek başlıyor gülmeye. Sarkmış göbeği kahkaha attıkça hopluyor. Gülüyor sigarasını tüttürüyor. Fırt… Fırt... Tekrar gülüyor. Muzipçe kıkırdayarak, “E, sen neye bakıyorsun teyze?” diyorum. “Ben de zengin herif avlıyorum ya kız,” diyor. Yırtınıyoruz gülüşmekten. Yüzüm tükürüklerden yapış yapış oluyor. “Yarın erken kalk, hoca gelmeden önce atölyede olalım,” diyor. Atölye dayatması keyfimi kaçırıyor yine. Aklımın çatısından tıkır tıkır makine sesleri geliyor. Hayat sanki gözlerimin eriştiği yerlerden içinde yaşadığım zamandan ibaret. Düşünceler kafama bir sel gibi hücum ediyor. Uyuyamıyorum. Bir koyun, iki koyun, üç koyun… Saydırıyorum. Kulaklığımı takıp Jungkook' u dinliyorum.
"Bu ay yalnız göründüğü için,
Parlak gözyaşlarını karanlık gökyüzünün ortasına döküyormuş gibi olduğu için,
Senin gökyüzünde kalmak istedim.
Bir yıldız gibi
Sabahın geleceğini bilsem bile…"
Ruhum gıdasını alırken uyuyakalıyorum. Ölümün de ayrılığın da olduğu annem kokulu bir rüyanın içinde debelenirken komodinin üstünde zırıldayan saatin sesiyle irkiliyorum. Bir bardak su içiyorum kana kana. İlk günün heyecanı yok üzerimde. Teyzemin de aramasıyla zor uyanıyorum. Babam öyle değil. Omuzlarını tutup silkeleyince uyanıyor. “Baba, kahvaltı hazır ben çıkıyorum.” Teyzemle koşarak geçiyoruz evleri, sokakları. Nefes nefese kalan sesimle bağırıyorum. “Beklesene teyze ya!” Teyzem de bana bağırıyor. “Hadi kızım hadi. Ayakların değsin yere.” Büzülüyor dudaklarım. Uçurtma mıyım, kuş mu? Bekle. Ama duymuyor. Arkasına dönüp gülerek, “Tabii ya alışık değilsin,” deyince içimdeki şeytan vazgeçmemi söylüyor. “Geri dön kız,” diyor. Tekinsiz. “Yok. Yok. Dönmem,” diyorum. Kırıyorum şeytanımın bacağını. İnce belli bardağın acısını çıkaracağım. Artık canım ne isterse alacağım. Babama da muhtaç olmayacağım.
İsmiyle müsemma, güneş yüzü görmeyen, havasız bir mekâna geliyoruz. Dikiş atölyesine. Alabildiğine kumaş, iplik, rutubet, ter kokuyor. Kadınların yüzlerinde alıştığı hatta sevdiği bu mekânda tuhaf bir huzur var. Teyzem çantasından çıkarıyor taş gibi kumaşları. Sümerbank kumaşlarını. Neler yapacağımı, makineleri nasıl kullanacağımı, ipleri nereden alacağımı anlatıyor. Her şeyi bir günde öğreniyorum. Hocanın nelere önem verdiğini, titizliğini. Muhtemelen teyzemle aynı yaştalar. Ama erkenden dökmüş saçları. Ağzında diş yok. Dudakları bir torba ağzı gibi buruşuk. Öyle çopur öyle nemruttu ki suratı. Atölyedeki diğer kadınları da anlatıyor. “Karşıda oturan Hayriye abla. Kocası sürekli döver. Makyajı ondan çok,” diyor. Ağzındaki ipliği keserken göz göze geliyoruz. Hayriye abla kendinden konuşulduğu anlıyor. İkircikleniyorum. Gülümsüyor bana. “Bak bak. Öndeki de Selma. Ben gibi bu. Pek fingir fingir. Severim. Çok çileli o da," diyor. Saçlarıyla gözleri mavi. Ojeleri, ruju. Filli boya gibi boyanmış maviye. Ağzında sakız. Caggıdı caggıdı. Sakızına mavi ruj bulaşmış. Yaşı geçkince. Kırmızı yeldirmesinin altından fırlayan değnek gibi bacaklarını toparlayıp içimi ılık ılık akıtan bir göz atıyor. Teyzem arkasına dönerek, “Şu arka sıradaki de Serap. Bunun ne halt ettiği belli değil. Japon balığı gibi karı,” diyerek başlıyor kahkahalar atmaya. O ne demekse? Teyzeme artık susmasını, sessiz olmasını söylüyorum. Duymalarından korkuyorum. “Aman çok da tın. Yalan mı kız? Eğriye eğri. Doğruya doğru,” diyor. Hoca, nemrut suratıyla ters bakarak, “Kesin şu cümbüşü de işinize bakın hanımlar!”
Burada eşkali kayıp, esamesi olmayan kadınların başkalaşıyor gözleri. Kahveden maviye, yeşile çalan kumaşların rengine boyanıyor. Boyları kısa. Şişman. Kaşları kavisli, ince. Burnu kalkık. Esmer, sarışın kadınlar… Yüzleri hep solgun. Ama kıpır kıpır görünüşleri. Sıcak. İçten. Atölyedeki kadınlar ötekilere benzemeyen bir hayatın içinde paslı paslı evliliklerinde boğulup duruyor. Kahkahaları bile histerik, boğuk. Teyzem de öyle. İlk kocası ölünce dikiş tutturamıyor. Üç kocasından da boşanıyor. Her boşandığında bir daha evlenmeyeceğim, diyor. Hep yanlış evlilikler yapıyor. Hep evlatlarım için evlendim. Üç kuruş ellerine vereyim diye evlendim, diyor.
Ne demekse? Evli barklı, sarhoş oğlanlarına içki parası veriyor. Rahmetli annem de çok söylenir, “Fatma, koca koca oğlanlarına harcatıyorsun kendini,” derdi. Hâli vakti yerinde birini bulduğunda hemen kancayı takıyor. Parayı koklatmayana da basıyor tekmeyi.
Teyzem atölyede de sürekli konuşuyor. Öyle neşeli ki. Öğle arası paydoslarda sürekli bir şeyler anlatıyor herkese. Fütursuzca. Hiç durmuyor. Arada bir soluk alırken. Bana soruyor. “Ne diyeyim teyze sen anlat ben dinlerim,” diyorum. “Kız seni açmak için getirdim buraya. Yoksa o babanın elinde pısırıkça kalacaktın. Yarın el aşı savuracaksın. Erkeğini terbiye etmeden terbiyesini almayı öğreteceğim sana,” diyor. Akıl veriyor. Sanki kendi tutturamadığı erkek reçetesini bende sınıyor. Kocalarını anlatıyor sürekli. Bir de annemin de bilmediği evlilik dışı yasak ilişkilerini geveliyor ağzında. Erkekleri kötülüyor. Hevesi geçene kadar gülüm dediklerini sonra fos çıktıklarını söylüyor. Anlatırken başlıyor ağlamaya. Ağlarken bir anda gülüyor. Neye ağladığını neye güldüğünü anlayamıyorum. Psikolojisinin bozuk olmadığından da şizofren olabileceğinden de emin değilim. Düşünüyorum. Acıyorum. Ama bu benim tanıdığım teyzem hep. Annem de sadece dinlerdi teyzemi. “Kendi eliyle yapıyor. Kendi mezarını kendi kazıyor bu teyzen,” derdi.
Kocaları bitiyor, sırada gezdiği yerleri anlatıyor. Antalya koylarını, Ege'de adını lisedeyken duyduğum şehirleri. Köhnemek böyle bir şey. Ne güzel hep deniz, kum anlatıyor. Hatta bir ara uzunca bir ara kaybolduğunda Mardin'e gittiğini de. “Her şehirden bir adamla evlenmenin faydaları bu,” diyor. Basıyor tükürüklü kahkahaları. “Kız o kadar yaşıyorum burada da ne oluyor bir İstanbullu koca bulamadım. Şöyle saraylısından,” diyor. Arkadaşlarını anlatıyor. Kendinden çirkin ama talihleri iyi olan. Berlin, Amsterdam, Brüksel… Öyle mutlu ülkelerde yaşadıklarını söylüyor. “Onlardan neyim eksik?” diyor diyor da yüzündeki çiller, kırışıklıklar, ellerindeki beneklerden ellili yaşların çizgilerinden, hiç haberi yok. Ahın gitmiş vahın kalmış be teyze. Hâlâ gezme, koca derdindesin diyemiyorum. Yutkunuyorum. Koca delisi teyzemin bilincini hınç duygusu esir alıyor. Fiziksel yorgunluğuna, zihinsel gevşekliğine rağmen anıları hafızasında kazımak için ağzında çiğnedikçe tatlanıyor adeta.
Atölyedeki kadınlar sürekli bu dönemin modasını, saçını konuşuyorlar. Bir yandan onları dinliyorum. Bir yandan da teyzemi izliyorum. Telefonda konuşuyor biriyle, “Ulan lavuk, üstüme ev almazsan bok nikâh kıyarsın bana, “ diyor. Kapatıyor yüzüne. Gözümün önünde kendini satıyor. Şok oluyorum. “Teyze ne oluyor? Ayıp. Elin adamına küfür etme. Ne parası ne nikâhı?”
“Kız bedavaya mı karılık yapacam ben o kıçı bezli yetmişlik lavuğa,” diyor. Hemen yüzümü kapatıyorum. Yüzüme gelmeyen tükürükler ellerime yapışıyor bu kez. Bu yaşlı kişnişle uzun zamandır uğraştığını söylüyor. Ufuneti atalım üzerimizden, diyerek akşam konsere gitmek istediğini söylüyor. Konserleri kalabalığı sevmediğimi söylesem de dinletemiyorum. Anneme hiç benzemiyorsun da diyemiyorum. Ama seviyorum teyzemi. “Tamam teyze. Bugün ufunet dağıtılacak. Dünyanın tozu attırılacak. Oltaya koca takamamanın acısını çıkaracak,” diyorum.
Beşiktaş'a doğru yürüyoruz. Taksiler sürekli üstümüze su sıçratıyor. Teyzem taksicilere sövüyor. Kalaylı kalaylı. Tekrar başka bir taksi geçiyor. Tıs… Tıs… Arkadan basıyor küfürleri. Taksici fren yapıyor. Geri geri geliyor yanımıza. Yüreğim ağzıma getiren küfürler ediyor. Teyzeme durmasını, başımızın belaya gireceğini söylemeye kalmadan, “Ulan yedi ceddinizi sizin,” diyerek bu kez teyzem taksicinin ceddine sıralıyor. Karşılıklı cedlerini kuşanıyorlar. Ağzım açık kalıyor. Taksici bu kez sopasıyla yürüyor üstümüze. Bodoslama. Teyzem çantasını kolundan çıkardığı gibi vurmaya başlıyor herife. Korkudan ağlıyorum. Elim ayağım titriyor. Çuvala dönüyor taksici. Tabanları yağlayıp kaçıyor. Teyzem alışmış herif dövmeye. Bir de teselli ediyor beni. “Sus kız Sus. Ağlama. İyi oldu zıbarttım deyyusu. Eski kocalarım boşuna mı boşadı beni. Hele üçüncü elimde kalacaktı. Oh!" diyor. Konser monser istemiyorum. Eve dönüyorum. Benim de iştahım kalmadı diyerek takılıyor peşime. “Haftaya sinemaya gideriz. Âdem de gelir. Başımızda herif olsun,” diyor. İllaki ufunetini, dünyanın tozunu atacak. Bu teyzem uslanmaz biliyorum.
Sabahleyin uyku mahmurluğunu üstümden atmaya çalışırken kahvaltı masasından çağırılıyorum.
“Teyzen smoothie hazırladı hadi gel kahvaltıya,” diyor babam. “Smoothie mi var kahvaltıda?” Eskiden babamdan haz almayan teyzemin yüzünde güller açıyor.
“Artık cimri mimri lafları etmek yok Âdem’e. Sabah babanla BİM’in ithal ürünler reyonundan yüksek lifli, az şekerli, limonlu Hollanda keki bile aldık.” diyerek önüme koyuyor. BİM’den aldığı diğer sağlıklı yiyecekleri anlatıyor. Cimri babamı avucunun içine çoktan almış teyzem. Bana söylediği, “Erkeğin terbiyesini alacaksın.” Reçetesini uygulamış resmen. Haftaya sinemaya gideceğimizin heyecanı herhalde diyorum. İkisinin yüzünde de yerini yadırgamamış bir mutluluğun izleri görüyorum.
Bugün atölyede makine sesinden başka ses duyulmuyor. Teyzem hafta sonu da bize gelmiyor. Ortalarda görünmüyor. Kadınlar da bana soruyor. Telefona sarılıyorum. Açmıyor. Babamı da arıyorum. Üst üste. Açmıyor ikisi de. Ben telaşlanırken kadınlar gülüşüyor.
“Kız kocaya mı kaçtı yine teyzen?” diyor mavi filli boya. Burnumdan soluyorum. Eteklerinde ne varsa döküyorlar.
“Hastanede tanıştığıyla mı kaçtı yoksa?” diyor Serap. Hastane hikâyesini anlatmadı bana. Bilmiyorum.
"Bir Almancıya kancayı taktı ya geçen ay. Kesin o?” Nefesim daralıyor. “Yuh artık! Hayriye abla! Sen bari yapma.”
Bir o kadına bir bu kadına bakmaktan yoruluyorum. Dolap beygiri dolanıyor boynumda. Teyzemin aşk pazarında bana anlatmadıkları da babamla aynı anda telefonu açmamaları da şimşek gibi çakıyor beynime. Zihnimdeki tozları faraşla süpürerek sesleniyorum,
“Şu taş gibi kumaşları getir de bir elbise kalıbı keselim, Hayriye abla.”
Dilek Altundağ
Kommentare