“İsmaillll,”
Ses frekansı -l'den 0'a geçiyor.
“İsooo!”
Leyla'nın iniltileri mor rengine boyalı dudak kıvrımlarından ışık ışık süzülerek kalbimin odacıklarında dolanıyor. Telefonum gevrek gevrek iniltilerden rahatsız. Çalıyor. Arayan İpek. Anadan aynı, babadan ayrı kardeşim. Israrla annem olduğunu iddia ettiği o yabancının son haberini vermeye yeltenirken kapatıyorum telefonu. Dur kızım Leyla sen de! Sırası mı şimdi inleyen nağmeler okumanın.
İnleyen nağmeler ruhumu sardı
Bir rüya ki orda hep şarkılar vardı
Mırıldanarak kapıyı kapatıyorum. Çat… Çat… Stor perdeleri indiriyorum. Deri koltuğun başlığına koyuyorum kafamı. Migrenim tutsun istiyorum. Yabancıdan söz edilince dünyayı sessize alıp iç alemimde kaybolmak istiyorum. İş yoğunluğundan böyle davrandığımı düşünüyor Leyla. Ama dikkatimi dağıtmak için şempazelik yapıyor. Sürekli. Hey yavrum hey!
Uçan kuşlar martılar
Yeşil tatlı bir bahar
Gülen şen sevdalılar vardı
Mırıldanmaya devam ederken odamın önünden geçip camekanlı bölümden öpücükler atıyor. Yırtmaçlı eteğini sıyırıp yağlı, bembeyaz teniyle başımı döndürüyor. Topuklu ayakkabıların iç gıcırdatan sesine yükleniyor. Vuruyor yere ökçelerini. Adımı -o makamında telaffuz etmeye devam ediyor. “İsoooo. Saat kaç kuzum?” Kulaklarımda çoktan mesken edinmiş bu iniltilere dayanamayıp kaykılıyorum koltuğumdan. Cilveli, kösnül sesler karışıyor odamın hava zerrelerine. Ortalıkta kimsenin olmadığından emin, aydınlanıyor içim.
Muhasebecilik yaptığım şirkete stajyer olarak gelen Leyla'yı ilk gördüğüm anda tutuluyorum. Enerjisine. Muhasebe işlerini öğrenmesi için üstüme zimmetlenen bu kızla dolu dizgin bir aşk başlıyor aramızda. Öylesine. Yirmi yaşın damarlarında tutamadığı delişmen kanı bastıramıyor Leyla. İşi gücü bırakalım istiyor. Hep aşk hep aşk olmaz ki ama. Hem de iş yerindekilerin bilmesini istemiyorum. Şimdilik gizli saklı yaşayalım. Ne yapıyor Leyla? Gizlemesine gizliyor. Güya. Abartılı hareketleriyle tüyo veriyor. Mızıkçı küçüğümü uyarıyorum. Kaç kere. Kerelerce. Yalapşap, vıcık vıcık ilişkileri kaldırmaz iş ortamı kızım, diyorum. Zamanı gelince evleneceğiz işte. Yok yani benimki bir heves de değil. Biliyor. Ciddi düşünüyorum, diyen puştların ağız kokusu da yok bende. Hiç derdim yok gibi bir de kendimden on beş yaş küçük bu kızı terbiye ediyorum. Ayar veriyorum. Aşkla iş denklemini iyi kurmasını istiyorum. O söyleniyor… Ben söyleniyorum. Aşk kapıyı çalmadan geldi, evet. Otuz beşlik İso, durdu durdu turnayı gözünden vurdu, okey. Urfa dağlarında gezen yirmilik ceylan türkülerini de söyledim sana. Pekâlâ. Ben öyle üç kuruşluk adamlara stajyerle takılıyor sübyancı herif, dedirtmem! Sen tanımazsın bu lavukları. Uzak. Epey uzak bir mesafe koyuyorum. Leyla'nın aklını başına toplama mesafesi bu. Aşk mesaimiz iş mesaimizden sonra başlayacak. Kabul ediyor ceylanım. Saat başı mesaj atıyor.
Saat: 16.00 Saat:17.00 Saat:18.00… Atıyor da atıyor mesajları, Leyla.
“İki saat kaldı görüşmemize aşkito.”
…
“Sonnn biiiiirr İso'cukla mucuk…mucuk…Huu… huu… İso…”
…
“Kravatın değil ben sarılacağım boynuna. -Hımm… Hımm… Lay…Lay…”
...
“Az kaldı”
…
Edilgenim. Mesajların sonu gelince kopyala-yapıştır fix mesajlarımdan, “Tmm” atıveriyorum. Sussun.
“Tmm” yazmama takıyor bu kez kafayı. Hıncını müsvedde kağıtlarını çöpe fırlatarak çıkarıyor. Sövüyor İso'ya. Arada sesini yükseltiyor. “İso’nun itibarı zedelenmesinmiş-miş… Tutkunun gücüne kapılmamalıymış-mış. İtibarına…” Bu kısmı duymuyorum; ama sanırım itibarıma sıçıyor. “Puşt herif!” Bu kısmı duyuyorum ama duymamazlıktan gelmeliyim şu an.
Leyla'nın gözüpek davranışları birbirini izliyor. Çekinmiyor artık. Herkese anlatıyor ilişkimizi. Kim denk gelirse. Sekretere, çaycıya, memura… Aklı sıra aşkımızı tescilleyip kadınlardan beni uzak tutacak. Tek derdi bu. Tescil için illâ ki nikâh gerekli diyorum ya. Zaman var böyle işlere.
Odama giren çaycıya şov yapıyor. Havada uçan sinek gibi yakalıyor gıdığımdan. Anında kurtarıyorum gıdıyı. Havada kalıyor öpücükler. Şakkadak. Çaycı ya, çaycıya neyi ispatlıyorsun? “Figen abla valla İsmail'le sevgiliyiz. Sen bari inan,” diyor, bu kez şirketin dedikodu malzemesi taşıma memuru. Hiç fırsatını kaçırmadan, “İsmail, senin bu çömezle ne dalgan varsa yapıştırdım cevabını,” diyor. “Şişt sakin ol şampiyon! Biz hep öpüşürüz. İşten çıkarken hahaha…” diye anlatıyor. Alaysı alaysı. Canım sıkılıyor Leyla’ya. “Tik Tok’larda, İnstalarda bir İso şop çek de at akşama,” dedim. Ha ha ha…” Yılışmaya devam ediyor.Yürüyüp giderken arkamdan bağırıyor, “Öpüşürken şöyle mucuk mucuklusundan. Ha… Ha… Ha…” Çarpık bacaklı, kıvırcık Suzi’ye de anlatıyor. O da ağzının tadını çıkarıyor, “Temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp önümüze koyuyor aşkını zavallı. Acıyorum senin civcive,” diyor. Sakız ediyor üç kuruşluk karıların ağzına bizi. İllaki inandıracak. Al size tescil belgem, diyecek. Tescilli tescilli tutacak elimi, sarılacak, öpecek. Tek derdi bu Leyla’nın. Ya o yavşak memura ne oluyorsa? Maydanoz. Kel kafasına bakmadan burma bıyıklarını eliyle kıvırarak,” Elini sallasa ellisi be! Hani güzel kız yani,” diyerek asılıyor. Orada parçalamak geliyor içimden. Koro halinde,
Kara sevda, kara sevda seni benden kim ayırabilir ki? /Çocukça bir aşk deyip de geçme sakın gülme halime… Ha…ha…ha… İşler çığrından çıkınca itiraf etmemi bekliyor küçük hanım. Yok ya! Sana kaç kere söyledim burası iş yeri kal-dır-maz. İ-ti-ba-rım. Hecelere bölünüyorum. Ah Leyla Ah! Bakışları beni de bu yanlışına ortak etme derdinde. Oturuyor. Sessiz, ümitsiz bir bekleyiş içerisinde değil bu oturuş. İçinde bir yanardağ patlaması yaşıyor âdeta. Kan beynine sıçramıyor bu kez… Odama kadar siniyor lavların harareti. Kalkıyor yerinden. Elimdeki kırmızı dosyaya pelerinmiş gibi bakıyor. Boğa saldırganlığı ile gürültü çıkarmaya meyilli. Aşkının tescilini kopara kopara alacak belli. Daha odama girer girmez başlıyor bağırmaya, “Neyi bekliyoruz lan neyi?” Lanlı manlı giriş hoş olmadı. Siper etmeliyim kendimi. “Kimden gizliyoruz aşkımızı?” Hâlâ aşkımız diyor bu iyi. “Zaten sevgiliyiz. Evleneceğiz de! E… E…” diye bağırıyorken kapatıyorum ağzını. Ama çok geç. Personel duyuyor bağırışlarını, balık istifleme dalıyor odama. Kadınlar böyle. Ne zaman ne yapacağı belli olmuyor. İpek de son zamanlarda tuhaf davranıyordu. Agresifleşiyor. Ama durdurmam lazım. Leyla vukuat çıkarmadan susturmalıyım demeye kalmadan öpüyor beni. Ateşli ateşli. Bu kez kurtulamıyorum. Dudaklarıma yapıştı. Tescilliyor öpüştüğümüzü. Yerini yadırgamıyor dudaklarım mor renkli ruja boyanmaya alışkın. Handiyse. Boğazıma kaçıyor dilim. Güç bela silkeliyorum Leyla'yı, “Zaman zaman… Sıçarım lan zamanına. Aman neymiş beyimin zamana ihtiyacı varmış-mış. Sana sonsuza kadar zaman…” diyor. Ne oldu şimdi? Bir öptü bir sıçtı. Kuş misali. Personel, kaçırmadan izliyor fragmanı. Soluk soluğa. Duygularım hiçbir zaman beni ele vermiyor, bu sebepten rahatlayan sesimle, “Leyla Hanım, Lütfen çıkın odamdan!” diyorum. Saldırıyor. Tekinsiz. Bir arbede daha yaşıyoruz. Bu kez sinek kaydı tıraşımla parlayan yüzüme geçiriyor tırnaklarını. Nefesim bir türlü derinleşip dibe inmiyor. Akciğerlerimin sadece üst lobları oksijen alıyor. Urfa dağlarımda gezen ceylan yok karşımda. Vahşi panter Leyla, Kenya dağlarımda. Rezil ediyor bizi. Leyla aşkını tescilletemiyor ama tescilli bir sıçma nasılmış gösteriyor hepimize. Nefretini, tutkusunu eşyalarıyla toplayıp terk ediyor beni. Oralı değilim gidişine. Sekretere dilekçesini verirken şehirden de sizden de kurtuluyorum, diyor. Figen, “Mızıkçılık yaptın kuzum yine. Seni özleyeceğiz. Bab bay tatlım.” Öpücük atarak çeviriyor sandalyesini. Koridorda karşılaşıyoruz. Kinli bakışlarını belerterek beni Venüs gezegeninden atıyor. Müdüre ne hesap vereceğimi düşünüyorum şimdi.
***
Her kadın böyle. Bir gün mutlaka gider. Leyla da gitti. Ama karşı koyamadığım, tutkunu olduğum tek kadın, Leyla. Büyüsü, havası başkaydı. Ve Tanrı yaratmıştı kadını. Tatlanıyor delişmen kız. Ne vardı zaman verseydin? Daha yabancıyı bile anlatamadım sana.
***
Gün ışıkları çoktan dağın eteklerinde kaybolduğu saatlerde bahçenin ferforje kapısı gümbürdüyor. Güm… Güm… İrkiliyorum. Leyla zannediyorum. Tabii ya dayanamadı. Gülümseyerek açıyorum kapıyı. “Kürkçü dükânına döndün demek küçüğüm,”diyorum. İpek ve yabancı karşımda. İpek, “Ne kürkçüsü abi?” diyor. Haydaaa ! Sabah Leyla! Akşam İpek! Nedir bu kadınlardan çektiğim. Çarpıyorum kapıyı yüzlerine. Sarmaşıkların ördüğü bahçenin içini göstermeyen kapının arkasından sesleniyor İpek, “Abi! Abi… Aç kapıyı?” Tak… Tak…Tak…
Canhıraş sesleriyle inletiyor ortalığı. İş yerinde canhıraş… Evde canhıraş… “Defolun! Yeter artık. Bıktım hepinizden.” Bağırıyorum. Ben de canhıraş, “Abi, abi… Yapma artık çok yaşlı ve seni tanıyamayacak kadar hasta. Felçli.” diyor. Ne konuşmuştuk İpek'le? Yabancıyı görmek istemediğimi bile bile getirmiş. Yav bu kadınlar harbiden acayip yaratıklar. (Yüzlerine söylesem. Sensin yaratık, derler.) “Abi, haklısın ama o ann…” Hı hı… Tabii tabii haklıyım. Anneymiş-miş. Heceleri kısaltarak bölüyorum. Kunduracı Ali'nin oğluyum ben kızım. Hayatımızı mahvetti be! Daha beş yaşında başladım sobada çorba pişirmeye. Çamaşırlarımı bile yıkadı babam. E, bu kadın ne yaptı? Ben senin kundura dükkânından kazandıklarınla yetinemem. Ayrı dünyaların insanıyız deyip Venüs’e gidip dünyaya geri mi döndü? Yeşilçam’da Sadri Alışık filmlerinde oynattı babamı. E, şimdi gebermeye yakın mı hatırladı oğlu olduğumu?
Kafamı toplamak, işimle meşgul olmak istiyorum. Her zamanki neşesiyle, cana yakınlığıyla karşımda duran Leyla’nın sandalyesi boş. Kendi derdime düşüyorum. Stor perdelerimi açmıyorum bugün de. Birken derdim, bine katlanıyor. Üslü sayılar gibiyim. Kat kat dertler. Ama depresif takılmamam, yaşadığım şokları atmam lazım. En iyisi görünmemeli ortalıkta. Müdür bozuk çalıyor zaten. Beş karış surat. Şiş gözler. Dağınık saç baş. İtibarım. Ah, itibarım! Bir depresyon bile geçirmeye izin vermeyen itibarım. Kemiriyor içimdekiler beni. Babamın nasihatları geliyor aklıma. “İsmail’im, kalbini dinle, duygularını ayırt et. Sana iyi gelmeyen kim olursa ayıkla. Sana ait olmayanları taşıma yüreğinde. Ve köklen, köklerinde bin bir renkli çiçeklere ulaş.” Kişisel gelişimin parlak gelecek vaatlerine gömüldüğüm bu dakikalarda mesaj sesiyle irkiliyorum. “Abi, haklısın ama Ann…” İpek’miş. Leyla zannediyorum. Her saat başı attığı mesajlara alışmıştım. Saat: 16.00… Saat:17.00… Saat:18.00 Ah, Leyla Ah!
İpek, iş yerine geliyor. Leyla’nın kur yaptığı camekanın arkasında bekliyor. Yanına gidiyorum. Mahcup. Tiz bir sesle, “İpek, gelsene canım.” diyorum. Fabrika ayarlarıma döndüğümden ve iş yeri itibarımı önemsediğimden, bildiğinden emin, oturuyor koltuğa. ” Çıkışta kahve içelim mi?” “Kahve? Olur.” “Kahvesi meşhur bir yer var. Oraya götüreceğim seni.”
Bistro kafede yudumluyoruz kahvelerimizi. Müziğin tınısı alıp götürüyor beni. Değdi saçlarıma bahar yelleri… Nazende sevdiğim yâdıma düşmeden toparlanıyorum. “Harika bahsettiğin gibi güzelmiş kahvesi,” diyor. “Daha güzeli karşımda duruyor.” diyerek jest yapıyorum. Hamle yapma sırasını hiç kaçırmayarak, “Abi. Ölmeden bir kere elini öpsen olmaz mı? Hem affetmek duyguların sona ermesi demekmiş. Artık bir an önce bu hislerinden kurtulma zamanı gelmedi mi?” diyor. “Hiç vazgeçmeyeceksin anlaşılan, İpek.” diyerek kestirip atıyorum. Kalkıyor yerinden. “Dur İpek! Sadece biraz zaman ver bana.” Zaman istiyorum. Leyla'dan istediğim zaman geliyor aklıma. Kadınlar ‘zaman’ kelimesinden hiç hoşlanmıyor. Benimki de laf. “Kaybedecek vaktimiz yok. Ne zamanı?” diyor. Muzipçe gülerek, “Gelin getiririm belki size. Senin gibi inatçı birini. Ama zaman lazım.” Leyla gibi, sıçayım zamanına, demiyor. İyi bari. “Oo öyle mi? Bunları duymak ne hoş. Kimmiş bu talihli kız?” Valla en son sıçıp batırdı ortalığı gitti, diyemiyorum. Son zamanlarda bu ‘zaman ve sıçmak’ kelimesi dilime yapışıyor.
Korkarak arıyorum Leyla’yı. Açmıyor. Bir kez. Bir kez daha. Açmıyor, açar mı? Leyla’nın memleketine gitmek için müdürden izin istiyorum. Ay sonu muhasebe işleri. Yoğunluk. Zart zurt. Hafta sonunu bekliyorum mecbur.
***
Öyle palas pandıras bir yolculuğa çıkıyorum. Eskişehir-Yazılıkaya Leyla’nın memleketi. Pencereden seyre dalıyorum. Leyla'mı ne çok özlemişim be! Ceylan gözlüm. Manolya kokulum. Gülüşleri, ilgisi… Doymamacasına sarılmalarımız. İyi olmuş bana diyorum. Sıçtığım itibarım! Halit Ziya iyi ki tanımadı beni. Yoksa o tabancayı Bihter'in kalbinde değil benim totoda patlatırdı. Ya Leyla kabul etmezse? Küfrederse yine. İki aydır neredeydin? Bir kere aramadın lan dese. Ne diyecektim?
Yazılıkaya’dayım. Mis gibi bir bahar havası. Kuşlar, yeşillik. Çiftlikte ağaçları sulayan şişman, yaşlı kadına çekinerek soruyorum Leyla’yı. “Bey’imle birlikte misafirleriyle kameriyede oturuyorlar,” diyor. Ne beyi ya? İki ay olmadı evlenmiş mi hemen. Sapsarı kesiliyorum. Telefonum çalıyor. Arayan İpek. Şimdi de Leyla. Sonra İpek… Ne oluyor ya Azrail gibi yakamda yine kadınlar. İçimdeki kafesi kırıp kalan son kuşlarım uçuyorken arkamdan sesleniyor Leyla. Bu cilveli kösnül sesi nerede olsa tanırım. “İsmaillll, İsoooooo, Venüs gezegenine hoş geldin,” diyor. Kameriyede oturanları gösteriyor. İpek, annem, Leyla’nın dedesi. Leyla’yı isteme kahvesi içtiklerini söylüyor.” Leyla, vahşi Kenya panteri pareosunu sıyırarak atlıyor boynuma. Öpüyor, sarılıyor. Venüs’ün çekim gününe kapılıyorum.
Dilek Altundağ
留言