top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Dilek Altundağ- Zır... Zır... Şule

“Bu kadar delicesine bir tutkunun ne gereği vardı?’’

Tolstoy, Anna Karenina


Sıradan bir günün ertesi gününü de kitap okuyarak geçiriyorum. Her zamanki yerim, camlı balkonumdayım. Aynı duyguları paylaşarak deniz zamanına göre fırtınalı bir ikindi vakti. Leyleklerin göçe hazırlanışını izliyorum bir taraftan. Yağmurun tenteye vuruşunu duyuyorum. Karşı daireye yalnız olduğu belli bir kadın taşınıyor. Şarap kızılı saçlı kadın. Dikkatimi çekiyor tavırları. Gözümü alamıyorum kadından. O da bakıyor arada bir balkona. Eşya taşıyan hamallara tabloları daha dikkatli koymasını söyleyip duruyor. Kaldırıyorum kafamı gömdüğüm kitaptan. Yeni komşumu seyrediyorum. El sallıyor. Söyleniyorum kendi kendime. Rahat bir kadın olduğu belli. İtici. Pek bi havalı. Kokona ne olacak! Böylelerinin ne işi olur bu mahallede? Aman bana ne canım.

Günler geçiyor. Tanışıklığımız da yok ama kırk yıllık ahbap samimiyetinde kapımı çalıyor sürekli. Türk kahvesi, tornavida, ıvır zıvır… İstiyor ne varsa. Bahaneleriyle zil çalmalarından rahatsız oluyorum. Zır… Zır… Susmuyor. Üf be Şule!.. Sıktın ama. Zilimin adı oluyor Zır… Zır Şule. Bir kitap okutmuyorsun be kadın! Bu kez yaptığı resimlerini gösteriyor kapıdan. Şarap kızılı saçları, kırmızı ojeli, bakımlı elleriyle açıyor tuvallerini. Tek tek. Sergiye vereceklerini de resim yarışmalarında ödül aldıklarını da anlatıyor. Ballandıra ballandıra.

Bana ne bundan, ne istiyorsan iste de git kadın! Cır cır böceği mi ne? Türk kahvesi istiyor yine. Peki buyurun. Lafı uzatmadan vereyim. Kendi yaşantısına göre sıkıcı, sade bir hayatım olduğunu biliyor. Camlı balkonum, kitaplarla dostluğum. Ara sıra uğrayan Aykut'u görüyor. Aykut'la karşılaşmalarını istemiyorum.

Amma da geziyor be. Gece yarılarına kadar girmiyor eve. Sokaklar evi sanki. Ara sıra uğradığı evini atölye olarak kullanıyor. Aman bana ne. Kararım kesin. Uzak duracağım. Mesafeli olacağım. Bir de karşılaştırmayacağım Aykut'la.

Kapı zilini duyuyorum yine. Zır… Zır... Şule. Üst üste. Dürbünden bakmıyorum artık. Abonem Şule! Daha konuşmadan eline tutuşturuyorum Türk kahvesini. Gülümseyerek kahveyi bende içmek istediğini söyleyip dalıyor içeri. Destursuz! Anlatıyor yine. Merak etmediğim hayatını. Eski kocasını, çocuklarını. Eski kocasıyla yollarını ayırdıklarını. Birlikte tatil yaptıklarını. Arkadaş gibi kaldıklarını falan.

Bana ne bunlardan. Kızıl saçları güzel görünmüyor artık. Saçaklı! Konuşuyor. Hiç susmuyor. Lokantada bile eski kocasıyla hesabı sırayla ödediklerini de öğrendim.

E, Şule! Bu da beni ilgilendirmiyor. Geçelim. Yani Almanlar gibisiniz. Anladık! Şule anlattıkça onaylayıp kafamı sallıyorum. Komşu komşunun külüne muhtaçtır. Ben bu saçaklıya muhtaç mıyım ki katlanıyorum? Bu zamanda komşuluk mu kaldı? Hadi iç kahveni de ikile. Kahve bahane sohbet şahane değil mi kızıl gülüm? Kahkaha atıyorum. Delireceğim herhalde. Anlamıyor sıkıldığımdan da. Bön bön bakıyor suratıma. Ben çarşı pazar sevmeyen biriyim. Öyle kafedir bardır sarmaz beni. Rahmetli annemin kemikleri sızlar toprağın altında. Hem Aykut da sevmezdi sarhoş gezen kadınları. Zaten kendisi gibi bulmuş bir ayak takımını hemen. İstiyor ki stepne gibi kullansın herkesi. Boş kaldı mı çalsın kapımı.

Bir gün yine camlı balkonumdayım.13 Şubat'a kadar şarap kızılı olan saçlar olmuş mu civciv sarısı? Kendini gösterme çabasında. Sırtım caddeye dönük. Fark etmiyormuşum gibi yapıyorum. Hava atıyor belli. Mahalleyi ayağa kaldırıyor. Basıyor da basıyor kornaya. Düt… Düt… Dikkatim dağılıyor. Kitabı alma türünden bir tekinsizlik, ilgisizlik oyunu seçiyorum. Çünkü gündüz eve gelmeyen bu çakma sarının yırtınışlarına aldırmıyorum. Göz ucuyla bakıyorum. Ne oluyor? Yapışık. Sülük. Kalçalarını gösteren minisiyle, göğüslerini sergileyen straplez bluzla iniyor arabadan. Açılmış saçılmış. Kalça, göbek meydanda maşallah! Giymeyi unutmuş. Pembe topuklu mu? Yuh! Komik şey. Kırıtıyor çakma sarı. Aman Aykut görmesin de. Ne halt ederse etsin. Bana ne. Kalkıp iniyor elleri. Çağırıyor aşağıya. Arabasıyla gezdirecekmişmiş. Kitabı gösterip, işim var, diyorum. Alakasızım sırnaşıklığına. Tiz sesiyle gülerek, ayol elindeki kitaplardan başka ne işin var, diyor. Alay ediyor. Dudaklarını büzüp öpücükler atıyor. Zihnimi kemiriyor sesi. Aykut bu sırnaşığı görmesin. Görmemeli. Aykut. Fakülteden arkadaşım gelecek. Kitaplarımı getirecek, diye söylenirken geliyor Aykut. Tüh! Az daha geç gelsen olmaz mıydı? Aykut yukarı bakıyor. Hemen gelmesini söylüyorum. Ellerindeki kitaplarımı göstererek. Tık yok benim sırnaşıkta. Kesilmiş Aykut'a. İlgilenmiyor benle. Aykut'un yanına gidiyor. Aykut'un tam arayıp da bulamadığı ilgiyi gösteriyor. Tanırım Aykut'u. Hiç affetmez bu tipleri. İllaki bir geçer dalgasını. Eskide kaldı bizim hikâye. Aykut'la tanışıklığımız üniversiteden. Sevgiliden çok dosttuk. Editörlük yapıyoruz İshak Edebiyat’ta. Edebiyat gündemlerini birlikte takip ediyoruz.

Kıskanıyorum civcivi. Hiç hakkım olmadığı kadar. Ama neyini? Komik gelen pembe topuklarını mı? Sinirleniyorum kendime. Aykut birden tatlanıyor bana. Sıradanlaşan, çok eskilerde kalan bir aşk olarak kalmıyor o an. Gözümün önünde beliriyor yanık teni. Öğrencilik yıllarımızda bana “Anna” demesini hatırlıyorum. Ama ortada Anna manna kalmamış ki! Şule'nin saçlarını yana yatırarak sohbeti uzatmalarına gıcıklanıyorum. Elimdeki çay bardağı devriliveriyor. Şangır şangır. İsterse yıkılsın dünya isterse yansın ev. Umrumda değil şu an! İkisinde gözlerim. İçimi acıtıyor, ileride de izleyeceğim bu sahneler. Şule’nin vücudu diri olsa da yer çekimine yenik düşen sarkmış yanakları kırkbeşlik olduğunu tescilliyor. Aykut benle ayar. Olması imkânsız. Olmamalı. Olmamalı da birden hemhâl oluyorlar. Aykut'un güçlü kasları, devasa gözleri mavi mavi. Yakıyor içimi. Evlenince değişir bu adam zannediyordum. Ama ben dışındaki kadınlara kur yapmalara devam ediyormuş demek. Gözünü ayırmıyor. Bakıyor Şule'ye. İçine düşecek mübarek. Tanırım bu bakışı. Hissediyorum tehlikeyi. Ön koltukta yerlerini alıyorlar. “Şule Hanım'la gezintiye çıkıyoruz,” diyor Aykut.

Ne gezmesi? Çıkıyor muyuz, ne dedi ya bu adam?

“Senin kitaplarını dönüşte bırakırız. Gel hadi.”

Bak ya bak ya! “Dergiye yazı yetiştirmemiz lazım.”

Duymazlıktan geliyor. İniyorum aşağı. Üzerimde eprimiş eşofmanlar, at kuyruğu saçlarımla. Öylece palas pandıras. Sohbetlerine devam ediyorlar. İşte, diyorum içimden. Bizim eskilerde çözemediğimiz sorunumuz. Aykut bu! Aykut'un her kadına nazar boncuğu dağıtması. Ya adam, iki dakikada hangi ara bu kadar samimi oldunuz.

Her zaman bana verdiği gidebilirlik duygusunu, ilişkimizde hep sonuna kadar gidebilirlik hissini hatırlıyorum. Aykut'tan kalan tek his bu. Şule, yanık tenine bakıyor Aykut'un. Baygın baygın. Bana anlattıklarını anlatıyor. Bir kez daha dinliyorum. Tiksinerek. Ressam olduğunu, buraya sergi açmaya geldiğini. Gezdiği ayak takımından falan söz ediyor. Bense arkada ikisini dinliyorum. İshak Edebiyat’ta çalıştığımızı anlatıyor Aykut da. Allah'tan eski sevgili olduğumuzu kaçırmıyor ağzından. Sonra Eylül’den bahsediyor. Karısını anlatıyor. Yabancı ülkede gezilere katıldığını söylüyor. Ne gerek var bunu söylemeye? Yalnızım mı demek istiyor? İnceledin mi yazımı. Anna'yı, diye soruyorum. Güya konuyu değiştirmek için fırsat kolluyorum. Dikkatlerini dağıtıyorum. Anlamıyor Şule. Bozuluyor. Gezmekten okuyacak vakti nerede bulsun? Sokakları, kafeleri, barları anlatmaya devam ediyor.

“Dergi için Rus edebiyatını… Tolstoy'u… Hani inceliyoruz ya.”

Araya laf karıştırmaya çalışıyorum sürekli. Anna, diyorum arada. “Şimdi yaşıyor olsa atardı kendini trenin altına. Şu an şu saniye.” Kesiyor sözümü Aykut, "Yüzyıl öncesinin bir kadın kahramanının romantizm hastalığı sana geçmiş Zehra," diyerek bozuyor beni. Şule'ye dönüp devam ediyor gülüşmeye. Ortak dilimiz buydu senle Aykut. Ama artık ne ben Anna'yım ne de Aykut sevgilim… Dinlerken hayranı olduğum adam tuzla buz oluyor gözümün önünde. Yine hatırlıyorum. Aklından bir kadın geçerken gidebilirlik duygusu yüklenip gittiğini. Geniş zamanda uzunca bir günde ânı kollarmış gibi beklenmedik bir zamanda, şaşırtıcı bir tesadüfle başlıyor ilişkileri Şule’yle.

Zır… Zır… Şule’nin zil sesleri de çat kapı gelmeleri de bitmiyor. Aykut'u anlatıyor artık. Eski sevgilimi Şule’den dinliyorum. Ah Şule ah! Aynı kitabı ayrı dönemlerde aynı coşkuyla okur gibi bir dostluk başlıyor aramızda. Dünde kalmış. Bitmiş gitmiş kızım boş ver, diye teselli ediyorum kendimi. Her zamanki gibi susmuyor. Anlatıyor… Yayınevinden çıktığı saatlerde buluştuklarını, Aykut’un entel dantel kafasını. Frekanslarının nasıl uyuştuğunu falan. Kestirip atıyorum damdan düşer gibi. “Eylül geliyormuş. Karısı” Kaykılıyor yerinden. “Aa öyle mi? Ne güzel. İnsanın da Aykut gibi bir…” Atılıyorum hemen, “gibi bir ne?” Susuyor. Bakıyor yüzüme. Aptal aptal.

Eylül de takılıyor artık bunlara. Garipsiyorum. Kendimden utanıyorum ilişkilerinden kuşkulanarak. Neyse ki içim rahatlıyor. Artık gezmelere Eylül’le gidiyorlar. Derken görünmüyor Eylül ortalarda. Gitmiş yine yurt dışına. Damdan düşme sırası bende. Aykut'a sahip çıkma görevini üstlenmiyorum. Ne hâli varsa görsün. Dergiye de uğramıyor artık. Şule'ye uğruyor. Görüyorum cam balkonumda. Utan Aykut! Sonuçta eski sevgiliydik. Bakmıyorum yüzüne. Anlıyor. Ama oralı bile değil. Duygularımın bebek yüzlü katili. Bunu on beş sene sonra da yaşatmaya hakkın yok.

Zır… Zır… Şule. Davet etmeme gerek kalmıyor. Alışıyorum. Ayakkabısının tekini çıkarıp bekliyor eşikte. Tuvalleriyle gelmiş. Bakalım sanat güneşimiz ne çizmiş bu kez? Aykut'un eskiz resmini gösteriyor. Vay be! Uyurken çizmiş. Uyurken de eskize yansıyanlarda yanık teni çarpıyor gözüme. Yıllarca kelimeleri konuştuk bu yanık tenliyle. Renklerini, kokularını tınılarını değişik bileşimlerde denediğimiz kelimeleri. Anna’yı dinlerken sevdiğim geliyor aklıma. Saklanabildiğimiz şeydi kelimeler? Bizi en iyi anlayan kutsal tılsım. İçimde biriken kelimeler… Beni boğacak muhayyilemdeki bu karmaşa. Benim kurtuluşum olmadı. Bu denklemi çözemedim. Acı çekmeyen kalpten iyi cümleler çıkmazdı. Nasıl çıksın? Karanlıktan kaç yalnızlık çıkar bilmiyordun ki sen. Bir yazarın iç dünyasını yansıtmaya yatkın dilinde gerçek kimliğinden sıyrılarak. Anna’yı nasıl sözcük ve imge öbeklerinin arasında sıradanlaştırabilirsin? Tıpkı yaz yağmurlarının çok bilindik renklerinin sıradanlaşması gibi. Kapı çalıyor… Zır… Zır… Şule. İstemsizce uzatıyorum kafamı. Anna’yı, uzatıyor kapıdan. “Sana bıraktı Aykut. Eylül çağırdı. Prag'a yerleşeceklermiş.” Şaşkınlıkla bakıyorum. Gidebilirlik duygusu yüklenmemiş Şule'ye. Üzüntü hissi yok yüzünde. Anna’yı açıyorum. Rastgele. Altını çizdiklerimi okuyorum.

“Kuşkulandığım zamanlar benim için zordu, ama şimdikinden daha kolay geliyordu. Kuşkulandığım sıralar bir umut vardı; ama artık umut yok ve yine de her şeyden kuşkulanıyorum.”

Sıradan bir günün ertesi gününü de kitap okuyarak geçiriyorum. Her zamanki yerim camlı balkonumdayım. Aynı duyguları paylaşarak deniz zamanına göre fırtınalı bir ikindi vakti. Leyleklerin göçe hazırlanışını izliyorum bir taraftan. Yağmurun tenteye vuruşunu duyuyorum.


Dilek Altundağ

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comentários


bottom of page