Çengelin ucunu çivilerden zorla kurtarıyorum. Kapı hemen açılmıyor. Yağmur suları tahtaları şişirmiş ve pervazın içine sıkıştırmış. Paslanmış menteşeler, romatizmaları azmış yaşlı insanların diz kapakları gibi tutuklaşmış. Açmak için itelemem gerekiyor. İniltili bir ses çıkıyor ve ancak bir ayağımın sığacağı kadar aralık açılıyor. Hafifçe kapıyı yukarı kaldırıyor, kendime doğru çekip tekrar iteliyorum. Bu sefer oluyor. Yarı karanlık eve girişimle geçmişin bahçesine bir yol döşüyorum. Yürüdükçe her yerden bitkiler çıkıyor. Unuttuklarım, unutmak için uğraştıklarım, onları saklandıkları karanlıktan çıkartan bir ışıkmışım gibi benimle özümleme yapıyorlar. Hayatımın kimi ballı kimisi ağulu insan yüzlü çiçekleri. Henüz tam sağalmamış kalbimle bakıyorum onlara, biliyorum ki buradan çıktığım anda sararıp solacaklar.
Esma, “Melekler bebekleri getirirken, bazen karıştırırlar. Sen karışmış olanlardansın,” diyor. Ben karışmadım diyorum. Ben karışmadım, doğru kişi olarak bu eve geldim.
Pencerelere çapraz çivilenmiş tahtaların çoğu kopartılıp, evi kendine sığınak yapan kimsesizler tarafından yakılmış. Oradan giren ışığın yardımıyla ayağım kırık döşemelere sıkışmasın diye dikkatlice yürüyorum. Evin dış duvarının bitiminden birkaç metre ötesinde akan dere, sesini benimle birlikte odaları dolaşsın diye göndermiş. İçimdekiyle karışıyor. Dolu doluyum… Gözlerim; babaannemin ocak başında, tülbendinin altından görünen çatık kaşları ve birbirinden ayrılmadan konuşan ince dudaklarıyla bana, “Hep senin yüzünden, hep bu oğlanın yüzünden, toprak alsın seni,” derken oturduğu sekiyi buluyor. Oradan, o esnada Esma’nın evdeki herkesten saklandığı divan altına, annemin sonsuz sabrı öğrendiği pencere kenarındaki sandalyesine takılıyor. Ah benim güzelim, diyorum. Buradan bakıp günlerin günleri kovaladığını, yükselen alçalan derenin sularıyla ölçmüş, su çoğalıp taştığında, yan tarlaları basmış, o, “Bahar geldi,” demişti. Anneme hiç sormamıştım, son mektup gelene kadar dere kaç kez taşmıştı?
Esma haklı mıydı? Babam, “İstediğim gibi biri olursan, seni seveceğim,” diyordu. Demek babamın istediği başkasıydı. Onun istediğinin yerine, beni mi getirmişti melekler?
Kahvecinin ortanca oğlu Çilli Âdem’e seslenmişti babası.
"Al şunu götür, yerine. Burada kalmasın."
Âdem, yeni büyümekte olan burnunun ucundaki teri, bileğinin üst kısmından başlayarak elinin tersine, ta parmaklarının ucuna kadar sürterek silmiş, sonra elini kazağına kurulamıştı. Postacının bıraktığı köyün dağıtılacak mektuplarının içinden bize getireceği zarfı kapıp, kahveden fırlamış evimize varana kadar da içine bakmak için sadece bir kez duraklamıştı. Dayanamayıp okuduğunda, duyduğu şaşkınlıkla ergen dudaklarından, okkalı bir ıslıkla, “Vay anasına be!” cümlesi dökülmüştü. Mektubu annemin eline tutuşturup, gitmesinden az zaman sonra da Âdem’in merakı meyvesini vermiş, neredeyse bütün köy her şeyi öğrenmişti.
Esma’ya, “Melekler çocuklara babalarını getirirken de karıştırırlar mı,” diyorum. Bak bir türlü gelmedi. “Babaları melekler getirmez ki,” diyor.
Annem zarfı alırken ellerinin acemiliğinden mi yoksa heyecandan mı bilinmez iki kere yere düşürmüştü. Mektup sadece yazılanları değil, silinmeyecek bir kokuyu, hiç geçmeyecek bir korkuyu, gülümsüyormuş gibi görünen bir yüzü ve ortasına bir yere gidersen… saklanmış iki çılgın bakışı da getirmişti. Sokak kapısının sağ üst köşesinde asılı çerçeveyi yerinden indirmiş, içindeki karınca duasını önce çıkartmaya yeltenmiş sonra başına bir iş gelir korkusuyla vazgeçmişti. Duanın üzerine babamın fotoğrafını yerleştirip eski yerine asmıştı. Artık kapıdan dışarı adımını atacak olsa, onun bakışlarıyla karşılaşıyor ve geri dönüyordu. Bu duygusunu babam öldükten sonra da kaybetmedi. Okuma yazma bilmeyen annem, mektubu epeyce bir zaman cebinde sakladı. Pencerenin yanına her oturduğunda çıkarıp ışığa tutuyor, önünü arkasını çevirip bakıyordu. Sonra bir akşam bir şeyler mırıldanarak bir avuç külü dereye doğru savurduğunu gördüm. Anladım ki bildiği dualarla, okuyamadığı mektubu uğurlamıştı. Nasıl olsa içindekileri bütün köy, kulağına gelecek kadar yüksek sesle fısıldamıştı ona.
“Esma çok kötü biri. Baban karışmadan götürülen bebeklerin olduğu bir yer bulmuş, artık hiç gelmeyecek,” diyor.
Geçmiş; değiştiremeyeceğim, unutamayacağım ama bağışlayabileceğim bir şekilde yeniden karşımdaydı. Az önce girmek için emek verdiğim kapıdan bir an önce çıkıp soluklanmak istiyorum. Gözüm sağ üst köşedeki o yere takılıyor. Çerçevenin içinin boşluğuna. Yılların izi silinmesin diye tozlarına dokunmuyorum. Sadece boynu bükük gibi duruşuna kıyamadığımdan hafifçe düzeltiyor, parmak ucumla camına, “Baba, ben seni her hâlimle sevdim. Kızın Esma,” diye yazıyorum.
Dilek Bilge
Comments