Şimdi çok da iyi hatırlayamıyorum. Ama hiç unutamadığım detaylar var, evet…
Mesela gündüz vaktiydi ve ışıl ışıl bir hava vardı. İstanbul’un en güzel semtlerinden birindeydim. Hani şu bir ucu boğaz'la kucaklaşan Arnavut kaldırımlı eski Rum sokakları vardır ya, sağlı sollu hatmi çiçekleri, katmerli güller, yaseminler sarkar, işte öyle bir yoldan epeyce yürüdüğümü hatırlıyorum. Uzun bir yokuşu tırmandım. Arada durup durup hayranlıkla manzarayı izlediğimi hatırlıyorum. Sanırım hafızamdan bir daha silinmesin diye tablo yapıp zihnimin bir köşesine astım.
Beni bilirsin hep kot gömlek gezen, sıkıntıya gelemeyen biriyimdir. O gün nedense çok şık giyinmiştim. Üstümde ipek gömlek ve ceket, altımda bacaklarımla kalçamı sıkı sıkı saran önden derin yırtmaçlı kalem etek, ayaklarımda parlak yılan derisinden topuklu ayakkabılar. Hayal edebiliyor musun? Artık bir toplantı ya da bir kutlama falan mı vardı, oradan apar topar çıkmış, koştura koştura yollara düşmüştüm, emin değilim. Diyorum ya, pek hatırlamıyorum. Peki bu kadar giyim kuşam detayını nereden hatırlıyorsun diyeceksin. O dimdik yokuşu kan ter içinde, üstümdekilere lanet ederek çıkmışım da ondan bu kadar net aklımda kalmış. Ama söylemeden geçemeyeceğim, öyle de güzelim ki beni bir görsen. İçimden bir ses bu havalı mahalleye de böyle giyinmek gider Pınar Hanım, diyor. Ahşap kaplamaları yeni boyanmış, pencerelerinden renk renk sardunyaların sarktığı bu evlerden birinin kapısı açılsa tıpkı ben gibi giyinmiş biri çıkıverecek eminim. Hatta çıksın da göreyim diye oyalanıyorum.
Nihayet kapısında on dört yazan evin önüne geliyorum. Evet, işte burası diyorum. Emin olmak için yine de sağdaki soldaki evlerin kapı numaralarını kontrol ediyorum. Birinde yetmiş yazıyor, diğerinde yirmi dokuz, ötesinde kırk yedi. Bak bunu hiç unutmadım. Olur mu öyle şey? Her numara sanki kafalarına göre verilmiş. Ev numaraları belirli bir dizgeye göre olur. En fazla yanına çizgiyle 1-2 ya da a-b yazılır. Ama burada kural yok. Numara dizilişine bakılırsa önünde durduğum ev oraya öylece oturtulmuş gibi. Ne yapalım postacılar düşünsün, dedim daha fazla yürüyecek gücüm yoktu. Buluşacağımız evin burası olduğundan emin olarak demir kapıyı ittim. Kapı muhteşem bir bahçeye açıldı. Uzun süredir sahipsiz kaldığını bildiğim bu evin bahçesi beni çok şaşırttı. Öyle orman gibi bitkilerin üst üste vahşice yığıldığı bir yer değildi. Gayet muntazam bir düzene sahip, insan eli değdiği belli, özenle yaratılmış bir cennetti. Biri gelip düzenli olarak bahçeyle ilgilenmiş olmalıydı. Gerçek üstüydü, garipti yani.
Giriş kapısının yanında tek katlı müştemilat, denize bakan yamacın üstünde bir çardak görüyorum. Bizimkileri arıyor gözlerim. Ben mi erken gelmiştim? Ayrıca neden onlar hep birlikte hareket ediyor da ben yine bir başıma zar zor yolumu bulmaya çalışıyorum anlamıyorum. O kocaman cennet bahçesini geçip nihayet iki katlı kagir yapının önüne geliyorum. Bizimkiler içerde, seslerini duyuyorum. Demek beni beklemeden evi gezmeye başladılar.
Öyle büyük bir coşkuyla karşılıyorlar ki beni... Çoktan karar vermişler, odaları bile paylaşmışlar. Kocam, o hiçbir şeyi beğenmeyen, ölse oturduğumuz semtten de evden de taşınmaz dediğim adam sanki emlakçı olmuş, bana gezdirdiği bu evi satmaya çalışıyor. Küçük bir çocuk gibi elimden tutup mutlulukla odaları, mutfağı, banyoyu tek tek gezdiriyor. Evde itiraz edecek hiçbir şey bulamıyorum ya, sırf inadımdan, yani ev konusunda karar verecek en yetkin kişi ben olmalıyım dediğimden, benden evvel karar vermiş olmalarına duyduğum ama onlara göstermek istemediğim öfkeden, bahaneler uydurmaya çalışıyorum. Bir yandan da her gezdiğim odayla birlikte eve hayran kalıyorum. Bu ev tam hayalimdeki yer, diyorum. Rüya gibi. Ama çok garip bir şey var. Anlam veremediğim bir korku, bir ürperti hissediyorum. İçimi titreten bu duyguyu, değişimi çok istemek ama buna hazır olmamak durumu diye yorumluyorum. İnsan yaşamı boyunca istediği şeyi karşısında bulunca ona duyduğu özlemi bir anda yitirir ya... Sonra anlar ki aslında yıllar yılı onu değil, onun ulaşılmaz oluşunu sevmiş, istemiştir. Yaşadığım hissin böylesi bir şaşkınlıktan kaynaklandığını düşünüyorum. Kendi kendime kızıyorum. Yine de bir şey var. Odaları gezerken, geniş pencerelerden boğazı izlerken, çocuklarımın neşe içinde konuşmalarını dinlerken garip bir his var içimde. Sürekli itiraz etmemi, bu evin bize göre olmadığını söylememi istiyor. Vakit nasıl geçiyor anlamıyoruz. Dışarı çıktığımızda akşam karanlığı çökmüş. Hiçbir şey bahçe kapısından ilk adım attığım andaki güzelliğinde değil.
Birden aklıma geliyor. “Arka bahçeye baktınız mı?” diyorum. Nedense kocamın aklına gelmemiş. Böyle büyük bir ön bahçe varken arka bahçeyi kim düşünür ki zaten. Gitmeden görmek istiyorum. Hep birlikte evin çevresini dolanıp arkaya geçiyoruz. Ağaçların alacakaranlık gölgeleri arka bahçeyi bir mağaraya dönüştürmüş.
“Gördük işte gidelim, hemen anlaşalım, kaçırmayalım,” diyor.
Tam çıkarken ayağım bir taşa takılıyor, tökezliyorum. Cep telefonumun ışığıyla ayağıma takılan şeye baktığımda bunun bir mezar taşı olduğunu anlıyorum. Üstelik bir tane de değil. Üç mezar yan yana uzanmış, yatıyor.
İşte böyle. Sonra uyandım. Mezarların içindekilerin kalkıp beni ve ailemi esir almalarını bekleyemezdim ya. Zaten çok korkarım böyle şeylerden bilirsin. Neyse… Ben hemen rüya tabirlerine müracaat tabii. Rüyada mezar görmek ömrümün uzayacağı anlamına gelirmiş. Bahçeli ev ise huzurlu, mutlu bir yaşama. Valla rüyanın sonunu beklemeden uyandığım için tam emin değilim ama sanırım o yokuştaki eve taşınamadık. Ne dersin yine de rüyam çıkar mı?
Dilek Yılmaz
Dilek selamlar;
Yollarımız yine kesişti :) Tebrik ediyorum öncelikle, oldukça güçlü bir öyküydü. Özellikle duygu açısından yoğundu. Kalemine sağlık, iyi bak kendine görüşmek üzere...
Giriş ve gelişme merak hissini besleyen unsurlarla orulu ve etkileyici
.Hikayenin tadına varıp kahramanla ozdesim kurarken hikaye beklenmedik şekilde bitti.Ve ellerim boş kaldı. ❣
Sevgili Dilek, arka bahçeden ne çıkacak diye merakla bekledim. Çok heyecanlandım son kısmında, hortlayacaklar mı ne olacak diye? Kalemine sağlık. Bayıldım öyküne. Sevgiler Elif.