top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Duygu Özsüphandağ Yayman- Büzüktaşlarım

O gün sokağın üvey olduğunu hissettim. Doğup büyüdüğü yere de yabancılaşırmış insan, sonradan anladım. Varlığının temel taşı, yerinden böyle oynarmış. Manzaraya bakarsak eksik yoktu. Kalaycısı, sütçüsü, macuncusu, bahçıvanı her gün mesai yapan; hareket etmeye gün doğumuyla başlayan, fabrika yollarına inci gibi insan dizen bizim sokak, gürültünün öbür adıydı. Hayatın patırtısı yerli yerindeydi. Köşedeki bakkal boş gazoz şişelerini diziyordu, kapısının önündeki kasaya. Kuşlar, evimizin çinko damını gagalıyordu yine. Mahallenin ilk apartmanında çoluk çocuk, kadın sesleri birbirine karışıyordu. Annesi balkona çamaşır asarken mandalları yere atan ufaklık, çığlığı duyunca fındık faresi gibi ortadan kayboluveriyordu. Oğlanlar yine gazoz kapaklarının peşindeydi... Bir tulumbanın kolu dönüyordu gıcır gıcır. Görünenler tamamdı. Bu Şirinler Köyü'nün dengesini bozan şey, görünmeyenlerdi. Görülmesi istenmeyenler... Saklananlar, sandıkların içine, nüfus kâğıtlarının ardına gizlenenler... Masaldaki cadı uğramıştı bizim oralara. Bir komşunun evine zehirli elmasını atıp gitmişti. Kalabalığa sorsan herkes, “Bundan nasıl kurtuluruz; cadıyı duymamış, elmayı görmemiş gibi nasıl yaparız?”ın derdindeydi. Oysa iki kişi bir araya gelmeyegörsün, başlıyordu bir fısıldaşma... Kalplerin sesi teklemişti. Evet, her şey olup bittikten sonra geri dönüp düşündüğümde bunu hissetmiştim. 

Hâlbuki sokak, çocuklarla ve kedilerle atan bir kalpti. Evlerde oksijen, bir süre sonra azalır, herkes kendini dışarı atardı. Yaz geceleri çoğunlukla bahçede yatardım. Bazen babamın kucağında içeri taşınırken gözümü aralardım, sabah yatağımda uyanırdım ama olsun, ilk uykuya geçtiğim yerin huzuru kalırdı geride. Bahçedeki tahta sedir, el ayak çekildikten sonra kedilere kalırdı. Annem yatmadan önce şiltesini, örtüsünü kaldırsa da bu onlar için taştan daha iyi bir yataktı. Alışkındılar bahçeye, bana. Kimselerin sokağa çıkmadığı soğuk, yağmurlu kış günlerinde onlara yârenlik edendim ne de olsa. Dolaptaki peynir kırıklarının bir sebebi oluyordu böylece. Kimi gün okuldan gelirken bakkaldan küçük süt de alırdım. Bahçeye kurduğumuz sofraya korsan konukluk etmek isterlerdi de babam laf atardı bana: 

“Geldi senin büzüktaşların!” 

Büzüktaş? İnsan bazı şeyleri erkenden öğreniyor. Sıkı arkadaş demekmiş. Ama bir yerden aparılmış gibi duruyor. İğreti... Bende -annemin dediği gibi- kekremsi bir ifade... Yüzümü nerelere koyacağımı bilemez, bir şeyler aranır gibi yerlere bakardım, utangaç. İlk gelen Boncuk olurdu hep, bacaklarıma sürtünüp mırlar, eteğime pati atardı. Yoklama çekerdi kendince. 

“Iıh! Büzüktaşın şimdi müsait değil!”

Aslında bu, pek bize göre bir laf değildi. Birbirimize müsait miyiz değil miyiz bilmezdik ki! Bak, bu da lügate erken girenlerden…

Sıkı arkadaşlıklar, anlaşılan çocuklara mahsustu. Ailelerimiz niye birbirinden büzüktaş diye bahsetmezdi? O yüzden mi hayatlarında biraz mesafe, biraz rica, biraz özür ve izin vardı? Teklifsiz değildiler. Birbirlerinde, bizim anlayamadığımız şeyler görüyorlardı. Herkesin gizli bir yüzü var sanırdınız. “O, aslında…” diye başlarlardı lafa. Dişlerinin arasından çıkan küçük küçük harfler, üst üste yığılıp dağ olurdu. Diğerinin hayatına hem girmiyormuş gibi yaparlardı hem de… Neyse. Tamam, sokakta dilediğimiz kadar oynardık. Zırt pırt yoklama çekip eve çağırmazlardı mesela. Kimi zaman, “İlle de yemeğe gel!” bile demezlerdi. Bir salçalı ekmek, bir elma, bitti gitti! Susayınca, en yakındaki evin kapısını çalardık. İnsan sürekli içeride yaşarsa nefes alamazdı. Biz dışarıda iyiydik.

Nöbetçi çocuğu gibiydim mahallenin. Kim gelirse önce beni bulurdu. Yakan topun, yedi kiremidin, istopun devamlı ebesi; futbolun da evciliğin de müdavimi… Oyun olsun da çamurdan olsun! En çok gazoz kapağını ben üterdim, erkek arkadaşlar bozulurdu bu işe. Oyun alanlarımız boldu. Alabildiğine uzun ve geniş boşluklar vardı. Sırrına erilmez bir sonsuza dönüktü yüzlerimiz. 

Bizim şehrin meşhur yağmurlarının yağdığı o pazar günü, sokakta Emine ile ben vardık. Babası çağırınca dükkâna koştu. Kedicikler de yoktu, kuru yerlere saklanmışlardı. Kaldırımda tek başıma, saçak altında... Babam pencereyi açıp seslenmişti: 

“Gitti mi büzüktaşın? Haydi, sen de gir artık eve.”

Yine aynı ses tonu, yine geldi büzüktaş, gitti büzüktaş… Omzumu silkmiştim, bir şey demeden, bana ne! Girmeyeceğim işte! Müsait mi değil mi bakmadan basmıştım Banuların ziline. Tam o anda oldu olan. Beni bahçe kapısının önünde yakalayan bir çocuk, masaldaki cadıdan zehirlenmiş gibiydi. Elmayı kucağıma atıp kaçtı: 

“Emine evlatlıkmış, duydun mu?” 

Küçük harfler kulağımda büyüdü, büyüdü... Duymazdan geldim, kimseye bir şey demedim. Akşam annemi, babama söylerken yakaladım. “O, aslında…” dedi annem. Ben konuyu açınca da; “Yok canım... Olur mu hiç öyle şey!” Anlamadı, aslında neyi sorduğumu. Oyunda da afacanlıkta da bir değil miydik biz! O ağaçtan hep birden erik çalmadık mı? Mahallenin ilk marketinden çikolataları beraber aşırmadık mı? Sınavda kopya çekerken işbirliği yapmadık mı? 

O söz, bırakmıyordu yakamı: 

“Evlatlıkmış!” 

Gece rüyamda onunlaydım; gündüz sokakta, okulda onunla… Sol yanıma asılı bir duyguyla dolaşıp durduk, günler, haftalar boyunca… Beni rahatsız eden şeyi aradım hep, belki de ömrüm boyunca... 

İçimden bir ses daha çıkageldi sonra. Unuttuğum, belki bastırdığım. Önceki sene, yine bir evin duvarlarının dışarıya fısıldadığı: 

“O aslında bir piç!” 

Sonra yeni bir kelimenin daha anlamını erkenden öğrenişim... Günlerce Banu'nun yüzüne bakamayışım, yanında baba lafını ağzıma alamayışım... Acaba hakkında söylenenleri duydu mu diye herkes adına suçluluk duyuşum... İşittiklerimizden de sorumlu değil miydik? Aynı zehir nüksetmişti demek. Yalnızca kendi varlığımızla, adımızla anılamıyorduk. Kimden geldiğimiz çok önemliydi, öyle mi? 

Ertesi gün kaldırımda Boncuk’la başbaşaydım yine. Kuyruğunu altına kıvırmış, patilerini başına destek yapmış, kucağımda mırlıyordu. Kuyruğunu dışarı çıkarıp durdum, başka kedilere seslendim, başka kedilere “Boncuuuk!” diye seslendim… Kucağımdaki kızdı bana. Bir mırıltı, elime bir pati, hoop kaçıverdi. En güzel beş taşı aranırken boş bir arsada gördüm onu. Emine’nin kucağındaydı. Kuyruğunu altına almış, patilerini kavuşturmuş, gözlerini kısarak dinliyordu: 

“Boncuk, senin annen kim, baban kim? Minnacıktın, komşumuz sana bakardı. Derlerdi ki, bir doğurmadığı kaldı şu kediyi, sanki kendi çocuğu... Evlat olmanın da kuralları varmış meğer.”

Boş arsalar yok artık. Boşlukları doldurduk. İçlerimiz sıkış tepiş, sokaklarımız tepeleme... Papatyalardan taç yapmıyoruz. Başlarımız öyle hoş değil. Zehirli elmalar bizi öldürmedi belki ama sonsuzluğu aldı elimizden. İnsan doğduğu yıldan uzaklaştıkça arkasına daha sık bakıyor. Yaşadığı seneler çoğalınca üst üste yığılanlardan kurtulmak için yarım bıraktığı yapılara bir tuğla koymak istiyor. Belki tamamlanmazlar evet ama en azından bazı gedikler kapanır. 

O gün Eminelerin evinde kıyametler koptu. Sokakta büyü bozuldu, şenlik dağıldı. Yıllarca en iyi arkadaşım oldu da bu konuyu ancak yetişkin olduğumuzda açık açık konuşabildik. Çocuklar doğurdu, kendini doğurdu. Peki, onun yarası niye bende nüksetti? Psikolojide çocukların erken büyümesine ne diyorlardı acaba? Şirinler Köyü'nün talan edilmesi diye bir sendrom var mıydı? Bugün durduğum yeri, o yağmurlu pazar günü işaretlemişim demek. Çocuk aklımla bilincimin altına sahici bir kalp yatırmış, getirip onu kurumun bahçesine gömmüşüm. Az sonra kucağıma alacağım bebeğin de şu karşımdaki makam koltuğunda oturan zevatın da bundan haberi yok. Şimdilik. Benim de yaşım kırkı geçene kadar yoktu. Evlilik kurumuna filan resti çekince kendime sordum: Madem bir çocuğun olsun istiyorsun şimdi değilse ne zaman? Doğurmadığım bir bebeğin annesi olayım. Babası belli olmasın. İki kişilik aile olmaz mı, neden olmasın? Makul bir yaşa geldiğinde ona gerçeği anlatayım. Farkındayım, şu anda bunu söylemek kolay geliyor. Emine'nin, Banu'nun ailelerini yargılamaktan daha kolay değil ama. Birazdan ailemin minik sakiniyle tanışacağız. Evdeki tekir birey Boncuk bu işe çok bozulacak ama yapacak bir şey yok. O da büzüktaş olmayı öğrenecek. 


Duygu Özsüphandağ Yayman


0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page