Güneye gidiyorduk. Çetin geçen kış, nihayet yüzümüzü güldürmüştü. İki arkadaş batıdan yola çıkmıştık. Şehir insanının aylar boyu beklediği, hayalini kurduğu, para biriktirip nice planlar yaptığı tatilinden güneşli yazılar devşirecektik. Yetmişli yılların tatlı melodileri, arabanın tekeriyle dönüp havaya, seslerimize karışıyordu. Fırsat bulursak biz de oradan oraya koşturarak geçirdiğimiz yoğun mesai saatlerinin ödülünü kapacaktık. İşlerimiz yolunda giderse belki kalacağımız apartın havuzu kapanmadan kendimizi suya atacaktık. Kim bilir, denizin ve kayıkların ortak bestesini de yanımıza katıp felekten bir gece bile çalacaktık... O ayki maaşlarımızı henüz alamamıştık ama ne gamdı! Şirket, iş gezisi için harçlığımızı cebimize koymuştu. Bütçemizin elvermeyeceği tatilleri -seyirlik de olsa- mesleğimiz önümüze bırakmıştı.
Menzile bir saatten az kalmıştı ki yolun sağında, topraktan bir tabela fışkırdı.
“Heykel Galeriniz”
Ağaç dallarından heykeller kollarını açmış haykırıyor, yere bakıp ağlıyordu. İfadelerinde onulmaz bir acı vardı. Birbirlerine dolanmış, canlanıp dile gelmiş de meclis kurmuştular. Yavaşladık, patikaya saptık. Az ilerideki kulübenin önünde durduk.
Cuma’yı orada bulduk. Kulübede olmasaydı ya heykellerin çevrelediği, sazlıktan kameriyede görürdük onu ya da açık hava atölyesinde. Henüz tanışmamıştık ama onu bulacağımız yeri adımız gibi biliyorduk. Cuma’nın adası bu kadardı.
Elinde ikiye kıvırdığı bir kitapla dışarı çıktı. Uykuluydu. Başı yana eğik, gözlerini kırpıştırarak baktığı biz yabancıları kameriyeye buyur etti. Kitabını sehpaya koydu. Ayılmadan anlatmaya başladı. Bu gördüklerimiz bir rüyaydı. Böyle şeyler çocukken düşlerine girerdi. Rüya kahramanlarına elleriyle ağaç dallarından, çamurdan, ahşaptan, metalden can veriyordu. Bazen de gündüz düşlerinde gördüğü insanların ruh hallerine, egolarına, zihinlerine... Önce düşünde üzerine gelen yaratıklardan korkmuş, sonra onlarla tanışmış ve bir aile kurmuştu.
Kıçı islenmiş çaydanlığı közden aldı. "Demini bulmuştur." dedi. Kaçak çayın tadı ağzımı burdu. Havaya acı kokusu karıştı. Cuma, demini içinde taşıdığı bir doğu köyündendi. Çocukluğunda başlamıştı heykel yapmaya. Köyündeki insanlar böyle şeyleri kötü amaçlı tabir ederdi. O yıllarda çaresiz, çamurdan yaptıklarını yine çamura gönderiyordu.
Sonra büyümüş, şehir şehir gezmiş, yolu batıya düşmüştü.
Nasıl?
Neden?
“Kader, diyelim... Belki rüyalarım beni bu tarafa çekti.”
Batı, herkesin rüyalarına aynı kılıkta girmiyordu demek... Bizim güney dediğimiz, bir başkasının batısı olabiliyordu.
Cuma, ilkokuldan sonra okumadığını, geçimini heykel yapıp satarak sağladığını, emir altına girmediğini, adını söylemeye bile tenezzül etmediği güzel sanatlar hocalarından dersler aldığını, sonra bunları unuttuğunu anlattı.
“Çünkü,” dedi, “onlarda sınır gördüm. Karanlık, ışığı görüp tanıyamaz ama ışık karanlığı görür, tanır ve aydınlatır. Ben ne kadar ders aldıysam da hocalarımda karanlık gördüm.”
Konuşurken çoğunlukla kapalı olan göz kapaklarında bir pencere göz kırpıp duruyordu. İçerideki toprak damda bir çocuk oturuyordu. Demek saçları o zaman da böyle omuzlarına dökülürdü. Karşımdaki Cuma gibi o da iki eliyle sıvazladı saçlarını, gözleri kısıktı onun da. Ninesi miydi al yaşmaklı bir ihtiyar geçti karşısına, konuştu da konuştu… Elini kolunu sallaya sallaya, kızgın... Ne dedi, duyamadım. Belli ki Cuma'nın kulaklarından gitmiyordu çınlaması; aynı kızgın yüzle anlatıyordu. O anda kulağını, sağ eliyle ovaladı. O nine kim bilir kaç yıl önce göçmüştü buralardan. Ölenler, sözlerini yanında götürmüyordu.
Beş yıldır, denize tepeden bakan bu köydeydi Cuma. Herkese açtığı adasını kurmuştu.
Neden? Bu dünyada bırakmak istediği sözler mi vardı?
“İnsanlar kendilerine sınır koymuş. İnsanları anlamıyorum. Bana son derece deli, saçma geliyorlar. Betonlar, demir pencereler, kilitler, korumalarla kendilerine sanki mezarlık yapmışlar. İnsanlıklarının yüzüne kapatacakları kapıları, perdeleri var. Paylaşmanın değerini unutmuşlar.”
Diğerleri kendilerini kapattıkça Cuma açıyordu. Heykel Galeriniz’de özgür bir Robenson'dunuz. Orayı dilediğiniz gibi gezerdiniz. Kurtarılmayı beklemez, rüyalarınızın peşinden giderdiniz. Nasıl geçiniyordu peki? Kâh heykellerini kâh oduncudan aldığı malzemeleri yontup satıyordu. Ağaçtan kâh sanat kâh zanaat yapıyordu…
Heykeller sanki toprağın altından başlarına buyruk fırlamış, şekillerini kendileri bulmuşlardı. Bu kadar az figürle böylesi güçlü ifadeleri nasıl edinmişlerdi? İlk insanın acısını, insanın ilk acısını, insanın ilkel duygularını haykırıyorlardı. Hepsi erkekti. Hepsi çeşit çeşit Cuma’ydı. Aralarında kendimi aradım. Cinsiyet farkının ne önemi vardı! Belki de ninesinin dinlediği sesleri resmetmişti. İşte şuradaki pekâlâ kadınca çığlık atıyor olabilirdi. Bu meselenin, en güzel açıyı, en iyi ışığı yakalamaya çalışan foto muhabiri arkadaşımın umurunda olmadığına emindim. Bir cemiyetteki cinsiyet dağılımı, daha çok kadınların mı dikkatini çekerdi? Bu cemiyet, heykellerden bile oluşsa…
Cuma konuşmaya devam ediyor; acıyı, hüznü, aynı zamanda mutluluğu, cenneti, cehennemi, nefsin azgın, hayvanlaşmış halini canlandırdığını anlatıp duruyordu. Sesi uzuyor, mesafeleri ve zamanı aşıyordu. Cuma’nın göz kapaklarında açılan pencerede, sırtını Cuma’ya dönmüş bir kadın silueti görünüp kayboluyordu.
Heykellerinde kendimi ya da sadece bir kişiyi bulma çabasını nafile buldum sonra. Birimizin hikâyesi, hepimize aitti.
Az sonra Cuma'ya veda edecek, deniz kıyısındaki tatlı hayatları, güzel rüyaları arayacaktık. Belki bizi buraya getiren yolu, Heykel Galeriniz’in adresini unutacaktık ama sesi ve görüntüsü zihnimize kazınacaktı. Hikâyesi ses kayıt cihazından ve fotoğraf makinesinden matbaaya ulaşacak, uzayda bir noktaya işlenecekti. Editör tabii ki itiraz etmezdi... Ne de olsa okurun seyirci kalmaya alışkın gözleri, konfor bozmayan şaşırtmacaları severdi. Eğlenceli yaz haberlerine dramatik bir ara vermek, elbet hoşa giderdi.
Ne ki Cuma’nın gözlerinden geçen suretler, dergi sayfalarından okunamayacaktı. Aynı, gazetecilerin çetin geçen kışının yalancı yazlarla geçiştirilemeyecek olması gibi. Geçim sıkıntıları hiçbir haberde yazmayacaktı. Foto muhabirim, havuz kapanmadan aparta varmak için sabırsızlanmaya başlamıştı ama onu yalnız bırakacaktım. Yazılmayı bekleyen bir hikâyem vardı.
Giderken Cuma’nın sehpanın üzerine bıraktığı, yıpranmış kitaba baktım.
Arthur Schopenhauer’un “Aşkın Metafiziği” idi...
Duygu Özsüphandağ Yayman
Commentaires