Gürültüyle girdiler kapıdan. Patlamış ayvaların, kollarını uzattıkça uzatmış cevizlerin arasından geçip bahçenin tam ortasında iki banka yayıldılar. İki erkek, iki kadın. Cinsiyetlerine göre kümelendiler.
Alpay’ın, ağaçlar sevinçten başımıza konfeti gibi yaprak dökecekler, dediği zamanlardı. Gelmek zamanıydı. Yeni moda kır lokantalarından bihaber, çeyizini köyden getirip kasabaya yerleşmiş; tarhanaları turşularıyla, domat kuruları salça tepsileriyle tüm marifetini ve variyetini bahçesine sermiş; ağaç dalları bigudili, yaygıları tığ işli, giriş kapısı bol bulamaç kırmızı rujlu bir mekân. Az ilerisindeki köyün kadınlarına caka satar. Köyden dışarı ilk adımı koca evinde atanların; önce kasabalılaşanların; sonra, doymak bilmeyen ağzına banliyöleri de tıkıştıran büyük şehirlere yanaşıkların; “Aman canım, köylülük mü kaldı”lıların mekânı.
Pişinin kokusuna sokulan iki köylü oğlan, “Bana da getir demedim mi oğlum?” diye itişerek geldi geçti bahçeden. Havanın ve toprağın zenginliğini cömertçe serdiği, dört yandan fışkıran ağaçlar da duydu onları. Başlarına iki elma konduruverdi.
Ortadaki iki piknik masasına yayılan orta yaş geçkini dörtlü, kendi gürültüsünde boğulmuştu. Sabileri fark etmediler. Çiftlerden birinin karısı, öbürünün kocasıyla, yüksek sesli bir muhabbettir tutturmuştu. Masadan masaya bağrışıyorlardı. Dükkândaki kedilerden alıp cevizin verimine vuruyorlardı. Köyün eteklerine dayanmış yeni toplu konutlardan söz ediyorlardı.
“Evler ne kadar olmuş, biliyor musunuz?” dedi adam. Söylediği falanca lira, kadını kabarttı:
“Yaa, ben doğru bilmişim demek!”
Başını emme basma tulumba ederek bir kocasına, bir çaprazındaki adama döndü. Kocasının aklından zahir, arabanın arka camındaki başı yaylı köpek geçti. Kadın, yanındaki ahretliğine doğru kaykılarak kasım kasım kasıldı:
“Ben sana dedim. Demedim mi kız?Dükkânı o mahallede açın diye... Çeyiz alan çok olur oralarda.”
Demek, evlerin fiyatları, içine doluşturulan eşyayla bir artıyordu. İnsanlar evlendikçe evler de coşuyordu. Bağrıştığı adamın karısı, ağzını örterek kıs kıs güldü. Belli ki dükkân iyi para getiriyordu. Köyden kasabaya ilk gelin edildiklerinde de böyle gülmüştü ahretliği. Birinin sessizliğini öbürü telafi ederdi. Kendisi engebeli yıllardan paldır küldür geçerken ahiretliğini otuz küsur yıldır hep aynı adreste bulur, gürültüsüyle örterdi.
Her şeyi bilen kadının önüne pıt dedi, bir yaprak düştü. Kadın, yüzünde türlü dolaşıklar; “Yaprakların dökülmesi aklıma hep Yıldırım Gürses’in şarkısını getirir” deyip mırıldandı. “Düşen bir yaprak görünce...” Hafif de boynunu büktü, kocasına bir bakış baktı. Kocası bir nefeste sessizliği kesti attı:
“Kadirgillerin oğlana vermişler mi kızı? Düğün yemeğini burada yapmak istiyordu, aşağılarda yer kalmadı ya artık.”
Pişiler, reçeller, kızartmalar, çaylar geldi; iki kadınla iki adam aynı masada toplandı. Yine cinsiyete göre kümelendiler. Karı kocalar karşı karşıya. Az önce bağrışan kadınla adam, yine çaprazlama, sıtma görmemiş sesleriyle konuşmaya devam ettiler. Mekânın doymaz kedileri de çevrede oynaşmaya başladı. Kadirgilleri umursayan olmadı.
“Kriz mriz takan yok vallahi! Bulup buluşturuyorlar, çatır çatır evleniyorlar.”
Bağırarak konuşan adam, dükkânın istilacısı kadınların sözlerini kullanmayı sevmişti. Aynı ses tonuyla devam etti. İşler iyiydi şükür. Civarlar hep köylüktü nasılsa, köylü kısmında tarla takla bitmezdi. Her şeyi bilen kadın atıldı:
“Geçen size yolladığım müşteriler bizim hısımlar. Yengemin en küçük kardeşi. İkinciyi alacak, ilkinden hayır görmedi.”
Yine kocasına baktı. Bu kez kaçamak. Adam burnunu dikmiş, dağlara kilitlenmişti. Mutfaktan çay tepsisiyle yaklaşan yeni yetmeye, gevrek gevrek gülerek ağabeyini sordu kadın. “Servisi sana mı devretti hayta ağabeyin?” dedi. Ahretliği eğilip fısıldadı kulağına:
“Kız kaçırdı bunun ağabeyi, duymadın mı!”
Yeni yetme cevapsız, geldiği hafiflikte mutfağa döndü. Her şeyi bilen kadın, bunu bilememişti. Gürlüğünü indirdi, yemeğe koyuldu. Gürültüye getirmeye çalıştığı iç sesi üste çıkmıştı yine. Küçükken köy yerinde attıkları kızkaçıranın “fiyyuuvv” sesi çınladı kulağında. Hiç sevmezdi mereti ya korkusunu yenmek için kendi de atar dururdu. Büyüyüp anne olduğunda lazım olacaktı çocukluğu. “Kaç kız!” demişti kızına, Sevda’sına. “Hadi bak, daha imzayı basmadım, daha üvey babalık yapma salahiyeti yok sana. O tüysüz oğlan alsın götürsün seni şehre, izin timin bulunmaz. Bulutlar dağılınca ben gelir gelir, görürüm seni.” Demişti de laf dinletememişti; ergenlikte toprağa verdiği babasının terbiyesine doyamayan, bir amca bir dayı elinde baskılanan tazeye.
“N’apayım, ben bir dul kadınım, köy yerinde yalnızlık olmaz! Hem de gelinlik kızımla... Ben varırım kasabaya, elin adamına ayak uydururum n’olcak? Severim de hatta… çok lazım olursa. Fakat sen daha gözünü açmadan evin oğluyla aynıçatıaltında...”
Kızkaçıranla çok kızlar kaçırdı çocukluğunda. Erkeklerle bir olup. Erkekfatma madalyasını gururla boynuna asıp. O imiş. Sevda’ya söz geçiremedi. Evin oğluyla evin kızı, dulların çocukları da başka bir aynıçatıaltına gönderildi. Biryastıktakocamaya. Kocasının sözüyle, öyleolmasıgerekiyordu, oldu bitti.
Şimdi ne zaman bir kız kaçırma vakası duysa... “Neyse” dedi, bu kez sadece kendinin duyacağı bir sesle. Gözlerindeki bulutları kimseye göstermeden eline bir pişi alıp kalktı, “Az dolanayım, çok yedim” dedi. Altına kuruldukları cevizin dallarını, yapraklarını okşaya okşaya mutfak kısmına yöneldi. Kapının önündeki masaya serilen cevizleri yuvarladı. “Kurudu mu bunlar, başladınız mı satmaya?” Mutfaktaki boşluğa laf olsun diye seslendi. Arkasını döndüğü masada muhabbet tek bir davudi sese inmişti. Göçmenlerin gelini, mutfak kulübesinin öte yanındaki salça tepsisini karıştırıyordu, kaşığı her döndürüşte bileğindeki sarı liralar şıkırdıyordu. “Bunlar da hepten zenginledi, burayı açalı beri” diye düşündü. “Benimkine de mi açtırsam bir yer? Salçaydı, tarhanaydı... Evlerin içini doldurmaya para harcıyor insanlar nasılsa...”
Bir gürültü girdi bahçe kapısından. Kocaman rujlu, demirden ağız açılmış, çocuk cıvıltılarıyla bağırıyordu. Bir saat önce pişi kaçırmaya gelen iki köylü oğlan, yanlarına bir sürüyü katıp dönmüştü. Yerçekimini bulmuş gibi heyecanla, “Önce ben söyleyeceğim”, “Hayır, ben...” diye itişe kakışa koro halinde verdiler haberi:
“Tey-zeee, Sevda Abla başka kocaya kaç-mııış.”
Orta masada şapırdayan ağızlar durdu. Zaman, ağır çekime geçti. Sevda’nın üveybabasıkayınpederi, arabanın arka camındaki buldoga benzeyen başını iki yana salladı, “Benim oğlum boynuzlu mu oldu şimdi?” diye kesip atamadı; karısına şimşekli bakışlar attı.
Fakat kadın o anda bahçede bir başınaydı. İçindeki çocukluk baş kaldırmıştı. Kızkaçıranlar fink atıyordu etrafta, “fiyuuvv, fiyuuvv...” Demek, gelmek zamanı gelmişti. Ağaçlar sevinçten başına konfeti gibi yaprak döküyordu. Demek, bundan böyle düşen bir yaprak görünce Sevda’yı hatırlayacaktı.
Duygu Özsüphandağ Yayman
Kommentare