Yirmi beş yıllık alışkanlığını her günkü gibi başa sardı Ruhi Bey. İstikamet, oda kapısı. Eli, boşlukta sallanan kapı koluna boşa yüklendi yine. Dili düşmüş, kilidi paslanmış, dönmez. Kapı niye var ki diye düşündü. Karton toplamaya gittiği otellerin çöp kutularında gördüğü, üstü çengel şeklindeki kâğıtlar geldi aklına. Do not disturb. Kapının önündeki bellboya sormuştu.
"Ne diyor bu?"
Üniformasına bakanın devlet memuru sanacağı genç, yılık yılık gülmüştü.
"Rahatsız etmeyin demek."
"Hangi devlet dairesinde memursun?"
"Memur değilim, bu otelin bellboyuyum."
Ruhi Bey'in "O ne demek?" diye sormasına fırsat vermemek için şapkasının kırmızı siperliğini düzeltip ellerini arkada kavuşturmuş, uzaklara bakmıştı. "Git artık," mesajıydı. Ruhi Bey bunun anlamını biliyordu.
Ne boyuydu, o çocuk söylemişti ya, rahatsız etmeyin kâğıtlarından assam ben de odanın kapısına... Hah! Önce bir kapı edinsene kendine. Ayrıca kim rahatsız edecekse? Dinine yandığımın dünyası. Söylene söylene tekirle tek vücut çıktı odadan. Tam karşısındaki rutubetli sıvalar biraz daha dökülmüş, duvardaki hayali harita gittikçe genişlemişti. İnceledi. Bu kez gerçekten yer beğeneceğiz galiba. Havlusu omuzunda, avluya bakan koridordaki ayakyoluna yürüdü. Kaçıncı kez, bilmiyordu. Bir alıştı mı artık saymayı bırakırdı insan. İş, bundan sonrasını hesaplamaktı. Bu kapıdan daha kaç ezbere geçiş hakkı kalmıştı?
Biraz ter, çokça erkek sidiği kokan uzun koridor boyunca yürüdü. Mavisi çatlamış duvarda ezbere buldu helanın kapısını. Ne çeşmeye uzattığı ellerinin kuru derisini gördü ne de aynanın yol yol olmuş sırrında yüzünü. Suratında hanidir onu şaşırtacak bir yeniliğin izi yoktu. Yarısını burnu ve gözleri kaplıyordu işte. Bakışlarını lavabonun giderine dikti, suyun yollarını düşündü. Yerin altında nasıl gidiyor? Gidiyor da yolunu buluyor. Nereye gideceğini nereden biliyor? Dönüp de çıktığı paslı musluğa bakıyor mu? Suyun peşine mi takılsam? Adam sen de! Buraya nasıl geldiysen öyle gidersin işte. Geleli çok oldu. Önce yola çıkışımı hatırlamam gerek. Yüzünü boynundaki havluya bastırırken iç sesi baskın çıktı. Sen de bal gibi biliyorsun kendini buraya fırlatıp attığında kafandakilerin hiçbir yere gitmediğini. Şu otelin helasının durmadan geri tepen kuburu gibi. Alışkanlıklar önemli diyordu Ruhi Bey, alışkanlıklar üretiyordu.
Aynı kapıdan yirmi beş yıl boyunca girip çıkmak onu buraya getiren derdi unutturmuş muydu? Ruhi Bey'in ömrü, soru işaretinin çengeline takılmış denekti. Her gün aynı çöplüklerde dolanmak, bazen bulmak, bazen ne aradığını unutmak, bulduğuyla yetinmek, o eşyayı hep aynı sokaklarda el arabasıyla taşıyıp aynı noktaya bırakmak, yeterli olmuş muydu hikâyesini unutturmaya? Zemheride kapanan yolları, açlıktan köye inen kurtları, ambarda bahara zor yeten buğdayı, dağlarının efkârıyla memleket türküleri ne kadar uzaktaysa o kadar olmuştu. Ruhi Bey istemez miydi oğlanın başlık parasını nasıl da zar zor denklediklerini yıllar sonra gelinin ailesine, konu komşuya gevrek gevrek gülerek anlatmayı? Ama işte onun payına ateş düşmüştü. Gelmeyen tezkere, gelen naaş. Hafızasının en alt katmanlarından çıkıp karşısına dikildi yine. Bazen her şey karısının suskun ağzının kenarından eksik etmediği tebessümü kadar uzakta kalıyor, bazen oğlunun heyulası böyle çakarları takarak kafasının üstünde fır dönüyordu. Gözlerini kapatıp çıkmıştı evden. O gün bugündür hayatı sadece kâğıt çöplerinin içinde eşelenmekle Mavi Rüya Oteli arasında geçsin diye uğraşıyordu. Buranın yazılı olmayan kurallarına uyarak. Bir kere, herkesin hikâyesi, otele geldiği gün başlardı. Öncesini kimse, ne sorardı ne bilirdi. Ardında bıraktığı kimliğinden kime neydi. Köyden çıktığı gibi batıya dümdüz bir doğru çekmiş, "Denizi görene kadar gideceğim," demiş, kendini en batıdaki şehrin en ucuz sığınağında bulmuştu. Onun gibi yüzlercesinin gelip geçtiği bu misafir odasında sürekli değişen suretlerin arasında Ruhi Bey kalıcıydı.
Odaya döndü, çıplak duvardaki çiviye astığı havlu, bulanık badananın üstünde kayboldu. Çay demlenmiş, kokusu havayı sarmıştı. Elinde demlik, ayaklarına dolanan tekirde açlık mırıltıları, alt kata indi. Avlu kimsesizdi. Otelde sabah geç olurdu. Her gün aynı hayata açılırdı mahmur gözler. Yorgun eller, aynı rutini izlerdi. Küçük tüpte demlenen çay, gazeteye sarılarak getirilen ekmek ya da gevrek, oda arkadaşı kedinin önüne konan birkaç parça peynir, bahçede geçirilen miskin zamanlar, arkadaşlarla üç beş laf. Belki aynı lavabo kullanılacak, iki parça bulaşık için. Ya da banyo, tuvalet sırası beklenecek. Sonra, dışarıdaki işler bekleyecek onları. Ya ıvır zıvır toplanacak sağdan soldan ya aylak bir İzmir havası koklanacak ve önünde sonunda yalnızlığın merkez üssüne dönülecek. Etrafındaki boşluğa bakındı Ruhi Bey, birkaç ay sonrasını gördü. Ağaçların yeşili bile çırılçıplak kaldı. Verdikleri meyvelerle kupkuru, cıvıldaşan kuşlarla ıpıssızdılar. Dümdüz mü edeceklerdi binayı yoksa dört duvar mı bırakacaklardı? Ya gençliğini hatırladığı ağaçlar? Yağ tenekelerindeki sardunyalar? Tekiri kimseye bırakmazdı zaten. İş makinesinin girdiği yerde canlı mı kalırdı?
Demliği masaya bıraktı. Milleti beklerken soğumasın, dedi. Odaya dönüp küçük tüpü indirdi, çayı kısık ateşe oturttu. Otelin yanındaki fırına geçti. Gevrekleri sardırırken karşıdaki binanın inşaatından yükselen yanık türküyü dinledi. Belleğinin film şeridi yine geriye sardı. Meyve ağaçlarının, çimento ve demir yığını ile değiş tokuş edilmediği herhangi bir zamana.
“Azalıyorlar,” dedi, “ağaçlardan, bahçelerden başladılar, hayvanlar ve şimdi de insanlar. Artık toprak değil, insanlar sürülüyor.”
Sonra başını Mavi Rüya Oteli'ne çevirdi. Aklına ilk karşılaşmaları geldi. Şehre sığınanların yolunun bu mahallelere düşmesi neyse de muhtarın biri ille bu otele getirmişti Ruhi Bey'i. Uzun kalacağını anlamış mıydı ne? Dışarıdan bir şeye benzetememişti. Daha doğrusu, görünecek şey yoktu ortada. Daracık bir kapı. Oradan geçip avlusuna çıkana kendini açan bir binaydı. Bahçeyi çepeçevre kuşatıp duvarlarının arkasına saklayabilmek zor işti. O devirde bile müteahhidin gözünün yükseklerde olmaması da. Odaların, zeminde ve üst katta avluya bakan koridorlar boyunca el ele tutuştuğunu görmüştü.
Avluya döndüğünde otelci Zeki Bey ile oda komşusu Aydınlıyı masada buldu.
"Ooo, siz de erkencisiniz?"
Yola çıkacağını bilen ama finişi henüz göremeyen gözlerle bakıyorlardı. Çayları koysun diye Ruhi Bey'i bekliyorlardı. Demini bol tuttu. Aydınlı, söylendi.
“Ulan, yine zift gibi yaptın be! Aç şunu biraz.”
Ruhi Bey'in, “Emrin olur efem,” deyişinde bir hınzırlık var mı diye arandı Aydınlı. Iıh! Yoktu. Ruhi Bey duymuş muydu, onu bile anlamadı. Aydınlı, ellerini önce kıvırcık saçlarına daldırdı, sonra konuyu dokunarak değiştirecekmiş gibi havada şöyle bir salladı.
“Saat neredeyse dokuz. Dükkânlar açılalı hani oldu. Hadi, acele et de çöpçülere yem etme kutuları.”
Ruhi Bey, hiç oralı olmadı. Aydınlının karşısında oturan Zeki Bey’deydi gözleri. Bir şey sordu, soracaktı. Otelci anladı.
“Projeye onay çıktı,” deyiverdi.
O vakit duvarlar griye çaldı. Ruhi Bey’in balkonundan bir sıva daha döküldü usulcacık. Ağaçtan bir dal daha koptu. Taze bahar havasını yel aldı. Tekir kucağına atladı, "Gidelim buralardan," diye mırladı. Ruhi Bey, "Dur, şu işi bir iyice anlayalım," bakışını attı. Sonra kendine şaştı.
Malum haber değil miydi, sabah zaten yataktan yeni bir sığınak aramaya kalkmamış mıydım?
Aydınlının bakışları da dalgalanmıştı. Otelci, mevzuyu biraz daha açtı.
"Oteli tahliye etmemize daha iki ay var. İnşaat, ruhsat işleri zaman alır. Bu sürede yeni bir yer bakacağız sizlere.”
İpekböceği kozasını sabırla, ince ince, bıkmadan sıkılmadan örer. Tam, içine saklanacağını sanırken iki adet parmağın arasında patlayıverir. Otelci Zeki Bey'in çay bardağını sıkan ellerine takıldı gözleri. Haberi vermek için bugüne kadar beklemek zorunda mıydı? Malum sona inanmıyordu belki. Söylemeyince yok olduğunu sanıyordu. Otelin satılacağı, kendilerinin yeni kozalar arayacağı gerçeğini, hep birden yok sayıyorlardı. Otelci de kendisi gibi her şeyi sona mı bırakıyordu acaba? İçinden çıkamayacağına eminsen hiç uğraşma. Bırak dağınık kalsın. Çığ mı düşecekmiş, düşsün. Sel mi basacakmış, bassın. Değiştiremediğin hayatı çekiştirip durmanın ne faydası var. Bak, askerdeki oğlunu geri getirebildin mi? Şehit dediler, evini türbeye çevirdiler, acın arşı âlâya varmışken sana ulvi görevler yüklediler. "Vatan," dediler, "sağ," dediler. Oysa sen oğlunu sağ isterdin yanında. Yetiremediler. Karının aklını yerinde tutamadı vatanın sağlığı. İzmir'e kaçınca onu da peşin sıra Manisa'ya yolladılar. Devletimiz sahip çıktı işte, söz vermişti ya. Kımıldayamadın bir yere, kaçtığını sandın. Daha ileri gidemedin, alışkanlıklar edinmekle, dertleri ertelemekle meşguldün. Şimdi tam ertelemeyi de ertelemek zamanıydı ama heyhat! Yolun sonuna geldin.
Aydınlı da Ruhi Bey de sessizdi. Hayatın, kendilerine lâyık gördüğü sözleri dinlemeye alışıktılar. Hanidir uzatmalı bir veda töreni yaşıyordu ya artık adı konmuştu. Koskoca iki ay. Avluya bakan her bir korkulukla, pencere pervazıyla, kırık aynalarla, dökülmüş sıvalarla, çıplak duvarlara saplanmış çivilerle, şimdi kim bilir hangi âleme göçmüş eski sakinlerin siyah beyaz fotoğraflarıyla vedalaşmak için yeter de artardı. Döşemeleri eprimiş koltuklar, tahta masalar, sandalyeler, eviyesi sararmış lavabolar, somyalar hayattaki son rollerini oynuyorlardı. Dış badana mavi mi kalacaktı? Ne fark ederdi ki. Artık bu duvarların ardında variyet nefes alacaktı. Kent dönüşüyordu. Bu aile evinden bozma otel mi kalırdı? Mavi Rüya da butik bir otel adına pek yakışırdı. Böyle kalsa iyiydi, zira isimler hafızanın anahtarıydı. Gün olur, kuş tüyü yorganların arasından tekir mırıltıları yükselir, şık banyolardaki sinekkaydı yanaklara sırrı dökülmüş aynalardan yorgun eller dokunur, gaipten bir memleket türküsü çalınırdı kulaklara. Varlığı, yokluğun yıkıntılarında inşa edenler zarif kulaklarını tıkasa da rüyalar konuşurdu.
"İyi düşün, iyi olsun, diyorlar böyle durumlarda,” dedi Ruhi Bey. Ucuz otel odası bulmak zor değil. Bir döşek, iki yastık, birkaç kat urbayı götürmesen de olur. Varsın malına mülküne sahip çıkamıyor desinler. Buraya gelirken neyimi getirdim ki? Zor olan, alışkanlıkları değiştirmek. Köyden çıkıp dümdüz çizgi çekerek geldiğim bu yerde doğruyu kırarak yön değiştirmek zor olan. Otelcinin, haberi son güne kadar kendilerine niye söylemediğini düşündü. Tut ki otelin satışı yeni belli oldu, yine de çıtlatması gerekmez miydi? Şurada çeyrek asırlık hukukumuz var. Yeni mülk sahiplerine takıldı aklı. Sağda solda konuşulmasını istememişlerdi belli ki. Hakkında haber çıkmasın, satış oldubittiye gelsin, içindeki çapulcular da nasılsa başka bir otel köşesine... Planlamışlardır tabii ya! Para babaları hiçbir şeyi tesadüfe bırakmaz.
Kahvaltıları sessizlikte çarçabuk bitti. Ruhi Bey tekiri kucaklayıp kalktı.
“Bugün işi tatil ettim, toparlanmaya başlamalı ufaktan.”
Adımlarını, kaldığı yerden saymaya devam etti. Mavi duvarın çatlaklarına tutuna tutuna merdivenleri çıktı, odasına girdi. Kapının kolu yine elinde sallandı. Kadının Manisa'dan çıkacağı yok, benim bu otellerden... Artık ikimizin de bundan sonra gideceği yer belli. Köyden şehre çizdiğim çizgiyi ancak mezar düzeltebilir.
Aydınlı, avludaki masada, damarları kabaran elini çenesine yaslamış, Ruhi Bey'in tüpün üstünde bıraktığı emaye demliğin mavi damarlarının çatlayışını izliyordu.
Duygu Özsüphandağ Yayman
Comments