(İlk iki soru aşağıdaki paragrafa göre cevaplanacaktır. Metnin geri kalanındaysa akılda cevapsız sorular kalacaktır.)
Ali saatte altmış kilometre hızla giden bir arabaya, Ali’nin hayalleriyse saatte doksan kilometre yapan başka bir arabaya binmiştir. Aynı istikamete doğru yol alırlarken aradaki mesafenin giderek açıldığını fark eden Ali, on saat sonunda hayallerinin peşini bırakıp geldiği yöne geri dönmüştür. Yemeden, içmeden ve çiş molası vermeden seyahat eden Ali, on saat sonra başladığı yere varmıştır.
1- Toplam yirmi saat süren bul yolculuk sonunda Ali ile hayalleri arasındaki mesafe kaç km olmuştur?
a) 1800 km
b) 1780 km
c) 1250 km
d) 3300 km
1- Ali’nin hayallerine erişmesi mümkün müdür?
a) Mümkündür.
b) Kısmen mümkündür.
c) Bok mümkündür, olmayacak hayallerin peşinden giderse olacağı budur.
d) Eğer hayalleri aynı yönde hiç durmadan devam ederse ve Ali de olduğu yerden ayrılmazsa, dünya yuvarlak olduğundan Ali’nin hayalleri başladığı yere dönecek ve birbirlerine kavuşacaklardır.
***
Bir tipide esen rüzgârmışçasına puflayıp önündeki yazı ajandasını kapattı. İçim titredi, havaya rağmen üşüdüm de. Elindeki kalem, ağır bir yükmüş gibi yana düştü. Yağlı saçları dağılmıştı, içine daldırdı ince parmaklarını. Başı eğikti şimdi, önündeki maun masaya dikti gözlerini. Vernikli yüzeye hapsolmuş bulanık suretine bakıyordu tanımak istercesine. Kıpırtısız öylece… Artık masayla bir bütündü, masayı o üzerindeyken satın almışlardı sanki. Yüzyıllardır oradaydı belki. Kimsenin dikkatini çekmeden, tek ses etmeden… Odayı süsleyen bir dekordu şimdi: Bakın, sağda masasının başında oturan bir yazarı görüyorsunuz… Öksürdüm, öksürüğüm bir hokus pokusa ve o da masadan ayrılıp tekrar bir kadına dönüştü. Uzaklardan gelmiş gibiydi. Çünkü gelirken uzağı da yanında getirmiş ve aramıza koyuvermişti. Kafasını kapıya doğru çevirdiğinde ve kısık gözlerini bana diktiğinde aramızdaki mesafenin ne kadar çok olduğunu anladım.
“Merhaba,” deyip gülümsedim, kapının pervazına dayadığım bedenimi de yanıma alıp içeri girdim. “Ne yazıyorsun gene?”
Doğrulup sandalyenin arkalığına yaslandı ve başını geriye doğru atarak, “Bildiğin şeyleri niye soruyorsun?” dedi.
“En sevdiğim sorular cevabını bildiklerimdir, böylesi daha eğlenceli…” Geçtim ve masanın karşısındaki yayları gevşemiş yeşil kanepeye oturdum. “Bir öykü için alışılmadık bir giriş... İlk sorunun cevabı A şıkkı mı?”
Hıh diye gülümsedi ve “Yine aynı şeyi yapıyorsun,” dedi, “cevabı zaten biliyorsun.”
“Nasılsın?”
“Bu sana bağlı. İyi dersen iyi, kötü dersen kötü olurum. Peki sen?”
“İyiyim,” deyip kafamı kaşıdım ve gözlerimi kaçırıp ekledim. “Yorgun gibisin.”
“Öyle diyorsan öyledir.” Burnunu çekiştirip sustu ve ardından bir şey hatırlamışçasına ekledi. “Bu ziyaretini neye borçluyum? Bir şey mi istiyorsun?”
“Hikâye anlatalım mı?” dedim ve yutkundum.
Sağ elinin sırtını açılan ağzına götürdü ve esnerken yarı anlaşılır kelimelerle “Seçme şansım var mı?” diye sordu.
“En azından kimin anlatacağını sen seç,” dedim burnumu çekiştirerek.
“O zaman sen anlat,” dedi esnemekten yaşaran büyük yeşil gözlerini bana dikerek. “Olaylara daha geniş açıdan bakabiliyorsun.”
İtiraz ettim. “Ama sen anlatırsan daha samimi olur.”
“Lütfen beni yorma, dediğin gibi ben çok yorgunum.”
“Peki o zaman, başlıyorum.”
***
Yorgundu, hem de kendi hikâyesini anlatamayacak kadar. Keyifsiz, bunaltıcı bir yorgunluktu bu. Öyle ki zindeliğin ne demek olduğunu çoktan unutmuştu. Kaybolup giden ve gittikçe silinen, sonunda adı kalan ama hiçbir şey ifade etmeyen bir kavramdı onun için. Hatta sürekli tekrar ettiğinde ağzında saçma bir hece öbeği kalıyordu: Zindelik, zindelik, zindelik, zindelik, zindelik… Zaman da yorgundu şu sıralar anlaşılan. Geçmiyor, oturmuş bir yerde, gözlerini uzağa dikmiş de dalgınca sigarasının tüttürüp çayını yudumluyordu. Sonra sakız gibi uzayan elleriyle yerinden kımıldamadan soğuyan çayını yenisiyle değiştiriyordu.
“Offf, bunaldım!” diye söylendim boğazımdaki fuları gevşetirken. “Olmuyor, daha fazla anlatamayacağım. Sen devam et lütfen.”
Yüzünü buruşturup iç geçirdi. “Baştan alayım mı?” diye sordu.
“Olur,” dedim, “nasıl istersen.”
***
Yorgunum. Keyifsiz, bunaltıcı bir yorgunluk. Aslında konuşmaya bile mecalim yok. Ama size bunları anlatmam gerek. Öyle ki zindeliğin ne demek olduğunu çoktan unuttum; kaybolup giden ve gittikçe silinen, sonunda adı kalan bir kavram benim için. Hatta sürekli tekrar ettiğimde geriye kalan saçma bir hece öbeği: Zindelik, zindelik, zindelik, zindelik… Zaman da yorgun şu sıralar anlaşılan, geçmekten yorulmuş, dalga geçiyor. Oturmuş bir yerde gözlerini uzağa dikmiş de dalgınca sigarasını tüttürüp çayını yudumluyor. Sonra sakız gibi uzayan elleriyle götünü kaldırmadan soğuyan çayını yenisiyle değiştiriyor. Yürümesi gerekirse de bir daire çizip tekrar olduğu yere dönüyor.
Dün gece yine geç geldi. Kim bilir gene kimi koynuna aldı da saçlarını okşadı. Oysa çok bekledim. Pencerenin önüne oturup sağ elimi çeneme attım, sokak lambalarının tam eritemediği karanlığın tortusunda gölgesini görür gibi oldum. Omzuma bir şal atıp soluğu sokakta aldım. Adımlarımın telaşı, kilit taş döşeli kaldırımlara da bulaştı. Benimle beraber dertlendiler. Her adımımda, kaldırımların yürek gümbürtüsü tak tak diye sokakta yankılandı. Fırının olduğu köşeyi döndüğümde onu gördüm; o da beni! Ayaklarımızdan çivilenmiş gibi olduğumuz yerde kaldık. Güzel kokusunu alabiliyordum, ne kadar da arzuluyordum onu! Afalladı önce, yüzü dalgalandı. Pis pis sırıttı sonra ve elindeki sigarayı atıp kaçmaya başladı. “Dur kaçma, sıçtığımın uykusu!” diye bağırdım ardından ve peşine düştüm.
Ben kovaladım o kaçtı, o kaçtı ben kovaladım. Sonunda pes ettim de bıraktım peşini. Güvenli bir mesafede durduktan sonra döndü ve nah işareti çekti bana. Ne kadar peşinden koştuğumu o an anladım, artık evden epey uzakta bir ormandaydım. Ölü ağaçlarla, bok kokulu bataklıklarla, ağzı bozuk baykuşlarla, halime gülen sırtlanlarla, mideleri bozulmuş cırcır böcekleriyle, ağıt yakan kurtlarla ve uluyan rüzgârla dolu bir ormanda. Bir ağacın gövdesine sırtımı verip aşağı doğru sıyrıldım. Ne kadar geçti bilmiyorum; sadece benim de toprağın altına kök saldığımı, kalkmak istediğimde kımıldayamadığımı ve tıpkı sırtımı verdiğim ağaç gibi kuruyup kaldığımı hatırlıyorum. Kafamı kaldırıp baktığımda gördüğüm son şey üzerime çöken uykunun karanlık yüzü oldu. Uyandığımda kendimi yatağımda buldum, sanırsam acımıştı bana uyku, kucaklayıp yatağıma kadar getirmişti. Keşke beni orada bıraksaydı ve ben de o ormanın bir parçası olarak yaşasaydım. Belki bir anlamı olurdu hayatımın.
Uykusuz geceler başlayalı çok oldu. Önceleri direndim, hendek atlamayı reddeden bir deve gibi. Ama olmadı, yazdırdığım muska da işe yaramadı. Çaresiz sonunda gittim doktora. Doktor bana içimde kocaman bir boşluk olduğunu söyledi. Hani şu ne atılsa yutacak cinsten. O boşluğu doldurmadığım takdirde uyku denizine dalamayacağımı ve bu yüzden uykunun yüzeyinde amaçsız sürükleneceğimi anlattı. Bunu daha iyi idrak etmem için de çekmecesinden çıkardığı bir pinpon topunu muayenehanesindeki akvaryumun içine atıp topun su üzerindeki yüzüşünü gösterdi. Odasından çıkarken beni uyarmayı da ihmal etmedi.
“Bu boşluk aynı hızla büyümeye devam ederse, kısa süre sonra bir balon gibi havalanacaksın ve uçup gitmeyesin diye ayağına ip bağlayıp seni taşımak zorunda kalacaklar!”
Doktorun söyledikleri beni korkuttu. Dışarı çıkmayı bıraktım. Hem birileri, içimdeki boşluğu zar gibi saran derime iğne batırabilir ve ben de patlayıp yok olabilirdim. Evdeyken ayak bileklerime ağır kum torbaları bağladım. Ben dışarı çıkmayınca doktor eve geldi bir ara. Beni bir güzel muayene etti sonra. Bir taş attı içimdeki boşluğa. Bekledik bir süre, taştan ses gelmedi ama. Doktor başını eğip iç geçirdi ve “Boşluk o kadar büyümüş ki içini dışına çevirsek görünmez olursun!” dedi. Sonra gözlerinde kederli bir umut ışığı belirdi ve “Neden olmasın!” deyip parmaklarını şaklattı. “O zaman şöyle yapıyoruz. Senin içini dışına çeviriyoruz. İnsanlar seni görmeyecek, fark etmeyecek ama olsun. Ne önemi var ki! En azından rahatça sokağa çıkabileceksin.”
Doktorun dediğini yaptım, içim dışımda gezdim sokakları. Tam da onun söylediği gibi, kimse fark etmedi beni. Akıllı adam sonuçta, boş yere tıp okumamış yani. Hatta ben bile göremiyordum kendimi. Evden çıkmadan önce, ne zaman aynaya baksam olmam gereken yerde boşluk görüyordum. Tabi ilk başlarda zorlandım biraz, çünkü bazı alışkanlıklar kolay terk edilmiyordu: Gülümsedim insanlara ama onlar somurttular, selam verdim almadılar, konuştum duymadılar, sokakta öylece dikildim içimden geçip gittiler. Önce üzüldüm ve şaşırdım ama beni görmediklerini anlayınca rahatladım. Neticede ben görünmez kadındım. Ne zaman çıksam dışarı içimdeki boşluk havaya karıştı; havayla birlikte gezdim şehri. Caddelere dağıldım, rüzgâra binip kadınların saçlarını ve eteklerini havalandırdım, evlerin kapı ve pencerelerinden içeri daldım, insanlara ve hayvanlara nefes olup ciğerlerine sokuldum, sonra bir sigara dumanı oldum, bazen bir öksürük, kimi zaman da bir osuruk…
Sonra bir gün görünmez olmaktan sıkıldım ve içimdeki boşluğu doldurmaya karar verdim. Bunun için kime gitmeliydim? Doktor olmazdı, sonuçta içimdeki boşluğu doldurmakta aciz kalmıştı. Arkadaşımın tavsiyesi üzerine bir medyuma gittim. O da yaptığı bir seansla bilinçaltımda saklı kalmış bir cadıyı dışarı çıkarttı. Bir anlaşma yaptık cadıyla. Bana yazmak diye bir sihir hediye etti. İçimdeki boşluğu yazarak doldurabileceğimi, karşılığındaysa beni ölümsüz bir öykü kahramanına çevireceğini söyledi. Kabul ettim. Yazdıkça içimdeki boşluğun dolduğunu hissedebiliyordum ama giderek de gerçek dünyadan uzaklaşıyordum. Zamanımın çoğunu hayal gibi bir dünyada geçiriyordum. Uykum hala kayıplardaydı. Sonunda cadının dediği oldu, artık ben bir öykünün içindeydim. Cadıysa benim içimde! Artık içimdeki boşluk, beni ele geçiren cadıyla dolmuştu. Cadının amacı beni kullanarak öykü dünyasını ele geçirmekti. Ben…
***
“Bi dakka, bi dakka!” deyip kadının sözünü kesti adam. “Neler anlatıyorsun sen yahu?”
Kadın kaşlarını çatıp dudağını büktü ve omuzlarını silkerek, “Hikâyeyi,” dedi.
“Ama hikâye böyle değildi ki!” dedi adam, sağ eli havada asılı kalmıştı.
Ne bileyim ben, bunları anlatmamı sen söyledin. Sonuçta yazar sensin!”
“Ama bir tutarsızlık var ortada, son anlattıklarını ben yazmadım.” Duraksadı adam ve sesinin tonunu düşürerek devam etti. “Yoksa sen öyküdeki yazar olarak beni yok sayıp da kendi hikâyeni mi uyduruyorsun?”
“Ne münasebet canım!” deyip kaşlarını çattı kadın. Ardından işaret parmağını dudağına götürdü, gözlerini kıstı ve biraz düşündükten sonra, “Bana sorarsan bunun bir tek anlamı var,” dedi.
“Neymiş o?” Adamın sesindeki alaycı tını saklanmak istese de kendini ele vermişti.
“Yoksa sen de benim gibi…” dedi ve duraksadı kadın.
“Ben de senin gibi ne?” dedi adam sol gözünü kırparken.
“Sen de benim bir öykü kahramanım olmayasın!”
“Ha!”
Adam afalladı. Ayağa kalktığında bacağına kramp girmiş gibi sarsaktı hareketleri. Telaşla kapıya doğru yürüdü ve “Bu öyküyü bitirmenin zamanı geldi anlaşılan,” diye mırıldandı. Kadın, giden adamın ardından sırıtarak baktı ve acelesi olmayan hareketlerle ayağa kalktı. Yolun karşısındaki arabasına yürüyen adama bir motosiklet çarptığında oradaydı. Yaklaştı ve can çekişen adamın gözlerinin içine baktı. Adam son nefesini vermeden önce kesik bir çığlık attı. Kadının içindeki cadı adama bakıyordu…
Ebuzer Kalender
Comments