top of page

Öykü- Ebuzer Kalender- Parantez İçindeki Ünlem

Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyatİshakEdebiyat

Emekli edebiyat öğretmeni Kemal Ünlem, oturduğu koltukta öylece kalıverdi. Kıpırtısız, taş gibi. Artık odadaki eşyalardan biriydi, ehil bir sanatçının elinden çıkmış yaşlı adam heykeli. Sarı mermer yüzündeki hayal kırıklığı mükemmel nakşedilmiş; hele o kırılganlık hissi o kadar canlı ki! Hani birisi itelese, yere düşüp tuz buz olacak, o kadar yani. Elindeki mektup kâğıdı, gevşemiş parmaklarıyla her an vedalaşacakmış gibi duran bıkkın bir misafir…

Odada sadece akan zamanını sesi duyuluyorken, heykel bir ruhunun olduğunu hatırlamış olacak ki tekrar nefes almaya başladı. Boğazını sıkan eller gevşemiş gibi derin derin soludu. Elindeki kâğıdı ağır bir yükmüş gibi önündeki ceviz sehpaya bıraktı. Titrek ve yavaş hareketlerle yerinden doğruldu, çalışma masasına ilerleyip sürahiden bir bardak su doldurdu. Su ılıktı, içini soğutmaya yetmedi; ruhunun ateşinde cozurdayıp buharlaştı. Masanın başındaki sandalyeye çöktü. Buruşuk eliyle kırışık alnını buluşturduktan sonra bir ah çekti. Soru işareti şeklinde tasarlanmış masa lambasını bir iki kere yakıp söndürdü. Gerisi derin bir hayat muhasebesi. Nerede yanlış yaptığını anlamaya çalışan müflis bir tüccar gibi.

Sevgili baba bunları sana yazmak hiç kolay deyildi. Ama yüzyüze konuşmak daha zor olacakdı... Mektup oğlu Emre’dendi. Kemal Ünlem ’in hayattaki tek varlığı. Karısına gelince… Ölüme erken yakalananlardandı. Bir gece, oturma odasındaki televizyonun karşısında sobelenmişti ölüme. Hem de bilerek. İçtiği bir avuç dolusu uyku hapıyla yerini belli ederek…

Kemal Ünlem yakın gözlüklerini çıkarıp masaya bıraktı. Gözlerini kapatıp burun kökünü ovaladı. Sonra maun masanın sağ arka köşesindeki çerçeveli fotoğrafa baktı. Köydeki bahçede, dut ağacının gölgesinde Emre’yle yan yana dikiliyorlardı. Aralarında bir kol boyu kadar mesafe. İhtiyarlığın eşiğinden henüz atlamamış olan Kemal Ünlem göğsü dışarda, hindi gibi kabarmış, vakurca gülümsüyor. Emre ise omuzları düşük, başını eğmiş gözlerinin altından bakıyor, elleri emanet gibi yanlarında salınıyor.

Fotoğraf çok canlıydı. Kemal Ünlem oğlunun ürkek gözlerine baktı. Emre bir anlığına gözlerini kaçırdı. Kemal Ünlem oğlunun çenesini parmağıyla yukarı kaldırdı. Şimdi göz gözeydiler. Emre iki Kemal’in arasında kalmıştı, artık kaçacak yeri kalmamıştı.

Söyle bakalım, böyle bir mektubu nasıl yazabildin? Bunları sana yazmak hiç kolay deyildi. Ama yüzyüze konuşmak daha zor olacakdı. İşte şimdi yüz yüzeyiz. Anlamaya çalışıyorum. Haksızlık bu. Ben seni böyle mi yetiştirdim? Demek ki sana hiçbir şey öğretememişim. Sen bana seçim yapmamayı ögrettin. Giyeceğim ayakkabıya olacağım tıraşa gideceğim okula kadar hep sen seçtin. Herşeyimi kuşatan köşeli parantezimdin… Sen de benim soru işaretimsin oğlum, ya da üç noktam. Bir bitmemişlik… Çocukken bana kendimi hep yarım yada eksikmişim gibi hissetdirdin. Sahi sen hep böyle miydin, keşke bunları daha önce fark etseymişim. Beni farketmeni ve birgün olsun takdiretmeni o kadar isterdimki. Oysa yakındık biz seninle. Çocukken okadar uzaktınki bana. Halada öylesin ya.

Kemal Ünlem, oğluyla aralarında mesafeye neden olan ağaç köküne odaklanmışken silkelenip kendine geldi, sanki bir gören olacakmış gibi etrafına bakındı. Fotoğraftaki Emre’yi sorguya çekmişti, sırada gerçeği vardı. Saatine baktı. Yüzünü ekşitip kafasını salladı. Geç olmuştu aramak için. Çaresiz sabahı bekleyecekti. Aslında mektup üç gün önce gelmişti. Nasıl da fark edememişti? Temizlikçi kadın, gelen diğer zarflarla birlikte mektubu da çalışma masasının üzerine bırakmış, Kemal Ünlem’se fatura ya da banka ekstresidir deyip hepsini çekmeceye koymuştu. Akşam çekmeceyi karıştırırken fark etmişti mektubu ve yaklaşık on defa okumuştu.

Mektuptaki bazı cümleler zihninde dönüp duruyordu. Biraz olsun kafasını dağıtmak için doğruldu ve balkonun yoluna koyuldu. Emre’ninse babasının peşini bırakmaya niyeti yoktu. Şimdi de çocuk olmuş, balkonun bir köşesinde annesiyle uzanmış uyuyordu. Kemal Ünlem görmezden geldi onları. Plastik sandalyeyi çekip, balkon demirlerinin üzerine yerleştirdiği saksılardaki sardunyaların karşısına oturdu. Hafiften esen bir rüzgâr seyrelmiş kır saçlarını dalgalandırıp sardunya kokularını savurdu. Öne eğildi usulca ve pembe renkli çiçeklerden kokular çalıp burnuna doldurdu. Sonra arkasına yaslandı. Tek tük arabalar geçiyordu caddeden, arkalarından yorgun ve kızgın sesler bırakarak. Işıklar sönmüştü bazı evlerde, bir bebek ağladı yakınlardan ve bir köpek havladı uzaklardan.

Kemal Ünlem bir kuş gibi tünemişti sandalyeye. Yolun karşısında yeni açılan müzik marketin tabelasına baktı. Tabeladaki darbuka resmini görünce gülümsedi. Eski soyadı geldi aklına. Dümbelek. Çalgıcı dedelerinden miras kalmıştı bu soyadı. Öğretmenliğe başladığının üçüncü yılında soyadını değiştirmiş ve edebiyata gönül vermiş biri olarak dikkat çekici bir başkasını seçmişti: Ünlem! Her ne kadar soyadını değiştirmiş olsa da görev yaptığı lise koridorlarında namı baki kalmıştı: Dümbelek Kemal. Dükkân tabelasına daha fazla bakamadı, çünkü tabela yamuk duruyordu. Yüzünü buruşturdu, yarın dükkân sahibine bu durumu söylemeyi düşündü. Ardından kafasını sağa çevirip gökyüzüne baktı. Ayı gördü. Ne kadar da güzeldi! İçerisinde gri lekeler olan turuncu bir top gibi. Birgün olsun beni bagrına basmadın, benimle oyun oynamadın. Emre şimdi gökyüzündeydi, dolunayı top gibi sektirmeye başladı…

Kemal Ünlem ayağa kalktı. Sol dizine bir ağrı girdi, adımını atınca aksadı. Lanet kireçleme! Sağa sola yalpalayarak yatak odasına vardı. Terliklerini çıkarıp yatağının başucuna düzgünce koydu. Önce ütülü lacivert kumaş pantolonu sonra da açık mavi gömleğini çıkardı. Gömleğinin düğmelerini açarken zorlandı, elleri bu sıralar çok titriyordu. Elbise dolabından aldığı askıya yerleştirdi pantolonunu. Gömleğini de asacaktı ki sağ göğüs kısmındaki küçük bir leke çekti dikkatini. Öğle yemeğinde yediği musakkanın lekesi… Gömleği odadaki kirli sepetine attı, pantolonu da dolaba astı. Ütü masasının üzerindeki düzgünce katlı duran pijama takımını alıp giyiverdi. Çoraplarını da çıkarıp terliklerinin yanına koyduktan sonra banyoya geçti.

Klozete oturdu, çişini yaparken zorlandı. İdrar torbasını tam boşaltamadı. Prostatı azmış olmalıydı. “Parmak yeme zamanı gelmiş gene!” diye düşündü. Aynanın karşısına geçti. Tıraşlı yüzündeki benlere ve kahverengi lekelere baktı. Diş macunu tüpünü alt kısmından sıktıktan sonra yumuşak fırçasıyla dişlerini fırçaladı. Yatağa girdiyse de uyku tutmadı. Dönüp durdu, bazen de kalkıp yatağının üzerinde oturdu, düşüncelerle boğuştu. Sonunda sabaha karşı uyudu. Baş ağrısıyla uyandığında saat ona geliyordu. Garip bir rüya görmüştü: Issız bir adadaydı. Kendinden başka kimsecikler yok. Sadece denize doğru açılmış bir kayık var, kayıkta da ufka doğru kürek çeken biri. Kayıktaki adamı tam seçemese de onun Emre olduğunu biliyor. Sonunda kayık gözden kayboluyor ve kendisi ıssız adada tek başına kalıyor…

Kemal Ünlem başını ovaladıktan sonra komodinin üzerindeki telefonu aldı ve doğrulup oturdu. Emre’yi aradı. Çaldı telefon; çaldı, çaldı… Ama Emre açmadı. Bir daha aradı ama sonuç değişmedi. Elinde telefon, düşündü ve mesaj atmaya karar verdi:

“Oğlum günaydın. Mektubunu aldım. Teessüf ediyorum sana. Yazdıkların imla ve yazım hatalarıyla dolu. Ayrı yazılması gereken ki ve de-da’lar, yanlış kullanılan noktalama işaretleri ve daha neler neler. Çok üzdün beni. Ben sana hiçbir şey öğretememişim demek ki. Bilahare konuşacağız bunları…”

Gönder seçeneğine basacakken, işaret parmağı havada kaldı. İç geçirip mesajı sildi ve “Beni ara oğlum.” yazdı. Mesajı gören polis memuru, üstünden tonlarca yük kalkmış gibi rahatladı. Eğer bir arama daha olsaydı telefonu açacaktı. Emre’yse yol kenarında, emniyet şeridinin içinde, kıpırtısız sırt üstü uzanıyordu. Ayağından çıkan sağ ayakkabısı vücudunun altında bir nokta gibi duruyordu. Üstten bakıldığında bu haliyle bir ünlem işaretini andırıyordu. Ancak kasılmış yüzündeki ifadeye bakılırsa parantez içindeki ünleme daha çok benziyordu. Sanki sırıtıyordu; hayatla ya da ölümle dalga geçer gibi. Fakat Emre, bir noktalama işaretini yine yanlış kullanmış gibiydi. Çünkü parantez içindeki ünlem olarak durması gereken yer hayatın sonu değildi…


Ebuzer Kalender

Comments


bottom of page