top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Edeviye Bekleviç- Hanoi'de Bir Salyangoz

“İçecek bir şeyler alabilir miyim?”

“Tabii ne arzu edersiniz?”

“Espresso olabilir,” dedi Orkun sabırsızca. Daha önce de kısa süreli yurtdışı deneyimleri olmuştu ama bu yolculuğu içinde bir yerde diğerlerinden ayrı tutuyordu. Havada süzülen uçak sanki onun içinden taşıp cisme kavuşmuş kanatlarla yol alıyordu. Yoğun ders programları ve kalın soru bankaları arasında bir ruhun ne kadar hafifleyebileceğini bilmeden büyüyen Orkun için özgürlük parmak uçlarında başlayıp kalbine kadar yayılan bir karıncalanmayla tüm benliğini sarmıştı. Görünmez bir zincir olup etrafını saran her şeyin şimdi halka halka dağılışını duyuyordu. Uçağın iniş anonsuyla gözlerini açan Ayça gerinip çevresine bakındı. Orkun’un yüzündeki belli belirsiz tebessüme didiklercesine bakıp “Bu yolculuk sizi bir hayli aydınlattı Orkun Bey, yüzünüz ay olmuş parlıyor adeta,” dedi.

Kemerli burnunun üzerindeki gözlüklerini çıkarıp kutusuna koydu. İstanbul’un serin vedasından sonra Hanoi sıcak bir karşılama sunmuştu onlara. Elini yüzünü yıkayıp bir parça ferahladı. Bir süre aynadaki yansımasına takıldı gözleri. Dar alnına dökülen düz kumral saçları hiç olmadığı kadar şekilliydi. Orkun saçlarını üniversitede bir dönem tamamen kısaltmış bir yıl kadar da hiç dokunmadan uzatmıştı. Başarının peşinde koşarken bedenine ve ruhuna zaman ayıramayacak kadar yoğundu. Bir parça kızıla meyilli hafif kirli sakallarını ve yüzünü itinayla kuruladı. Şehla gözlerindeki ışıltıda Ayça’nın dediği ay parlaklığını yakaladı. Birkaç yıldır gözüne nahoş görünen seyrek dişleri bile şimdi onu rahatsız etmiyordu. Aynada kendini görmek için eğmek zorunda kaldığı boynu ağrıyana kadar izledi kendini. Dereceli güneş gözlüklerini ait olduğu yere yerleştirip güneşi görmeden kızarmaya başlayan yüzüyle özgürlüğünün başkenti saydığı şehre adımını attı.

“Nereden başlıyoruz? Önce gölleri mi görsek yoksa mimari binaları mı? Benim gönlüm Hoan Kiem’den yana. Başlangıç için güzel rota ne dersin?” Önce Ayça’ya sonra ellerindeki valizlere baktı Orkun, “Bu kadar acele etmeye gerek var mı? Daha çok zamanımız olacak,” dedi. Ayça’nın hevesleri onun içinde de boy atmıştı ama önce valizleri ayarlanan otele bırakıp şirkete geçmek daha mantıklı görünüyordu. Bir taksiye atlayıp otelin yolunu tuttular. Şehrin dar ve kalabalık sokakları motosiklet seslerine teslim olmuş gibiydi. Trafik sayılabilecek kadar araba ve sayılamayacak kadar motosikletle akıyordu. Orkun, rakamlara feda ettiği çocukluğunu ve ilk gençliğini sanki şimdi, yirmi sekiz yaşında, hiç bilmediği bu topraklarda bulacakmış gibi hissediyordu.

Göz alıcı nisan güneşinin altında siyahla beyaz gibi turistlerle yerli halk zahmete girmeksizin ilk bakışta ayrışıyordu. Sokaklar yediden yetmişe çalışan, koşturan, bir şeyler taşıyan insanlarla doluydu. Genç kızlar ve çocuklar Orkun’un Vietnam’a dair ilk öğrendiklerinden olan “non la” adındaki konik hasır şapkalar ve renkli kıyafetlerle salınırken daha orta yaşlı insanlar bu şapkaları omuzlarındaki sepetlerde taşıdıkları rengârenk meyvelerle tamamlıyorlardı. Radyoda çalan Vietnamca bir şarkıya ikisi de parmaklarını kaptırmışken şoför müziği kısıp bir yeri işaret etti. Önünde uzun bir kuyruk olan bahçeyi gösterirken eksik İngilizcesiyle, “Ho amcayı görecek misiniz?” dedi. Ayça’dan hızlı davranan Orkun, “Elbette, ama önce eşyalarımızı otele bırakmak istiyoruz.” Şoförün yandan gördüğü küçük, esmer ve kırışıklarla dolu yüzünde cevabın karşılığını görmek istediyse de yakalayamadı.

Orkun, dört yıldır otomotiv sektöründe çalışıyordu ve kısa süre içinde çalıştığı firmanın göz bebeklerinden olmuştu. Üniversiteyi kazanıp Afyon’dan İstanbul’a geldiğinde kendi küçük dünyasını da yanında taşıdı. O dünyada sadece ders çalışmak, iyi notlar almak ve başarılı olup ait olmak istediği yere ulaşmak vardı. Kelimelerle arası hiçbir zaman iyi olmazken rakamlar onun misketiydi. Sınıf öğretmenliği ve coğrafya okuyan oda arkadaşları bir karınca ordusunu andıran öğrenci topluluklarında, konserlerde, festivallerde zaman geçirip sadece final dönemlerinde defter kitapla buluşurken, Orkun düzenli ve sürekli çalışma düzenini asla terk etmemişti. Yurdun çalışma odasının müdavimleri olan mühendislik fakültesi öğrencileri diğerlerinden uzak, kendi inşa ettikleri bir dille yaşamlarını sürdürüyorlardı.

Hanoi merkezinde kalacakları otele gelene kadar Ayça’nın dilinden kelimeler sağanak bir yağmur gibi dökülürken Orkun yalnızca içinden gözlerine yansıyan coşkuyla etrafı izlemişti. Ayça, şirketin reklam ve tanıtım bölümünde çalışıyordu. Şirket ikisine aynı anda teklif yapmış ve o zamana kadar hiç karşılaşmamış olan ikili pasaport, çalışma izni ve resmi diğer işlemler için birkaç sefer yan yana gelmişti. Ayça’nın arkadaş canlısı bir hali vardı. Şartlar ne olursa olsun her an herkesle konuşup anlaşabilecek, yabancılık çekmeyecek insanlardandı.

Otelde yuvarlak yüzünü çevreleyen düz saçları, küçük yüzünü olduğundan daha ufak gösteren bir genç kız karşıladı onları. Yaşı en fazla yirmi üçtü. Orkun yaka kartından isminin Mychau olduğunu görmüştü. Gülen gözlerle kendine bakan bu yüzün karşısında omuzları daha da dikleşti ve adımlarına bir eminlik yerleşti. Sanki hiç olmadığı kadar vardı şimdi. Gözünün ucuyla yanında duran Ayça’yı süzüp “Demek benim zevkime Asyalı kadınlar daha yakın,” diye geçirdi içinden. Orkun, şirket yurt dışı teklifi yaptığından beri Vietnamca çalışıyordu. İngilizce yerine Vietnamca selam verdi. Bunu yaparken havalı görüneceğini düşünmüştü. Ayça’da tıpkı Orkun gibi fark ettirmeden onu süzüyordu. Vietnam’a Orkun’la gideceğini öğrenen çoğu kişi ona sıkıcı bir yol arkadaşı olduğunu söylemiş; hemen hemen herkes Orkun’u iş disipliniyle, eğlenceden anlamamasıyla, içe kapanıklığıyla anmıştı. Ayça, adımlarından bakışına hareketlerinden sesine Orkun’u saran havanın rüzgârını hissediyordu. İnsanların nefes ritimlerinin duygularını ele verdiğini düşünen Ayça, Orkun’un nefesinde özgürlük ve hafifliğin çağlayışını duyuyordu.

Ayça ve Orkun Vietnam’da ne kadar kalacaklarını bilmeden gelmişlerdi. Şirket çalışanına ev bulacak kadar boş zamana sahip olmadığından idareten küçük bir otelde yer ayırtmıştı. Bina, Fransızların işgal döneminden kalmış iki oda üzerine inşa edilmiş dört katlı bir oteldi. Küçük odaların daha küçük balkonları meydana bakıyordu. Meydandaki ağaçlar ve renk renk çiçekler otelin küçüklüğünün bütün kasvetini emip içine hapsediyordu. Yüzüne vuran güneşe aldırmadan öylece durdu bir süre Orkun. İçinde kıpırdayan, harekete geçen bir şeyler vardı. Yürümeyi yeni öğrenen bir çocuk gibi düşeceğini ya da bir yerlerini acıtacağını hesap etmeden korkusuz adımlarla sokağa koşmak istiyordu. Lobide gülen gözlerle kendine bakan kızın yüzünü tekrar hatırladı. Ama guruldayan karnı ona başka şeyler anlatıyor gibiydi.

Denizde bir damlanın, kumsalda bir kum tanesinin nasıl hükmü olmazsa kader olan coğrafyada da birbirine benzeyen insanların birbirlerine karşı pek kıymeti olmuyordu. Orkun otelde kaldığı birkaç gün içinde Mychau ile hiç kimseyle olmadığı kadar çabuk yakınlık kurmuş, kendisine şehri gezdirmesini rica etmişti. Mychau, bu teklifi büyük bir hevesle kabul etti. Orkun yanında olmanın onun gözlerine bir pırıltı yerleştirdiğini hissetse de Mychau’nun kendine olan güveni onu rahatsız etmiş, kafasının içindeki hiyerarşik tabloda bu özgüveni fazla bulmuştu. Edebiyat Tapınağı ziyaretinin ardından otelden veda etmeden ayrılıp aramalarına da karşılık vermemişti. Hanoi ve Vietnam’da insanların büyük bölümü çalışma ve yaşam koşullarının yanı sıra fiziksel özellikleriyle de birbirine fazlasıyla benziyordu. Çekik gözler, esmer ten, koyu renk saçlar ve gözler. Bu insanların içinde Orkun, beyaz teni, uzun boyu, -biri birinden daha dar olsa da- geniş omuzları ve görenlere Hoan Kiem’i anımsatan yeşil gözleriyle gittiği her yerde ilgi odağı oluyordu. İstanbul için beş yüz metrekarelik bir alanda belki bu hususiyette birkaç kişiye rastlanabilirdi. Ama Hanoili kızlar için Orkun görünüşüyle ve kariyeriyle karşılaşmaları çok mümkün olmayan özelliklerle donatılmıştı.

“Günaydın,” dedi Ayça küçük bir taburede sanki çömeliyormuş gibi oturan Orkun’a. “Dün akşam yine çok eğlenmişsin anlaşılan. Bakışların bitkin ama yüzün çok canlı.” Pho bo siparişi veren Orkun hafif bir tebessümle baktı Ayça’nın yüzüne. İkisi de iki sokak arayla birer ev bulmuştu. Ayça daha yeni bir bina tercih ederken Orkun kaldıkları oteli andıran Fransızlardan kalma tarihi motifler taşıyan bir ev seçmişti. Özellikle akşamları bir tabureler cumhuriyetine dönen sokak ve kaldırımlarda çoğu zaman birbirlerine denk gelseler de birlikte zaman geçirmeye pek hevesli olmuyorlardı. Ayça, İstanbul’dan arkadaşlarının Orkun’un değişimi temalı konuşma ve sorgulamalarından sıkıldığı için Orkun’dan uzak kalmayı isterken Orkun, vakti kendine ancak yettiği için Ayça’ya zaman ayırmayı gereksiz görüyordu. Orkun annesinin sabah çorbalarına burun kıvırdığını anımsasa da Ayça ‘ya başka bir cevap verdi, “Şu lezzeti denesen sen de seversin bence. Akşamdan kalmalar için birebir.” Urfalı olan Ayça için Vietnam’ın hiçbir yemeği lezzet barındırmıyordu. Nadiren pirinç yufkası tercih eder ya da bulabildiği malzemelerle kendine Türk yemekleri hazırlardı.

Bilmediğin bir yerde yaşamaya başlamak bir kutunun içine hapsedilmekle eşdeğerdi. Bu yer size sürprizleri vaat edebileceği gibi sizi Pandora’nın kutusuna da götürebilirdi. Hanoi’ye geleli neredeyse üç ay olmuştu. Ayça ve Orkun için zaman tersine akıyor gibiydi. Vietnam’ın havasından suyuna her şey Ayça’yı ruhen ve fiziken tüketirken Orkun iliklerine kadar şehrin tadını alıyordu. İlk günlerde bir tanıdığın varlığı ona ayaklarını yere basmaya devam etme ikazları yaparken günler ilerledikçe Ayça’nın yakınlarında olmasının Orkun için hiçbir önemi kalmamıştı. Şirketin her birimiyle muhabbet halindeydi, eski zamanların aksine şimdi kendisine gelen hiçbir etkinlik ve festival davetini kaçırmıyordu. Her köşe başında birkaç kelime konuşabileceği birileriyle karşılaşıyor; bir kafeden, bardan, bir restorandan ya da sokak satıcısından göz aşinalığı olan herkesle ikinci karşılaşmayı adeta sabırsızca bekliyordu. Uzun zaman sadece önüne bakmış olmanın acısını alırcasına bedenini bir fırıldak gibi kullanıyordu. Her an her yerde ve herkesle olabilirdi. Şaşmayan uyku düzeninin de bir geçerliliği kalmamıştı artık. Hanoi’de hayli erken başlayan hayata yetiştiği gibi geç biten hayata da ilk haftadan azimle karışmaya başlamıştı.

“Ha Long koyunun hikâyesini öğrenmiş miydin,” dedi Canh bastırmaya çalıştığı heyecanıyla. Tenini güneşten koruyabildiği için beyaz teni ışıldıyordu. İnce belini ortaya çıkaran elbisesi olduğundan çok daha zarif bir hava vermişti Canh’a. Bir fast food zinciri olan hamburgercide çalışıyordu Canh. Türkiye’de bütün siparişlerini, alışverişlerini bir narkoz uyuşukluğu ile yapıyor gibi davranan Orkun, burada bütün insani meziyetlerini kullanıyordu. Olması gerektiğinden çok daha kibar, istekli ve anlaşılır taleplerde bulunuyor, bu esnada içten ve sıcak davranıyor, bir mağazadan veya dükkândan ayrılırken arkasından onu izleyen gözlerle mest oluyordu. Canh’in onun yanındayken utangaç tavırları, hevesli halleri ve yanında durmazsa hiçbir yerde olamayacağını okuduğu gözleri Orkun’un gururuna taç üstüne taç takıyordu. Seyrek dişlerini göstererek güldü, “bugün dersime iyi çalışamadım, bilmiyorum. Anlatır mısın?” Canh’in göğsünün şevkle inip kalkması onu da heyecanlandırmıştı. “Topraklarımız saldırıya uğradığında Tanrı, anne ejderha ve çocuklarını yardıma göndermiş. Gökyüzünden inen ejderhalar düşmanın ilerlemesini engellemek için ağızlarından denize zümrütler bırakmışlar ve bu zümrütler zamanla binlerce ada ve adacığa dönüşmüş. Savaşı kazanan anne ejderha yeryüzünde kalarak Ha Long Bay’a çocuklarıysa Bai Tu Long Bay’a yerleşmiş. İşte bu yüzden buraya bu adı vermişler. Halong, ejderhanın denize indiği yer demektir.” Canh anlatışını sözlüsünü eksiksiz tamamlayan bir öğrenci gururuyla sonlandırdı. Teknenin sarsıntısıyla birbirine iyice yaklaşan Orkun ve Canh sular durulduğunda da birbirinden uzaklaşmaya gerek görmemişti.

Orkun, kimi yerlere birkaç kez gitmişti. Her seferinde aynı hikâyelerin birkaç kelime eksik ya da fazlasını dinliyor, ama yanında hep başkaları oluyordu. Mychau ile gittiği Haon Kiem’e şirketin karşısındaki kahve dükkânında çalışan Mai’yle de gitmiş, ikisinden de gölün ne kadar sevildiğini, tarihi önemini, kaplumbağaların ve kılıcın hikâyesini dinlemişti. Mai’nin İngilizcesini uzun sohbetler için yeterli bulmasa da kendini özel hissettirişini sevmişti. Mychau gezinin ardından mesafeli ama sıcak bir şekilde veda ederken Mai geceyi birlikte geçirmeyi teklif etmişti. Orkun için pek çok şey gibi bu da bir ilkti, aşk hayatından ya da tecrübelerinden bahsetmek mümkün değildi. Lisede kalbini açtığı Ünzile -alaylı bir sesle- onun gibi biriyle işi olmayacağını söyleyip kahkahalarla önünden çekilmişti. Üniversite ikinci sınıfta -ki kendisiyle en az ilgilendiği dönemdi- ona olan hislerini anlatan Melek’e benim böyle şeylere ayıracak vaktim yok, deyip kütüphanenin yolunu tutmuştu. Şimdi karşısında duran bu kız Orkun’un kalın duvarlarından içeri bir bazuka denemesi yapıyordu. Akşamın karanlığında, tatlı bir esintide, güneşten en ufak ışık zerresi yokken Orkun yanaklarının kızardığını hissetti. Anlamsızca ileri geri adımlar atıp “Mesai için işe dönmem lazım, belki başka zaman,” deyip alelacele Mai’nin yanından ayrıldı ve tekrar görüşmemek için günlerce bahaneler uydurdu.

Günlerin aylara dönüşünü fark etmeden mevsimler geçiyordu. Firma bayilikle başladığı Vietnam yolculuğunu üretim sahasıyla pekiştirme gayretindeydi. Fabrikaların kurulmasının ardından güçlü bir üretim kadrosu isteyen şirket Orkun gibi genç ve dinamik bir kadroyla yola çıkmak istemişti. Hedefe ulaşmak içinde hiçbir zahmetten kaçınmıyor; dolgun maaşlar, özel eğitimler, bölgesel eğlence ve kamplarla çalışanları zinde ve işe bağlı kılmaya çabalıyordu. Kenan Bey, bütün işleyişin tepesindeki isimdi. Eğitimi ve kariyeriyle adım attığı her yerde göz dolduran ellilerini aşmış bu adam Türkiye’nin dört bir yanından özenle seçmişti ekibini. İşe başladıktan birkaç hafta sonra Orkun’la görüştüklerinde onun gözlerinde kendi mazisini izlediği hissine kapılmıştı. Başarılarından ve kapasitesinden haberdar olarak iş teklifinde bulunmuş olsa da bu his onu büyülemiş, bir ay dolmadan yönetimdeki yerini hazırlamıştı. Aradan geçen zamanda Kenan Bey’in katmerlenerek artacağını düşündüğü Orkun’un çalışma ve başarısı muson yağmurlarıyla yıkanıp arınan toprak gibi Orkun’un üzerinden akıp gitmişti sanki. Çalışan dosyasından aldığı bilgiler ve ilk aylarda kendi şahit olduğu azim ve kararlılığı yerini günden güne boş vermişliğe ve miskinliğe bırakmıştı. Çoğu işveren gibi Kenan Bey de çalışanlarının iliklerine kadar işle bütünleşmelerini istiyordu. Hayatında gençliğin bütün heveslerine dikenli tel örgülerle sınırlar çekmiş olan bu adam Orkun’un ruhundan taşan kanatları göremiyordu.

“Sen buraya geleli ne kadar oldu Orkun?” dedi Kenan Bey. Yüksek tavanlı filmli camlarla kaplı odasının tam ortasında ellerini ardına bağlamış, boş bir poşet gibi savrulup gidecek hissi veren zayıflığıyla duruyordu. “Nisan’da gelmiştim efendim. Sekiz aya yaklaştı.” Uzağı görmekte zorlanan Kenan Bey birkaç metre uzağında duran Orkun’a gözlerini kısarak baktı. “Bak evlat, seni oturduğun koltuğa bir anda getirdim. Ama sen o koltuğu bir günde hak etmedin. Bütün dosyanı inceledim şayet bana ve şirketimize gelecek vaat etmesen seni olduğun yerde bırakırdım. Bu konuyu ilk ve son kez konuşuyoruz. Altı ay önceki haline dönmezsen bu konuşmanın ikinci seferi olmaz. Elinde biletinle seni buradan yolcu ederiz. Senin gibi bir elemanı kaybetmek istemeyiz, kendine çeki düzen ver,” dedi her an hapşıracak gibi bir incelip bir kalınlaşan sesiyle.

Orkun olması gerektiği kadar ağırbaşlı ve mahcup bir ifadeyle odayı terk ettiğinde ikisi de konuşmaya farklı yerlerden bakıyordu. Orkun, belki de ilk defa baş kaldırmanın, düzenden şaşmanın, başarıdan vazgeçmenin tadını alırken Kenan Bey; Orkun’a dair bir idare lambası kadar ancak ışık veren umudunu harlamaya çalışıyordu. Orkun telefonunu çıkarıp takvimi açtı. Önündeki dört haftanın bütün eğlence, kültür ve sanat planları hazırken iş programına dair hiçbir kaydı yoktu. Akşamın tatlı esintisinde bindiği üç tekerlekli bisikletle ilerlerken rüzgârın esintisinden daha ağır gelmemişti ona bu durum. Yaşamını iş ve hayat üzerine kurduğu günlerden hayat ve iş üzerine çevirirken kendinden eksilttiği her parça ona ait olduğu bir yaşam olduğunu hatırlatıyordu. Aksattığı işleri birkaç dakika içinde sıraladı. Hepsi, hepi topu iki günlük işti ama ertelemeler zincirleme olmuş üç haftalık iş planına el sürmemişti. Bisikletten Lina’nın çalıştığı barın önünde indi. Bu akşamdan başlayarak iptal ettiği eğlence takviminin bir bölümünü sabahtan itibaren aksayan işlerle doldurmuştu.

Lina ile bir aydır birliktelerdi. Orkun, ilişkilerine sadece bir arada olma hâli olarak bakıyordu. İlişkileri Lina’ya yaptığı büyük itirafları, kendine verdiği ciddi sözleri barındırmıyor ya da bu bir arada olma hâli ona sorumluluklar yüklemiyordu. Lina’nın sessiz ve sakin kişiliği Orkun’un birlikte güzel zaman geçirmesi için yetiyordu. Atkuyruğu yaptığı saçları ve iş önlüğüyle masadan masaya koştururken buldu Lina’yı. Yüzünde gülmediği zamanlarda bile kendine yer bulan tebessümüyle bakıyordu etrafına. Lina, mimarlık fakültesinden iki yıl önce mezun olsa da hâlâ mesleğine uyan bir iş bulamamıştı. Orkun’un şirketten arkadaşlarıyla içkiyi fazla kaçırıp önce midesini sonra barı mahvettiği akşam tanışmışlar, Lina’nın Türkçeye olan hevesi ile Orkun’un Lina’ya olan ilgisi muhabbetlerini ilerletmişti. “Bu akşamki gösteriye gelemiyorum. Yarın için hazırlamam gereken dosyalar var,” dedi Orkun isteksizlikle. Lina’nın itaatkâr bakışları durumu anlayışla karşıladığını anlatıyordu. “Ama istersen bana gidebiliriz, sen varken de işlerimi halledebilirim sorun değil,” dedi. Orkun pirinç şarabının dibini görmeden Lina çoktan çantasını alıp hazırlanmıştı.

Alarmını uzun zamandır olmadığı kadar erkene kuran Orkun, ikinci ertelemeden sonra uyanabildi. Lina’yı uykusuyla bırakıp işe giderken onun çalışma saatlerinin daha cazip olduğunu düşünmüştü ilk defa. İşlere odaklanabilmesi için peş peşe üç sert kahve içmesi gerekti. Zihni çalışma düzeninden ne kadar uzaklaştığını fark etse de aklı inkâr ediyordu. Kol saatine istemsizce her bakışında zamanın akışsallığını kaybettiğini düşünüyordu. “Selam, kolay gelsin.” Başını bilgisayar ekranından sese doğru çeviren Orkun, Ayça’yı görmeyi beklemiyordu. Ayça sadece aylık tanıtım bültenlerinde fabrikaya geliyor, onun dışında bir süredir dışarıda bile rastlaşmıyorlardı. “Sağ ol, hoş geldin. Hayırdır, Kenan Bey bugünde seni mi çağırdı?” dedi Orkun belli belirsiz kamburunu sandalyesine yaslarken. Ayça’nın esmerliği aylar içinde arttıkça artmıştı. Küçük gözlerinin daha küçük olan akları iki inci gibi yüzünde parlıyordu. “Nasıl?” dedi dikkatle. Orkun’un yüzündeki kayıtsız bakışları görünce ekledi, “Arkadaşım, bugün ayın yirmi dördü ve biz sekiz aydır, her ayın yirmi dördünde birim temsilcilerimizle toplantı yapıyoruz. Sunumlar, slaytlar, grafikler, afişler falan filan…” Ayça, umursamazlıktan hücre hücre şaşkınlığa evrilen yüzünü izledi bir süre Orkun’un. Sesini kısarak “Ana sunum bu ay sendeydi. Hazırsın de mi?” dedi. Yan masada konuşmalarına kulak kabartan Ekrem’i fark edince Orkun’u sürüklercesine masadan kaldırıp dışarı çıkardı. Orkun lakayt bir şaşkınlıkla bakıyordu Ayça’ya. “Unuttum ben onu,” dedi yalnızca.

Vietnam defterinin Orkun için kapanması sadece iki hafta sürmüş, ağrısız sızısız bir veda olmuştu. Orkun, belki de ilk defa insan oluşunun, hatalarının, eksiklerinin ve bunlarla da var olabileceğinin farkına varmıştı. Ailesinin kısıtlı imkânlarını alıp kendi mucizesini yazan Orkun Yılmaz, yirmi sekiz yaşında tadına vardığı bir yılgınlığı yaşıyor, damağında -Vietnam lezzeti olarak aklına yazdığı- baharatlı meyvelerin o acı tatlı lezzetini hissediyordu. Kırıp içinden çıktıkları kabuklarıyla beslenen bebek salyangozlar gibi Orkun’da uzun yıllar kabuğunda yaşamış ve kendini hazır hissettiğinde kabuğunu çatlatıp başını dışarı uzatmıştı. Dışarıda içine çektiği ilk nefesle oda kendi kabuğundan bir parçayı koparıp almış, bu parçayla değişip dönüşmüştü.

Koltuğuna oturduğunda sefer bilgilerini ve nefessiz anlatılan emniyet kurallarını dinleyemeyecek kadar yorgun hissediyordu. Kemerini takıp çantasının derinlerinde kulaklığını aramaya koyuldu. Kendini bu arayışa öyle kaptırmıştı ki yanındaki koltukta yerini almak için bekleyen kadını hiç fark etmedi. Omzuna dokunan elle irkilip başını kaldırdı. Kendine bakan gözler geliş uçağında bir kere başını çevirip bakar mı, diye yol boyunca beklediği gözlerdi. Sakince kalkıp aklında kendine derin bir kuyu kazan kadına yer verdi. Anonslar bitip sesler sustuğunda Orkun çoktan kararını vermişti, “Merhaba, rahatsız ediyorsam kusura bakmayın ama çok tanıdık geldiniz. Üniversiteden tanışıyor olabilir miyiz? Ya da belki bir iş toplantısından?” Perçemleri alnına dökülen ufak tefek kadın Orkun’un yüzüne söylediklerine cevap arayan gözlerle baktı bir süre. Bir yanıt vermek mümkündü ama bu yabancının bakışlarında okuduğu ısrar onu bütün cevaplardan men ediyordu. Birkaç saniye içinde cevap alamayan Orkun devam etti, “Belki de çok daha eskiden tanışıyoruz? Hangi illerde bulundunuz?”


Edeviye Bekleviç

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page