top of page

Öykü- Egemen Özdemir- Dalgan

Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyatİshakEdebiyat

Yaşlı adam, çocuğu karşısına oturtmuş, onun için topladığı otları çiğnemesini izliyordu. Çocuğun gözleri kırmızı leğendeki darı tanelerindeydi. Leğen, az ötedeki üç ayaklı ferforje saksılığın en üst gözüne yerleştirilmiş, her iki yanındaki gözlere ise sığırcıklar ve karatavuklar tünemişti. Kuşlar yerindeydi, bahçede kedi yoktu ve ev temizleniyordu. Adam bir an keyifle gerindi, kendi kendine gülümserken lekeli yüzü büyüdü, çenesi birkaç kere titredikten sonra, “Benim kuşlar rahatsız ediyor mu seni? Bunları yiyip pisliyorlar mı sizin pencereye?” diye takıldı çocuğa.

O esnada damadı, bir elinde bulgur pilavı, bir elinde ayran aşıyla masaya oturdu. Sanki mutfaktan sepetlenen o değilmiş gibi büyük adımlarla, kasıla kasıla gelmişti. Yüzünde alaycı, gevrek bir gülümseme vardı. Çocuğun önündeki ot yığınına bakıp küçümser bir ifadeyle başını salladı.

“Dalgan vermedin di mi? Yakacaksın çocuğu.”

“Vermedim be. Ben senin kadar bilmiyor muyum? Bak orada var mı hiç dalgan? Roka, tere, kuzu kulağı...”

İhtiyarın keyfi uzun sürmemişti.

“Tere de yakar onun dilini.”

“Yakanları tükürüyor çaktırmadan. Sen merak etme.”

Sıcaklar erken başlamıştı. Yaz günlerini anımsatan, sapsarı bir nisan ikindisiydi. Gündüz, güneş vadinin üstüne oturmuş, tren raylarını ve etrafında boy veren yabani otları, binaları, asfaltı, kedileri, köpekleri yakmış; ayva ağaçları tüm bunlara aldanıp vaktinden önce çatlarcasına açılmış, kayalık yamaçlarda fırça izlerine benzer beyazlıklar bırakmıştı. Yalnız, genç adamın yemeğini alıp ihtiyarla çocuğun yanına geçtiği vakitlerde, rüzgâr bahçede yeni yeni dolaşmaya başlamıştı. Bir süre karşılarında, vadinin diğer yamacında yükselen binalara, iş makinalarının açtığı kuru toprak yollara, kahverengi tepeciklerden fışkıran beyazlara bakıp sessizce oturdular.

Sonra eğilip kalkan kadınların homurtuları, kovalardan dökülen suların sesi, temizlik kokuları taştı bahçeye. Genç adam onu masaya hapseden bu koşturmadan rahatsız, eğlenecek bir şeyler arar gibi bakındı etrafa. Çocuğu buldu gözleri. Neşesi yerine geldi. Şimdi elime düştün, der gibi bakıp ellerini ovuşturdu. Alaycı gülümsemesini bastırıp yüzüne ciddi bir ifade vermeye çalışarak yürümeye başladı avının üstüne.

“Nasıl, benimki daha güzel değil mi? Güzelini ben aldım bunların. Hem de öğretmen.”

Kadınlar, adamın dediklerini duymadı. Duysalar da oralı olmazlardı. Dertleri başından aşkındı. Zaten çocuğa başından beri şefkat duymuyor, evdeki varlığıyla ilgilenmiyor, her seferinde ilk kez görüyormuş gibi bakıyorlardı. Çocuk, adamın söylediklerinden utandı, belli belirsiz gülümsedi. Ayıp olur diye yarıda bıraktı gülümsemesini sonra. Bugün temizlik olduğunu biliyordu. Adamın attığı laftan cesaretle, abla kardeşin ıslanmış tişörtlerinin içinde devinip duran büyük memelerini izledi bir süre. Kadınlar her hafta babalarının evini temizlemekten şikayetçi ama kaderlerine boyun eğmiş, içlerine işlemiş bir sorumluluk duygusuyla bahçeye açılan balkonu yıkıyorlardı.

“Annesi nerede bunun?”

Çocuk bu sefer başını indirdi, gözlerini masanın altında topladı. Elindeki turuncu renkte, sırtında siyah şeritler olan plastik kaplanını sıktı. Babasının ona aldığı son oyuncaktı bu kaplan. O günden beri büyümüş, oyuncak hayvanlarla oynayacak yaşı geçmiş, ama babası gelmemişti. Yalnız bazı akşamlar annesinin telefonundan görüntülü konuşuyorlardı.

“Sitelere temizliğe gidiyor, adam bunları bırakıp gittiğinden beri.”

 “Size mi bırakıyor hep böyle çocuğu?”

İhtiyat şefkatle çocuğa baktı:

“Bu yavru da ne yapsın, okuldan döndükten sonra bizde bekliyor annesini. Bugün temizlik var diye kayınvaliden istemedi içerde.”

“Ha sen kocası kaçan kadını diyorsun. Onun yani bu çocuk?”

İhtiyarın tel tel ayrılmış kaşları çatıldı, damadına, uzatma manasında baktı. Ardından bir hışırtı koptu. Çocuk bir anlığına da olsa adamın edepsizliğini unuttu, gözleri merakla, bahçeyi çevreleyen tellere döndü.

“Bak piç kurusuna, nasıl da atlıyor. Bitişiktekilerin semirttiklerinden bu da. ”

“N’oldu senin tuzak fayda etmiyor herhalde?”

“Ağ çektim boydan boya ağacın altına, geçen gün biri takıldı ama hepsine işlemiyor. Giriyor bir şekilde dinine yandıklarım. Bak bir tanesi atlıyor yine, orada.”

İhtiyarın başıyla işaret ettiği ağın üstünden atlayan kedi, az önce bir tuzağı alt etmemişçesine sakin, bahçenin içerisinde ilerlemeye başladı. Ne ki adam, ihtiyarın dedikleriyle çok ilgilenmedi, eğlencesi en heyecanlı yerinde kesilmişti, hevesle çocuğa döndü,

“Demek annen temizliğe gidiyor ha? Amma temizlikmiş be, nerede kaldı bu kadın. Söyle annene bize de gelsin temizliğe, olur mu?”

Çocuk cevap vermedi. Zoraki gülümsemekle başını masaya gömüp ağlamak arasında kaldı. Gözleri buğulandı, balkona dökülen çamaşır suyunun buharı genzini yaktı, o vakte kadar belli belirsiz esen rüzgâr şimdi tişörtünden içeri girmiş, kemiklerini titretiyordu. Adamdan kaçırdığı gözlerini kaplanına dikip o güne daldı. Oysa o günü, o kokuları çoktan unutmaya karar vermişti çocuk öfkesiyle, bir daha düşünmeyecekti.

***

İhtiyarın televizyon karşısında içi geçmiş, kocakarı arka odada kızlarından biriyle telefondaydı. Evden çıktığını kimse fark etmemişti. Annesine ayrı, babasına ayrı kızgın, küçük ayaklarının önüne çıkan taşlara vura vura vadiye inmiş, beton kalıplarla daraltılmış kanalın üzerinden kargalar ve sokak köpeklerine aldırmadan geçip yeni sitelerin yapıldığı tepeyi tırmanmıştı. Güvenliğin boş bakışları eşliğinde kollu araç bariyerinin yanından siteye girmiş, adamın onun sitede oturan çocuklardan biri olduğunu düşünüp durdurmadığına inandırmıştı kendisini. Siteyi, binayı, kapıyı çoktan biliyordu. Annesi kaç kez telefonda arkadaşlarına anlatmıştı, sonunda iyi bir yer buldum çok şükür, çok iyi adam, çok temiz, valla eşi nerede, çoluğu çocuğu var mı bilmiyorum, buraya bir yer açmış, bakır teli mi ne yapıyormuş, gece gündüz çalışıyor, vardiyalıymış fabrika, arada olur olmaz saatlerde eve geliyor ama olsun, odasına geçip uyuyor bir iki saat, sonra yeniden çıkıyor işe diye, Ayten ayarladı, Allah razı olsun, yoksa ne yapardım küçücük çocukla, dönmedi hâlâ, haftada bir görüntülü arıyor, beş dakika konuşmayla çocuğun gönlünü alacak güya, çocuk anlamaz mı anlıyor bir terslik olduğunu tabii...

Annesi onu kapıda görünce şaşırmış, kolundan tutup telaşla içeri çekmişti.

“Niye geldin bunca yolu oğlum? Ne diyeceğim şimdi adama?”

“Hiç. Karnım acıktı da.”

“Hani karnın acıkınca dedeye söyleyecektin? Yemek vermiyor mu sana o aksi kocakarı yoksa?”

Çocuk gözlerini kaçırmış, omuz silkmişti. Annesi bıkkınlıkla,

“Sabahtan yumurta haşlamıştım, şimdi onu ye, eve gidince doğru düzgün bir şey yaparım sana,” deyip işine devam etmek için aceleyle içeri geçince, önündeki sabahtan kalma, taş gibi sert haşlanmış yumurtayla ilgilenmemiş, bir şeyleri anlayabilir ya da en azından hissedebilir mi diye merakla etrafa bakınmaya, çocuk aklıyla annesinin masumiyetini sorgulamaya başlamıştı. Yıkanıp asılmış çamaşırlar, yumuşatıcı kokusu, mutfağın annesinin elinden çıktığı kesin o tanıdık düzeni ve önündeki mor yeşil yumurtanın ağır kokusu... Tam da bütün bu düzenin ve kokuların toplamında annesinin varlığını bulup, bununla nasıl baş edeceğini bilemediği, yaşından büyük bir isyan duygusuyla dolduğu sırada, fark ettirmeden, sessiz adımlarla gelmişti adam. Yanına kadar yaklaşıp yorgun ama sevecen gözlerle öfkesini anlayamadan çocuğu izlemişti bir süre. Kadın telaşla yetişmiş, başı eğik, çocuğunun yerine af dileyen mahcup bir ifadeyle arkalarında beklemişti.

Adam, anneyle çocuğunun sessiz savaşını yatıştırmak isteyen yumuşak bir ses tonuyla:

“Rahatına baksın. Ben içeri geçiyorum, biraz dinleneceğim,” deyip ayrılmıştı yanlarından.

“Ne öyle sağa sola bakıyorsun bir şey arar gibi? Yesene yumurtanı oğlum, hani açtın?”

“Kokuyor bu yumurta.”

“Tamam yumurta çırpayım sana ama yerinde dur, sağa sola bakıp durma. Az işim kaldı, ses etmeden yemeğini ye, sonra çıkarız.”

***

Annesinin gittiği sitelerde bir yer daha kazılıyor, bir yer daha yükseliyor, uzun vinçler sağa sola hareket edip gıcırdıyor, kamyonlar onlara açılmış çorak yollarda arkalarından tozdan bir bulut bırakarak gürültüyle şantiye alanlarına çıkıyor, şantiye alanlarından iniyorlardı.

“Sabaha kadar susmuyorlar,” dedi yaşlı adam mağlup bir ses tonuyla.  “Ne kamyonlar susuyor ne kediler duruyor.” Bir kedi daha dalmıştı bahçeye. Sinirinden dönüp bakmamıştı ama mırıltısını, sessiz adımlarını duymuştu. Kaç kedi girdi sayamaz olmuştu. Bugün de yenilmişti kedilere. Kızlarının suratsızlığı, damadının içini kaldıran varlığı, çocuğun çaresizliği, bahçedeki onca kedi... Hepsini unutmak istercesine gözlerini kapadı. Bu sefer de iş kamyonlarının uğultuları... Masanın başında oturmuş, yemeğini yiyen damadıysa enikonu neşeliydi, eğlencesini bulmuş, bırakmaya niyeti yoktu. Dolu ağzından fışkıran bulgur tanelerine aldırmadan keyifle devam etti çocuğu sıkıştırmaya.

“N’oldu, nereye daldın be? Söylicen mi annene bize de gelsin. İyi... Hiç olmazsa benden bir selam söyle, olur mu?”

Çocuk burnunda o günkü sabahtan kalma soğuk haşlanmış yumurtanın kokusuyla silkinip masaya döndü. Nerede kaldığını unuttuğu bakışlarını yeniden kaplanına yöneltti. O kokuyu bahçedeki hiçbir şey bastıramıyordu, ne kaçak kedilerin bıraktıkları keskin kokular ne balkona dökülen suların genzini yakan acılığı ne ağzında gevelediği otların ekşi, mayhoş tatları.

“İhtiyarın damadı çağırıyor de. Dicen mi? Tanır mı beni annen? Yakışıklı de tamam mı?”

“Uğraşma çocukla.”

İhtiyar az önce kapattığı gözlerini öfkeyle araladı. Bir şeyler daha söylemek istese de sustu, ama damadıyla uğraşmak istemediğinden ama takati olmadığından çok üstelemedi. Kendini yeniden bahçede bulmaktan mutsuzdu. Sanki bir kedi daha atlamıştı az önce. Bu kadar çok değildiler, diye geçirdi içinden. Kadının nerede kaldığına takılıp sinirlendi sonra. Aklına bu zamana kadar gelmeyen kötü düşünceler uğradı damadının tahrikiyle. Terli kalın bileğine kelepçe gibi yapışmış, kadranı toz tutmuş saatine baktı art arda sabırsızca. İçini çekip, artık bahçeyi neredeyse esir almış, hışırtıları kesilmeyen kedilere sövdü çaresiz.

“Sizi de, sizi besleyip buraya salanları da...”

Damadı ihtiyarı duymadı. Yemeğini bitirmiş, tok gözlerle çocuğu süzüyordu. Yüzünde müsamere tadında yapmacık bir ifade vardı.

“Baksana bizimkiler boyuna oflayıp pufluyorlar, beceremiyorlar temizliği. Annene söyleyeceksin di mi, gelecek bize?”

Bir yarayı kaşır gibi üstüne gidiyordu. Çocuk burnunda o günkü koku, etrafında dönüp duran kedilerin arsız kıpırtıları, aklında annesi ve babasıyla ilgili canını yakan sorular, bunaldıkça kaplanını daha bir güçlü sıkıyordu.

“Unutma ha, söyle annene, tamam mı? Bir resmimi vereyim mi, gösterirsin. Dur bakayım cüzdanımda bir tane olacaktı.”

Adam susmuyordu, arka cebine davranıp rengi solmuş bir fotoğraf çıkardı, çocuğa doğru özensizce fırlattı. Bir kedi daha ağın üstünden atladı, ihtiyar umarsız la havle çekmeye başladı. Çocuk başını eğmiş, gözlerini fotoğraftan kaçırıyordu.

“Utanma, al koy cebine, akşama annene gösterirsin.”

Çocuğun şakaklarından inen damar kabardıkça kabardı, yeşili iyice belirginleşti süt beyaz teninde. Gözünü kapayıp, babası annesi hep birlikte oldukları anların içinden geçti hızla, bir boşluğa düşer gibi. Sonra birden gözlerini açıp kaplanını cılız koluyla adama savurdu. Kaplan adamın yüzüne çarpıp tabakta kalan bulgur tanelerinin üstüne düştü. Temizlik durdu, sular sessiz sessiz aktı gidere. Kadınların gözü panikle çocuğa döndü. Çocuk aldırış etmeden, yaşının verdiği fevrilikle masadan fırlayıp bahçe kapısının yolunu tuttuğu anda eski demir kapı gıcırdayarak açıldı. Kuşlar telaşla havalandı. Çocuk dolu gözleri, titreyen vücuduyla annesine sarıldı. Kadın çocuğu kanadının altına aldıktan sonra ne olup bittiğini anlamak için uzun uzun bahçede cirit atan kedilere, balkonu yıkayan asık suratlı kadınlara ve masadakilerin suçlu gözlerine baktı. Adam yılışıkça sırıttı:

“Sizin oğlana da hiç şaka yapılmıyor canım. Ne dedik bu kadar alınacak.”


Egemen Özdemir

Comments


bottom of page