top of page

Öykü- Elif Ünal- Göğe Bakalım Derken

  • Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyat
    İshakEdebiyat
  • 2 Haz
  • 5 dakikada okunur

Göğe bakayım derken kendimi yerin dibinde buldum. Ciddi söylüyorum. Komşunun çocuğu uçan balonunu elinden kaçırmasaydı, ben de gök mavisi balonun peşine düşmeyecektim ve bunlar hiç yaşanmayacaktı.

İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım

Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından

Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından

Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar 

Apartman bahçesinde elimde çayım, Turgut Uyar şiirlerine dalmışken ufaklığın, “Balonum,” diye ağlamasıyla başımı kaldırdım. Başka zaman olsa aldırmazdım. Ama şiir okuyordum. Ve bir çocuk ağlarken şiir okumak imkansızlaşıyordu.

Çayımı ve kitabımı oturduğum yere bırakıp kalktım. Şu aranıp duran korkak ellerimi tut. Yavaş yavaş uzaklaşan balonun ardına düştüm. Bu evleri atla bu evleri de bunları da. Çocuk ağlıyor, balon salınarak yükseliyor, ben de yakalarım umuduyla hızlı hızlı yürüyordum. Göğe bakalım. Bir süre sonra adımlarım yavaşladı. Balon artık erişilemeyecek bir uzaklıktaydı. Yine de yürümeye devam ettim. 

Dizeler göğe bakma çağrısı yaptıkça, mavisi balonunkinden daha canlı olan gökyüzünü araştırıyor, şiirde bahsi geçen o hiç dönmeyeceğim yeri düşlüyordum. Bir süre sonra balonu tümden gözden kaybettim. Umursamadım.  Göğe bakarak yürümek çok güzeldi.  Kendimi öyle bir kaptırmışım ki gözlerimi gökyüzünden alıp yere çevirmek hiç aklıma gelmedi.

Evvel ezel ne yere bakmayı severim ne de yere bakanları. Başı yerde yürüyen insan kafasının içine hapsolmuştur. Zihin hapishanesinden kurtulamaz bir türlü. Sonsuz ve özgür göğe bakmak öyle mi ya? İnsanı alır, düşlerden düşlere taşır. Ne var ki düşten düşe gezinmek de insanı gerçek dünyadan uzaklaştırıyor. Bir zaman sonra geri dönmek hem mecburi hem sarsıcı oluyor. Bana da aynen böyle oldu. Bir balonun peşinden, aklım havada, mavi düşlere dalmış yürürken kendimi pat diye bir boşluğun içinde buldum. Aslında bir saniyeden fazla sürmeyen bu düşüş bana hayatımın en uzun ânı gibi geldi. 

Ne kadar baygın kaldım hatırlamıyorum, gözlerimi güçlükle araladığımda gökyüzünü seyrettiğim güneşli sokaklarda değil, yarı karanlık bir çukurdaydım. 

“Adam düştü!” diye bağırdı biri yukarıdan. “Adam düştü. Yetişin!” Filmlerde de böyle bağırmazlar mıydı? Yok, yok… “Denize bir adam düştü,” diye bağırırlardı filmlerde. Ama benim öyle gök mavisi bir denize düşmediğim kesindi. 

Dışarıdan kulağıma çalınan konuşmalar sayesinde nerede olduğumu hemen kavradım. Lağıma düşmüşüm meğer. Nam-ı diğer bok çukuruna. Düştüğümü görüp toplananlar aşağı doğru seslendiler.

“Hey, iyi misin? Ses ver.” 

“Yardım edin,” demeye çalıştım fakat sesimi kendim bile zor duydum. Kaburgalarım ciğerlerime saplanıyordu sanki. 

“Bayılmış galiba.”

“Başını çarpmıştır belki gariban.”

“Ne garibanı be! Burnunun ucunu göremeyen aylağın teki işte.”

“Belediyenin zahmet edip de kapatamadığı çukura düştü diye adamı suçlayacaksınız neredeyse.”

“Önündeki koskoca çukuru görmediğine göre ya sarhoştur ya da hapçı.”

 “İşçiler öğle molasında. Dönünce kapatacaklar elbet rögar kapağını.”

“Tabii kapatacaklar canım. Nasıl bir öğle molasıysa artık, bu çukur iki haftadır açık.” 

“Allah Allah! Bırakın şimdi suçlu aramayı da yardım edelim.”

“Ambulans çağıran oldu mu?” 

“Aradık aramasına da trafik fena.” 

“Adamı çukurdan çıkartmak lazım önce.”

“Biz çıkartamayız ki.” 

“İtfaiyeyi aramalı o zaman.”

“Bekleyelim, eninde sonunda birileri gelir yardıma.” 

Pek ufak tefek biri sayılmazdım. Düştüğüm yerde sıkışmış kalmıştım. Başımda şiddetli bir zonklama vardı, göğsümde, bir bacağımda ve omzumda kuvvetli ağrılar hissediyordum. Bilincim gidip geliyor, beni çukura düşüren şiirden tek bir dize zihnimde yankılanıp duruyordu. İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım. Başımı kaldırıp göğe bakmaya çalıştığımda enseme şiddetli bir ağrı saplandı, gözlerim karardı.

Tekrar kendime gelir gibi olduğumda, çukurun tepesinde birileri yardımın nerede kaldığını soruyor, bir başkası ambulansın yolda kaza yaptığını söylüyordu. Ben giderek uğultuya dönüşen seslerin ortasında zihnimdeki şiirle boğuşuyordum: Ne tuhaf, göğe bakamıyordum bile artık. Daracık çukurun içinde, ensemdeki ağrı başımı kaldırmama engel oluyor, gökyüzünün ucunu dahi göremiyordum. İçimdeki sıkıntı arttı. Başımdaki zonklama yeniden peydahlandı, gözlerim kararmaya başladı. Bir kez daha kendimden geçmiş olmalıyım. Gözlerimi açtığımda çukurun başındakilerden artık hiç ses gelmediğini fark ettim. Etraf kararmaya yüz tutmuştu. Gücümü toplayıp sesimi duyurmaya çalıştım ama kimse cevap vermedi. 

Gitmiş, beni kaderime terk etmiş olabilirler miydi? Kaderim bir bok çukurunda sıkışıp kalmak mıydı? Kapana kısılmıştım resmen. Damarlarımdaki kan kaynamaya başladı. Sakin ol. Sakin ol. Yeniden kendimi kaybedemezdim. Sonsuza kadar burada kalacak halim yoktu ya. Nasıl olsa kurtaracaklardı beni. Hem sanki daha önce hiç sıkışıp kalmamış mıydım? Metrobüsle işe giderken mesela, o kadar sıkışmış hissediyordum ki güçlükle nefes alıyor, kendimi dışarı zor atıyordum. İş yerinin asansörü de sıkışık oluyordu bazen. Kimse beklemek istemediğinden kaç kişi taşıyabileceğine falan bakmadan doluşuyorlardı içeri. Dışarı çıkmak da mümkün olmuyordu öyle zamanlarda. Kendi katımda inebilirsem şanslı sayıyordum kendimi. 

Ayaklanan sinirlerimi yatıştırma çabam başta pek işe yaramadı. Göğsümdeki ağrı giderek artıyor, başımdaki zonklama canımı yakıyordu. Bedenimdeki acıdan kaçabilmek için tümüyle zihnime sığındım. Hepimiz sıkışmışlıktan doğuyorduk aslında. Ana rahminde der top olmuş doğmayı bekliyor, sonra da daracık bir kanaldan geçerek geliyorduk bu dünyaya. Hayatımız da sıkışıklıkta son buluyor, ölür ölmez hepimizi daracık mezarlara gömüyorlardı. 

Film kareleri geldi gözümün önüne yine. Öldüğünde yakılmayı vasiyet eden bir adam gördüm ilk karede. Vasiyeti yerine getiren karısı mıydı sevgilisi mi hatırlamıyorum adamın küllerini yüksek bir tepeden denize serpiyordu. Son karede küller gök ve deniz arasında bir anlaşma varmışçasına mavinin farklı tonlarına karışıp kayboluyordu. Ben de gökyüzüne karışsam, bu pis kokulu daracık yerden, bu sıkışmışlıktan, bedenimi ele geçiren acıdan özgürleşebilirdim.

Zihnimdeki düşünce ve hayaller beni oyalarken bedenim sonunda kendini toparlama fırsatı yakalamıştı. Başımın zonklaması azalmış, boynumu acı duymadan hareket ettirebilir hale gelmiştim. Şiir zihnimde yankılanmaya devam ediyordu. İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım. Önce bunu iyiye yordum. Aklım başımdaydı demek. Ama sonra çukura bu şiir yüzünden düştüğümü hatırladım. Şiirin beni yeniden ele geçirmeye çalıştığını fark ettim. İçim daraldı.

Hava iyiden iyiye kararmıştı artık. Başımı yukarı doğru uzattım, laciverte çalan yıldızsız bir gökyüzü vardı. Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya. Ne karanlığı be? Caddeden ışık geliyor. Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum. Kimsenin uyuduğu falan yok, herkes ayakta. Arabalar vızır vızır, insanlar oradan oraya koşuyor. Ben pis bir çukurda sıkışıp kalmışken dışarıda yaşam devam ediyor. Göğe bakalım. Yeter yahu! Kurtulmalı şu lanet olası şiirden, düşlerden, gökyüzünden. 

Dizelerin zihnimi bir kez daha istila etmesine izin veremezdim. Bütün dikkatimi dışarıdan gelen seslere yönelttim. Biraz uzaktan, “Simitçiii,” diye bağırarak geçip gitti biri. Bir araba fren yaptı, yakındaki dükkânlardan birinden müzik sesi geliyordu, birileri kahkahalar atarak geçti. Yakınımdan hızlı adımlarla geçenlerin ayakkabılarının topuklu mu topuksuz mu olduğunu tahmin etmeye çalıştım. Topuklu topuksuz, topuklu topuksuz. 

Karnımda bir gurultu hissettim. Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun. Şiir bir türlü vazgeçmiyor, durup durup zihnimi yokluyor, içeri açık bir kapı arıyordu. Ama bu defa kararlıydım. Meydanı ona bırakmayacaktım. Zihnimden çıkıp bütün dikkatimi bedenime verdim. Sabahtan beri ilk defa midemde hissettiğim gurultuya odaklandım. Yemek aklıma gelince midemin ağzıma gelmemesi şaşırtıcıydı.

Hava serinleyince pis koku biraz azaldı sanki. İçeri azıcık genişlemiş gibi. Baksana kolumu hareket ettirebiliyorum artık.   

Çukurun tepsinden gelen incecik bir ses düşüncelerimi böldü. 

“Anneee Anneee! Baksana, bu çukurda bir adam var.” 

Çocuk beni fark etmişti, karanlıkta minik elleriyle beni işaret ettiğini hayal edebiliyordum.  

“Yaklaşma düşersin bak. Yanıma gel hemen!”

“Ama anne adam?” 

“İmdaaat,” dememe kalmadı annesi “Gel dedim sana! Otobüsü kaçıracağız şimdi,” diye çekiştirdiği oğlanı çukurun başından alıp, telaşlı adımlarla uzaklaştı. 

Çocuk gitmeden önce bana doğru bir şey attı. Yırtık bir çikolata kâğıdı. Çikolatanın hepsini yemiş. Ama kâğıdın üzerine yapışmış artıklar duruyordu hâlâ. Midemdeki gurultu kendini yeniden hissettirdi. Fazla ölçüp biçmeden kâğıdı yalamaya başladım. 

Çikolatanın şekerli tadı dilime yayılınca, zihnim tuhaf bir sakinliğe kavuştu. Etrafta uçuşan dizeler kaybolmuştu. Şiir yakamı bırakmışa benziyordu. Bir an için, lağım kokusunun hafiflediğini hissettim. Bedenimdeki ağrılar yok olmuş, içeri biraz daha genişlemişti. Çukura düştüğümden beri ilk defa gülümsedim ve kendi kendime, “Belki de” dedim, “burada sıkışıp kalmak o kadar da kötü değildir.”


Elif Ünal

Comments


bottom of page