Sabah ezanıyla birlikte kasabayı sarsan gürültünün, zelzeleden değil, karaya oturmuş bir Rus gemisinden kaynaklandığı haberi kulaktan kulağa yayılmaya başladığında, saat henüz erkendi. Kepenklerini yeni açmakta olan esnaflar arasında, kapısını ilk kapatan manifaturacı oldu; zira bu saatte siftah yapmak zaten mümkün değildi.
Dükkânını açan bakkal, peşi sıra içeri giren çırağın ensesine iki şaplak attıktan sonra yanına iki gazoz alarak sahile yollandı. On iki, on üç yaşlarındaki çocuk, gözlerindeki çapaklardan henüz arınamadan, yediği dayağın hırsıyla gözleri yaşlı bir şekilde sabahın bu saatinde sahile giden mahalle çocuklarına bakındı. “Gelmiyor musun, lan bakkal çırağı? Rus gemisi karaya oturmuş,” dedi, alaycı bir tavırla Piç İbiş. İçinde bir kıpırtı hissetti. Ustasının, elinde gazozlarla, sabahın köründe nereye gittiğini anlamıştı. “Ondan önce gelirim, bir şey anlamaz,” diyerek dükkânın önündeki karpuzları alelade bir örtüyle kaplayıp grubun sonunda bekleyen Topal Mehmet’e yetişti. Ustası gibi yanına gazoz almayı ihmal etmedi; Topal Mehmet’e acınıp bir tanede ona aldı.
Sabah ezanı sonrası, önüne koyduğu birkaç dilim ekmek, sararmış peynir ve üç beş zeytinle kahvaltısını yaptırıp işe uğurladığı kocası Kaynakçı Amir’in ardından kestiren Nermin, sokaktaki patırtıya uyandı. Gürültücü çocukları paylayacakken koşturan kalabalığı görünce örtüsünü kafasına atıp terliklerini giyerek sokağa fırladı. Kapının eşiğinde, bir süre olan biteni izledi. Emine’nin kucağında bir çocuk, diğerini elinden tutarak yoldan geçenlerle konuştuğunu fark edip soluğu yanında aldı. Nermin, ağzını açamadan, çocuklu kadın döküldü. “Rus’tan gelen kocaman gemi karaya oturmuş, Kağıtçıların konağından içeriye girmiş,” diyorlar.
Az sonra ikisi, kol kola girmiş, önlerine taktıkları birkaç komşuyla birlikte yürüyenlerin arasına karıştı. Nermin, kocasının dükkanına uğramayı bir an aklından geçirse de, onunla böyle bir felaketi izlemenin sıkıcı olacağını biliyordu. Kadın kadına olayın kritiğini yapmanın ve eksik kalan parçaları sağdan soldan dinleyip izlemenin keyfini kaçırmak istemezdi.
Aynı sabah, Rafet Efendi Okulunun beşinci sınıf öğrencileri, başlarında Yusuf Öğretmen, Hademe Osman ile birlikte mesire yerine pikniğe gitmekteydi. Yusuf Öğretmen, ters yöne yürüyenleri merakla izleyen çocuklara inat bir süre yolunu değiştirmese de, gruptan çocukların eksildiğini fark etmesi uzun sürmedi. Hademe Osman’ın ısrarcı tavrı ile belki de tarih kitaplarında yer alacak bu olayı yakından görebilmeleri için çocukları Budapeşte sahiline yönlendirirken grubu bir arada tutma maksadıyla, asker yürüyüşü ve İzmir Marşı’yla yürümelerini salık verdi. Coşkuyla bağıra bağıra marş söyleyen çocuklar, sürekli birilerinin sağdan soldan koşturarak Budapeşte sahiline indiğini gören halkı “İhtilal mi var?” diye yollara döktü. Şehirde bu durumu duymayan kalmamıştı. Sokaklardan geçen çocukların marşına, evlerinden çıkan kadınlar da katıldı; çocuklar, yaşlılar, tüm esnaf, sokakları bir şenlik alanına dönüştürdü. Sesleri duyanlar, önce alaya katılıyor, olan biteni daha sona öğreniyorlardı. Yusuf Öğretmen, kortejin önünde muzaffer bir kumandan edasıyla yürümekteydi.
Ayı Bedri rakıyı fazla kaçırdığından meyhanede sızdığı gecenin sabahında, nerede olduğunu anlamadan gürültülere uyandı. Kafası hâlâ kıyaktı. Meyhanenin önünden marş seslerini, asker adımlarını işittiğinde, aklına ilk gelen vatanın işgal edildiğiydi. Eline geçirdiği sandalyeyle dükkânın camını indirip kendini dışarı attı. Oysa kapının kolunu tutsaydı, kapı açılacaktı. Fırlayan camlarla kendini dar sokaktan geçen ahalinin arasında bulan Ayı Bedri’yi gören çığlıklarla kaçışıyordu. Üzerindeki cam kırıklarını temizlemeye çalışırken, kaşındaki yara ve yüzündeki kanla karışan görüntülerin arasında, insanların nereye ve neden gittiğini hâlâ anlamlandıramıyordu.
Belediye parklarındaki ağaçları budayan Akçalı Budayıcı Resul, beş günlük yevmiyesini peşin almasına rağmen işini iki günde bitirdiğinden beri ağaçların tepesinde boş boş dolanıyordu. Kalabalığın, belediyenin misafir ağırlama korteji olabileceğini düşünüp parka doğru ilerledikleri endişesiyle ardı ardına sigara yakarak paketi yarılamıştı. Ancak yaklaşan kimse olmadığı gibi, çocuk sesleri sıklaşınca merakla ağaçtan atladı ve kendisinden önce düşen Birinci paketinin üzerine yuvarlandı, kalan sigaraları zayi oldu. Sürüne sürüne ilerlerken, sokaklardan akan halkın kimseyi görecek durumda olmadığını fark edip ayağa kalktı. Anlayamamıştı; bu kadar insan, o da şimdi grubun içinde sürüklenirken, neden Budapeşte sahiline doğru akıyordu?
Sari Bey, alyansını kaybettiği için o gün dışarıdaydı. Kırk yıl süren evliliğin ardından eşi, dermansız hastalığa yakalanıp öleli beri evinden çıkmıyordu. Hanımının yüzüğünü parmağına göre yaptırma niyetiyle kaynakçının önünde saatlerdir beklemekten kan ter içinde kalmıştı. Gölgesinde sığınacak bir masa bulduğunda, saat neredeyse ona geliyordu. Mekân sanki terkedilmişti; kaynayan çay ocağı boş, masalar yarım kalmış çay bardaklarıyla doluydu. Birazdan gelirler umuduyla beklese de dakikalar geçti, ortalarda kimse yoktu. Ocaktan kendine bir demli çay koydu ve çayını yudumlarken Budapeşte sahiline inen taşlık yoldaki seslere kulak kesildi.
Yadigâr yüzüğü masada döndüre döndüre oyalanırken, bitirdiği çayın parasını verecek biri henüz çıkmamıştı. Tenha bir yerde masa üstüne parayı bırakıp gitmek içine sinmedi. Çaycıya rastlama umuduyla seslerin geldiği sokağa yöneldiğinde, ortalarında buldu kendini. Marş söyleyen çocukların arasında ilerlerken, kabotaj bayramı dolayısıyla sahile gittiklerini düşündü, yola devam etti.
Halk bir anda sahile doluşmuş, karaya vurmuş kara bir balinaya benzeyen gemiye uzaktan bakıyordu. Çocuklar marşı kesmiş, fısıldayan konuşmalar şaşkın nidalara dönüşmüş, ardından derin bir sessizlik hâkim olmuştu. Kıyıya vuran dalgaların sesinden başka hiçbir ses yoktu. Geminin yalnızca kocaman siyahlığı görülebiliyordu. Ne güverteler ne de içinde kurtulmayı bekleyen tayfa; hepsini bu kadar aşağıdan görmek mümkün değildi. Göz alabildiğine bir karanlık hâkimdi.
Biri geminin pruvasını işaret edince, herkes o yöne çevirdi kafasını. Geminin pruvası, yalının üst katındaki camekanlı salonun çatısıyla önündeki iskelesine sıkışmış durumdaydı. Cızzzttt sesleriyle parlak sarı kıvılcımlar sağa sola fırlayınca, “Gemi yıkılıyor!” çığlıklarıyla izleyiciler kaçıştı. Oysa gemi yıkılmıyordu; kıvılcımların kaynağı, geminin pruvasını kesmeye çalışan Amir’in kaynak makinesiydi. Nermin, gururla kocasına el sallıyordu. Asmacıların beyi, kaynakçının arkasında geminin pruvasında beyaz giysiler içindeki kaptanla hararetli bir şekilde konuşuyordu.
Asker alayı teçhizatlarla sahile geldiğinde, güvenlik nedeniyle halkı dağıtmaya başlayınca bakkal çırağı koşa koşa geldiği yolu geri döndü. Bakkaldan önce dükkâna varmıştı. Onca insan arasında kıraathane sahibini bulan Sari Bey, çay parasını cebine sokuşturup, kaynakçıdan bugün iş çıkmayacağını anlayarak evine yollandı. Nermin, komşularıyla geriye yürürken kocasının kahramanlığını anlatıyordu. Küçük bir kaynak makinesiyle devasa gemiyi yalıdan çıkarmak, her babayiğidin harcı değildi.
Deniz kokusuyla birlikte öğle rakısının bu manzarada efsanevi güzel olacağına karar veren Ayı Bedri, birkaç sarhoş arkadaşıyla kumların üstüne masa atıp seyir haline geçti. Akçalı Budayıcı Resul, geminin yalıdan çıkmasına yardımcı olmak niyetindeydi; asıl amacı ise bahçıvan olarak böyle bir yalıya kapı atmaktı. Askerlerin arasından sıyrılıp gemiye tırmanmaya çalışıyordu.
Gemi karanlıklar içinde kıyıya vurmuş dev bir kara balina misali salınıyordu.
Elif Asma Kurt
Çocukluğumdan kalma bir şehir, arkadaşlarım, hatıralarım v ben ,hep beraber yürüdük o dar sokaktan denize çıktık, çok güzel yazılmış, kaleminize sağlık.