Yanıp sönen, geceyi aydınlatan kırmızı ışıklar, kırık lambalar. Her pencere, her tabela ayrı bir hayatın ışığı. Kulübün olduğu rengârenk, kalabalık, gürültülü, ıslak, yapış yapış sokaktan geçerken yeni şeyler düşünebilmeyi istedi. Kulübün girişindeki hanımeli bile bastıramıyordu, bulanık, kesif, iç bulandırıcı kokuyu. Sarı, loş bir duyguyu andırıyordu. Onunla beraber koridoru, salonu, yavaş yavaş adım attığı her yeri kapladı. Boyası dökülmüş kapıdaki yırtık bir afişte büyük puntolarla Esmeralda yazıyordu. Mavi peruğuyla annesinin gençliği, olur olmaz herkese öpücük yolluyordu. Onu bu odalarda otururken, çatallı sesiyle sahnede şarkısını söylerken, simli kıyafetlerini çıkarıp eve gelmek için hazırlanırken hayal etti. Düşünde bile öyle eğreti duruyordu ki. Kapının üstünde öpücüklü bir fotoğrafının olmaması için Bahri’ye verdiği rüşvetleri düşünüp yutkundu. “Sen burada Alev ablanlarla otur bakalım Bedia, hemen geliyorum, tamam mı bebeğim?” der ve Bahri amcayla girdiği kapı kapanırdı. Kapılardan geçip gözlerini salona çevirdiğinde adamları, kadınları ve anason kokan masaları elinin tersiyle sildi. Annesinin güçlü görünüp titreyen bedeninin burada varoluş şeklini tezahür etmeye çalıştı.
“Ah yavrum, Esma’mız melek oldu ha, çok çekti Allah biliyor. Nurlar içinde yatsın.”
“Sağ ol Bahri amca. Annem eşyalarını almak istemişti ama onu bırakıp gelemedim işte, malum, biliyorsun.”
“Tamam kızım, annenin dolabına elimiz varmadı, hiç dokunmadık.”
“Baksana Bahri amca, bir de Murtaza Bey varmış, onu nerede bulabilirim?”
“Annenin gizlice içeri sokup baktığı şuradaki pis, kemik torbasından mı bahsediyorsun?”
Elindeki siyah bir torbayla bulvara doğru yürüdü. Son umudunu da yitirmiş, sağ olsun annesi sırrıyla birlikte gömülmüştü. Artık sarı bulanık değil, her şey boz bulanık bir hale dönüşmüştü. İçindeki boşluklara ağlasa ne olacaktı ki? İki halka yan yanaydı artık. Babasının boşluğunun yanında annesi de yerini almıştı. Biri saydam biri bulanık iki halka, tam kalbinin üstünde. Eve varana kadar ağlamamak için kendini zorladı, boğazı düğümlendi, acı bir tat geldi ağzına. Apartman girişinde Aysel’i görünce ilk damla düştü gözünden.
“Ne oldu kız, bu ne hal böyle? Yine mi boş çıktı? Bahri pezevengi de mi bir şey bilmiyormuş?”
Soruları cevaplayamadan öylece kaldı. Konuşmak gelmedi içinden. O pezevenge, “amca” demesi ne garipti. Aysel doğru söylemişti. “Annen de öldü gitti, at kurtul şu amca lafını dilinden,” diyordu da yine her seferinde hangi hisle söylüyordu o ahmak herife. Bunları düşünürken kilide anahtarı sokmaya çalışıyordu. Aysel’in arkadan gelen sesi uğultuya dönüşmüştü bile. Birazdan yok olurdu. Evden hiç çıkmamış, sokaklarda yürüyüp kulübe doğru gitmemiş, sarının tonları gözünün önünde erimemiş gibi eve adımını attı ve kapıyı Aysel’in suratına kapattı. Sonra günlerce evden çıkmadı. Bir akşam annesinin simli elbisesini giyip ağır, mide bulandırıcı parfümünü sıktıktan sonra söylediği şarkılara eşlik eden mavi peruğunu taktı. Evin somon rengi boş duvarına çevirdi sandalyesini ve yemeğini oraya bakarak yedi. Eksik bir gülümsemeyle bardağını eline aldı. Duvardan sekip kucağına oturan anıları bir bir anımsadı. “Anne, sen ölüp gittikten sonra ben kimsesiz kalacağım. Bunu düşünüyorsun değil mi? Ne var yani söylesen kim olduğunu, öldü mü, yaşıyor mu?” Aklına gelen tuhaf düşünceyle gülmeye başladı. Siyah ve gri tonlarında, boy boy lifler örüp arkadaşlarına armağan ederdi. “Allah aşkına anne söylesene bi, neden bu renk örüyorsun, ne tuhaf bir kadınsın, pembe örsene.”
“Sen karışma, git şiir mi yazıyorsun ne yapıyorsan onu yap. Başıma ekşime de bi gittiğinde bunları Bahri amcana götür, eşe dosta versin. Elin boş, sallanarak gitme,” demişti son günlerinde.
Oysa eli boş, ortada dımdızlak kalan oydu. Mütemadiyen.
Aysel çaldı ısrarla kapıyı. Dudağının kenarı yine kanamıştı. Açmayınca, Bedia’nın telefonu çalmaya başladı bu kez. Bir delik bulup girecekti içeri belli ki.
“Ne var Aysel ya, ne?” diye açtı telefonu.
“Kapıdayım Bedia, aç da gireyim.”
Aysel, annesi hastayken sık sık gelirdi. Bedia’dan yaşça küçüktü. Daha yeni öğretmen olarak atanmış, evlenince kocası çalışmasına gerek görmeyip evde özel ders vermesini istemişti. İşler umduğu gibi devam etmemiş, ders vermesi de bir süre sonra kocasını huzursuz etmeye başlamıştı. “Giren çıkan belli olmuyor. Sonuçta ergin çocuklar, biraz böyle dur bakalım, sonra bakarız,” diye yavaş yavaş karanlığa itmişti onu. Aysel ise karanlığa doğru gittiğinden bihaber, gözü kör, âşık bir kadındı. Her gün annesinin yanındaki mor kanepede saatlerce konuşurlardı. Bedia kahve yapardı üçüne. Esma’nın içi kaldırmazdı, onunkini de içerdi her seferinde. Cebinde hep bir peçetesi olurdu avuçlarının terini silmek için. “Yine ne kırdın Aysel?” “Aysel, Allah aşkına terli terli tutma şu ellerimi,” derdi durmadan kocası. Esma’ysa, yakaladığı yerde onu telkin etmeye çalışırdı. Diğer tüm tenkitlerden zararsız bir telkinle.
“Kızım bak, artık boşan be şu adamdan. Senin gibi okumuş bir kadına böyle evde oturup beklemek yakışmıyor. Hadi benim Bedia desen tamam. Okusun diye yapmadığım şey kalmadı, kendimi paraladım, ne hale geldim görüyorsun. Haspam okumadı, şair olacakmış. Sen git kızım, git buralardan.”
“Nereye gideyim Esma anne, hem tek başıma gidip ne yapacağım?”
“Gidersin memleketine işte, öğretmenlik yaparsın. Çoluğun yok, çocuğun yok. Düşündüğün şeye bak, hayret bir şeysin. Benim kız gibi de değilsin, duymasın da.”
“İnsan işini yapmaya yapmaya unutuyor. Memleketim çok güzeldir aslında. İpleri kopartıp gelince geriye dönemem diye yazmışım kafama.”
“Aysel, de bakayım ne için kopardın iplerini, istemedikleri bir adamla evlendin diye. Benim gibi konsomatris olmak için kopartmadın ya. Bedia da koşa koşa gelir de seninle, anasına bakıyor işte.”
“Sen de ayaklan beraber gidelim madem, dağ havası, kekik kokuları çok iyi gelir.”
“E, hadi inşallah.”
Kapıdan içeri girince Bedia’nın arkasından mutfağa yöneldi Aysel. Bedia cezveyi çıkardı çekmeceden. Aysel’in yüzünde ve kollarında hiç olmadığı kadar morluk, gözlerinde başka türlü bir bakış vardı. Söylemek istedikleri dilinin ucunda bir ileri bir geri volta atıyordu. “Bedia, artık dayanamıyorum, biraz sende kalsam. Burada olduğumu anlamaz. Kafamı toplayıp, ne yapacağımı düşünmem lazım.”
Olacağı buydu sonunda, söylenen onca söz değil, bir ‘an’ yetiyordu demek. Onu neşelendirmek için saçma sapan konular açmaya çalıştı. Bu acıklı haline iyi gelebilirdi. Kimse kadar yalnız, herkes kadar benzerdi bu iki kadın. Kokusu, biraz arayıp da bulamadığı, kim olduğunu bilmediği babası biraz da her gece sarı, bulanık kokusuyla eve giren annesiydi. Çocukluğunda kaybettiği tek bebeğiydi, hiç tutamadığı bir buluttu. Yazmadığı, yazmaya yüreğinin varmadığı bir şiirdi.
“Geçen gün beni görünce niye öyle ağlayarak girdin eve, kaç gündür aradım, açmadın.”
“Bilmiyorum Aysel, babamı hiç bulamayacağımı, kimsesiz kaldığımı şimdi anladım.”
“Tüm eşyası bunlarmış meğer. Ne demeye ısrar ettiyse beni o kokuşmuş yere göndermek için. Bir de Murtaza Bey’i mutlaka görmem gerektiğini, artık aksak bacağıyla kendini idame ettiremeyeceğini, gerekirse ona bakmam için yanıma almamı söyledi.”
“Baban o olmasın Bedia?”
“Babam mı? Hıh!”
“Annen bunu söylediğinde o kim diye sormadın mı?”
“Sordum, sormaz mıyım, ‘sen git göreceksin,’ dedi gizemli bir şekilde. Her zamanki annem işte,” alaycı bir gülüşle ekledi, “Murtaza Bey, kediymiş kedi. Sarı, pis bir kedi. Görsen, bırak eve sokmayı sokakta dönüp bakmazsın bile. Annem ‘yanına al,’ dedi üstelik. Onun bu denli kedi sevdiğini bilmiyordum. Bir de isim koymuş. Neymiş biliyor musun, Murtaza. Murtaza da değil ha, Murtaza Bey.”
Şaşkın şaşkın bakakaldı Aysel. “Esma Hanım yine yapmış yapacağını desene,” diyerek bir an durdu. Bedia’yla göz göze gelince patlattı kahkahayı.
“Babanı kediye çevirmiş olmasın kızım?”
“En iyisi kedinin babam olduğuna inanmak.”
“Öyleyse getir şu pis Murtaza Bey’i getir de adam edelim.”
“Aysel ya, kendi haline bakmadan beni güldürmeye çalışıyorsun bir de.”
“Gül işte ne güzel. Annenin yokluğu, bu bilinmezlik seni boğuyor biliyorum.”
“Gitsem buradan… Ama başa çıkamayacakmışım gibi hissediyorum.”
“Bizim oranın dağları ne güzel kekik kokuyordur şimdi.,” dedi içten, hınzır bir gülüşle.
“Çok mu güzel kokuyordur?”
“Hem de nasıl, buram buram.”
Elif Ceren Pehlivan
Comments