Bir otel odasının kirli banyosunda ucuz makyajımı silmek için mendil arıyorum. Elim çantamdaki sarı tarağa değiyor, uzun gür saçlarıma dalıp gidiyorum kirli aynada.
Bahçe kapısını aralayıp kimse görmeden okula doğru yürümeye başladım. Önce bir yokuş inerdim, ardından epey düz bir yol, evlerin ışıkları yavaş yavaş açılırdı. Gökyüzü lacivertten turuncuya geçmeye uğraşırken kahvaltısını yapan insanlardan gelen sohbet sesleri, yağda yumurta kokusu, işe yayan giden birkaç adam olurdu. Yeniden dik bir yokuş ve şimdi şehrin kapıları. Kucağımdaki kitaplar önce hafif gelirdi, gitgide ağırlaşırdı. Abilerimin eskisi rugan ayakkabım, giymekten eprimiş. Bileğime asılı bir poşet, okuldan önce nakış dükkânına bırakılması gereken iğne oyalarıyla dolu. Annemin iğneyle ördüğü o renk renk oyalar evin her yerindeki irili ufaklı çukurları örtmeye dahi yetmiyordu. Okul dönüşü bakkalın önünden üç beş lirayla geçerdim. Kafamı kaldırıp bakardım arada, “Gel be Meliha, al şu gofreti,” desin diye. Demezdi. Ben de yutkunarak yeniden yola koyulurdum. Yol ayrımında, bahçesinde gül ağacı olan bir ev vardı. Mahallenin en güzel bahçesi, belki en mis kokulu evi, Ceyda’nın eviydi. Geçen kış taşınmışlardı, sokakta daha yeni yeni görüyordum. Bahar yağmurları bittiğinde akşamları çıkar, evlerinin önündeki alıç ağacının altında oyun oynardı. Mahalledeki çocuklarla arası sıkı fıkı değildi. Bir akşam göz göze geldik. “Gelsene beraber oynayalım,” diye yanına çağırdı beni. Evin tek kızıydı. Dördüncü sınıfa gidiyordu. Onun tek kişilik karyolada yattığını duyunca bir odada yerdeki yan yana altı çocuk kafasını düşündüm. Yalnız başına uyumak çok tuhaf geldi, düşebilirdi yataktan. Hiç korkmuyordu demek. Anlatmayı severdi. Onu anlıyormuş gibi hiç bozuntuya vermeden dinlerdim. Evlerinde merdaneli çamaşır makinesi ve fırın olduğunu annem konu komşuyla konuşurken duymuştum.
Ceyda’nın üzerinde yepyeni lacivert işlemeli bir kazak, saçında turuncu kurdeleden bir toka vardı. O konuşurken üzerindeki kıyafetlere bakıyordum çaktırmamaya çalışarak, en çok da saçlarına. Karşısında eksiktim, öyle hissediyordum. O zamanlar bu his anlamlandıramadığım ağır bir yüktü içimde.
“Sizin evde fırın varmış doğru mu?”
“Evet var, hatta annem dün akşam kek yaptı. İstersen bir dilim getirebilirim.”
“Yok, hayır.”
“Sen bilirsin.”
“Benim annem de yapıyor bazen tavada.”
“Tavada kek mi olur yaa!”
İkinci sınıfın son günleri, bayram gelmek üzereydi. Ceyda beni görünce koşup yanıma geldi. Elinde sarı bir tarak.
“Meliha saçlarını yıkasan, aslında çok güzeller.”
Onun saçları kısacık, hafif dalgalı ve hep kabarıktı. Yanından geçerken saçları arap sabunu yerine tanımadığım çiçekler kokardı. Bu otel odasının toz kokusu, banyodan yükselen rutubet ya da döşeme halının nemli ağır kokusu değildi, ucuz parfümlerim de böyle kokmazdı tenime değdiğinde. Hiç koklayamadığım bir çiçekti sadece.
Aynadaki beyaz sabun artıkları, başka bir hayatın temizliğini yapan bir insan gölgesi gibi. Sağ elimi alnıma götürdüm. Yavaşça peruğumu çıkartıyorum. Lavabonun giderinden bir koku yayılıyor odaya, lodos var belli ki dışarıda.
“Bilmem, saçlarım mı… güzel mi gerçekten?” diyerek ister istemez ellerimi saçlarımda gezdirdim. Hafif olmayan bir dokusu vardı. Rahatsız oldum.
“Yarın banyo yaparsan saçlarını tarayabilirim. Belki öreriz.”
Yağlı, simsiyah, hatta bitli olabilecek saçlarımı taramak istiyordu. Büyük abimin ustasının verdiği kırçıllı beyaz bir tarağı vardı, hep arka cebinde taşırdı Hele bir dokun. Aklımın ucundan mı geçerdi taramak saçlarımı. Ekseriyetle kışın, buz kokan odadan banyoya giden yolda tek düşündüğüm okuldaki sobanın yanıydı.
Ertesi gün, zaman geçmek bilmiyordu okulda. Eve gittiğimde su ısıtıp ısıtamayacağımı düşünüp durdum. Abilerimden hızlı bir şekilde girip saçlarımı yıkamalıydım. Ablamın giysi sepetinin altına sakladığı sabun orada olsun diye dua ettim. Sabun oradaydı ama suyu ısıtmak için soba yanmıyordu artık, bunu düşünememiştim. Bir süre elimde sabunla güğümün içindeki suyla bakıştım. Ceyda genelde yemekten önce çıkardı evin önüne, o zamana kadar küçük abim gelirdi. Havalar ısınıyor diye sobayı yakmama ve bir de üstüne saçımı yıkamama izin vermezdi. Leğeni banyonun ortasına koydum. Üstümdekileri çıkarıp atletle kaldım. Soğuk suyu başımdan aşağı döktüğümde kafamın uyuştuğunu hissettim. Titreyerek saçımı sabunladım. Aceleyle duruladım. Kimse gelmeden havluyu başıma sarıp oturdum heyecanla. Annem komşudan döndüğünde ona gözükmemeye çalıştım. Aksi halde bir heybe laf duyacaktım. Yemeğe kadar zor sabrediyordum zaten, birde abimin geç kalacağını söyledi. Bekle de bekle. Saat gelmişti, Ceyda oynamaya çıkardı şimdi. “Sen gelmeden önce biraz yediydim anne, dışarı çıksam olur mu?” sorusunun cevabını beklemeden aç acına evden fırlayıp soluğu sokakta aldım. Hemen Ceydalara gidip çok hevesli gözükmek istemiyordum. Bizim çocukların yanına gidip oyalandım. Saçlarım hâlâ ıslaktı, boynuma değdikçe ürperiyordum; ona rağmen dayanamayıp koşarak Ceyda’nın evine gittim.
Annesi bahçede oturmuş etrafı seyrediyordu. Beni görünce yerinden kalkıp bahçe kapısına doğru geldi. “Kızım, gel bakayım. Senin adın Meliha’ydı değil mi?”
“Evet, Meliha.”
Yüzünde beni gördüğüne hiç memnun olmadığını belli eden bir ifade vardı.
“Ceyda yok mu? Oyun oynayacaktık.”
“Ceyda’nın ödevleri var. Çıkmasa daha iyi olur.”
“Yemekten sonra çıkar mı peki?”
“Hayır, çıkmayacak, bekleme. Sen kendi arkadaşlarınla oyna bundan sonra. Al bakalım şu tarağı senin olsun.”
“Yok istemem.”
“Al kızım işte, Ceyda söyledi de ‘Meliha’nın saçlarını tarayacağım,’ diye. Olmaz, dedim. Bir tarağın bir sahibi olur. Hem kepek vardır, bit vardır belli mi olur! Kullanmamak lazım aynı tarağı. Sen al bakayım.”
Afallamıştım, yanaklarımın alev alev yandığını hissediyordum. Almak istemedim ama kadın ısrarla uzatıyordu, ona göre düşüncesi bile kirletmişti tarağı, biliyordum. Bir an önce buradan gitmek istiyordum. Pencereden Ceyda’nın baktığını görünce öfkeyle tarağı alıp koşarak çıktım bahçeden.
Bu kâbustan kurtulmak için kafamı iki yana salladım. Bugün epey yorulmuştum, üstüne bir de bu anıların hortlamasını çekemeyecektim. Odaya geçip plastik sandalyeye bıraktım kendimi. Naylon siyah çoraplarımı çıkardım. Elimdeki peruğu yatağın üstüne fırlattım. Kısacık kesilmiş, biçimsiz saçlarımda gezdirdim elimi. Sararmış, tozlu perdeyi çektim. Göz kapaklarım ağırlaşıp kapanmak üzereydi. Uyursam geçerdi.
Elif Ceren Pehlivan
Comments