“Bana uçmam için kanatlar verildi, senin ise uçmak için kanatlara ihtiyacın yok,” dedi. Balkonun demirlerine konmuş kumrulardan biriydi.
Uyandı. Duyduğu cümle zihninde yankılanıyordu. Rüyasında değil de sohbet ettiği bir arkadaşından az önce duymuştu sanki bu sözleri. Yatağın içinde doğruldu. Hâlâ geceydi. Dışarıda eski baharları anımsatan bir yağmur gecenin sessizliğinde yankılanıyordu. “Uçmak için kanatlara ihtiyacım yokmuş.” “Ne okudum ben? Ne izledim son olarak?” diye geçirdi aklından. Bilinçdışı ne güzel de kurguluyordu rüyaları. Bir kuşun konuşmasını çok gerçekçi kılabiliyor. Uykusunun yeniden gelmesini umutsuzca bekledi.
Gün ışırken uyuyamamanın verdiği huysuzlukla lanet olası işine dinlenemeden gidecek olmanın sıkıntısı bir aradaydı. Yattığı yerde doğruldu. Yeni günü karşılamaya hazır olmayan göz kapakları yarı kapalı, başı öne eğikti. Elleriyle destek aldığı yataktan kalkmaya çalıştı. Ayaklarını ezberlediği bir şiiri okur gibi terliklerine geçirdi. Gözlerini açmaya hazır hissetmiyordu ki sabah kahvesinin cömert yardımını almaya karar verdi. Yoo içmek şart değil! Yeter ki kokusunu duysun. Ortalığa yayılan o mis gibi kahve kokusu yeterliydi kendine gelmesi için. Kahvenin kokusunu aldığı anda sabahını yaşadığı ne kadar şehir varsa hepsinin sokaklarını geziyordu bir bir. İşte o zaman uyanıyor, şöyle bir iç geçirip tüm gezdiği şehirlerin sabahlarını selamlıyordu ve olduğu yere dönünce burkuluveriyordu içi.
Bir fincan kahve içmenin işleri biraz daha katlanılır kılacağını düşünerek mutfağa gitti. Puslu gri başlayan gün onu hayata davet etmiyor, şehrin keşmekeşi kaçılması gereken cehennemi andırıyordu onun için. Birbirini tekrarlayan günlerden birini daha yaşayacaktı. Dönüp geriye baktığında bugünden geriye elinde hiçbir şey kalmamış olacaktı. Artık bir düşün, bir hayalin peşinden gitmek yabancı birinin ağzından dinlediği, kendisine uzak bir hikâyeydi. Bu sistemin dayattıkları çoğu meslektaşını olduğu gibi kendi idealizmini de bitirmişti. Üstelik düşüncelerini söylemeye korktuğu bir ortamda gencecik insanlara edebiyat öğretmek, edebiyatı sevdirmeye çalışmak, kendi fikirleriniz olsun demek, düşünmelerini istemek çok zordu. Hele bir de salgın yüzünden perde arkasından ders anlatırken... Eskiden dersi bitirip sınıftan çıkarken büyük bir konserin bitiminde alkışlar eşliğinde sahneden dinleyicilerini selamlayan bir orkestra şefi gibi hissederdi kendini. İşte o zamanlar uçmak için kanatlara ihtiyacı yoktu gerçekten. Kendini değerli gördüğü, değer gördüğü zamanlardı. Dün yaşadığı olayı aklından çıkaramıyordu. Okula, öğrenciler için onun adına gönderilen çevreci dergiler, hemen müdüre bildirilmiş muhalif düşünceler içerdiği düşünülen dergilerin yok edilmesine ve öğrencilerle buluşmamasına karar verilmiş kendisine de telefonla bildirilmişti. Oysa önceki yıllarda da bu dergileri okulda görmüştü. Dünyayı saran illetin sonucu zaten derslerin çoğunu evden yaptığı okula sınırlı gittiği bir ortamda “sakıncalı piyade” olmayı nasıl başardığını anlayamıyordu. Bütün bunları düşünürken hazırladığı kahvenin kokusu yüzlerce kilometre uzağa götürdü onu. Bu kokunun peşine takılıp gitmeliyim belki de dedi.
İki saat sonra gençlerin cıvıltılı seslerinin yerine boş koridorlarda kendi ayak sesinin yankılandığı okuldaydı. Öğrenciler salgın nedeniyle okula gelmeme haklarını kullanıyorlardı. Öğretmenler haftanın belirli günlerinde okuldaydılar. Okula gelen tek tük öğrenciyle ders yapılıyordu. Öğretmenler odasının kasvetli havasında bir de maske takmak zorunda olmak daha da sıkıcıydı. Ama asıl katlanamadığı odadaki insanların boş ve samimiyetten uzak sohbetleriydi. Varoluş mücadelesinden ve idealizminden vazgeçmiş bu işi yapmaktaki amaçlarını artık düşünmeyen heyecansız bir insan topluluğu izlenimi veriyordu ona bu insanlar. Bir köşeye çekildi. Kulaklıklarını takıp müzik dinlemeye başladı. Müzik de tıpkı kahve kokusu gibi bir yerden başka bir yere ışınlayabiliyordu insanı. Çantasından bir dergi çıkardı. Sayfaları karıştırırken gördüğü fotoğrafların içinde gezindi. Kendini başka şehirlerde, başka hayatların içinde düşündü. Bu düşünceler onu biraz olsun rahatlatıyordu. Bir yıldır herkesi bunaltan salgını unutmuştu bir anda.
İnsanları düşünüyordu, sokaklarda özgürce gezen insanları. Denize karşı bir kafede oturmuş onların cıvıl cıvıl hallerini seyrediyordu. Mutlulukla gülümseyen şakalaşan gençleri gördü. Biraz sonra denize girmeye hazırlanıyorlardı. Mum gibi giyinmiş ağır ağır adımlarla sabah yürüyüşüne çıkmış yaşlı insanlar geçti önünden. Bisiklete binen çocuklar bir anda gözden kayboldular. Bir simitçi, başında simit tablasıyla sahile doğru yürüyordu. Sahil kıyısında uzanan kafelerde, çay bahçelerinde oturan insanlar neşe içinde sohbet ediyorlardı. Kendisi de insanları seyrederken bir yandan önündeki deftere onların mutlu hikâyelerini yazıyordu. Bu güneşli aydınlık sabahın teması mutluluktu. Mutlu insanlar görmeyi çok özlemişti. Çabasız mutluluğu özlemişti. Bir koşula bağlı olmayan kimsenin elde etmek için kendiyle ya da birileriyle savaşmadığı kendiliğinden olan mutluluğu... Şu parlak güneşin doğması ve herkesi aydınlatması gibi olsun istiyordu. O kadar sıradan ve bir o kadar da mucizevi.
Ders saati gelmişti. Kulaklıklarını çıkarttı. Öğretmenler odasının kasvetine dönmüştü yine. Tek kullanımlık üç katlı maskelerin en iyi markasının hangisi olduğu ve hangi internet sitesinden en ucuza alınabileceğine dair hararetli tartışmaya ait gereksiz sesler bir anda kulağına saldırgan bir arı sürüsü gibi dolmaya başladı. Bu saldırıdan kurtulmak için hızlıca odadan çıktı, sınıfa gitti. Sınıfların hepsi boştu. Salgından korkan aynı zamanda okula gelmemek için bunu fırsata çeviren öğrencilerin hiçbiri derse gelmemişti. Hiçbir şey eski haline dönmeyecekmiş gibi düşündü. Okulun boş koridorlarında dolaşırken bu duruma canı sıkıldı. Okul, sonu gelmiş insanlıktan artakalan köhne bir binayı andırıyordu. Öğrencilerin hayalet sesleri yankılanıyordu sanki koridorlarda. Distopik bir filmin içinde gibiydi. Dünya yaşadığı bu felaketten sıyrılıp eski haline dönebilecek miydi acaba? Ya da dünyanın yeni düzeninde nasıl bir yer edineceklerdi? Şu anda pek çok insanın işinden, düzeninden olduğunu bilmek de içini fena halde acıtıyordu. Bu insanlar aslında hepimiz bu travmayı nasıl atlatacağız? Online varoluşa çabuk ayak uyduranlar yolları tutmaya başlamıştı bile. Online alışveriş, online ders, online arkadaşlıklar… Peki online mutluluk da dağıtıyorlar mıydı? İnsanın doğası uygun muydu böylesi bir yaşama? Diğerlerini bilmem ama benim doğam hiç de uygun değil, dedi. Sonra kendini rahatlatan düşüncelere döndü yine. Beni bekleyen bir sahil var, havasını dolu dolu ciğerlerime çekebileceğim bir sahil. Bütün bu şehir saçmalıklarının uzağında martıların uçtuğu denizin dalgalarının kıyıları dövdüğü iyot kokusunu insanın başını döndürdüğü bir sahil. Eve dönmek için şehrin gri caddelerinde, trafik lambalarının kırmızısında durmak yerine denizin mavisinden, kumların sarısından yürüdüğü bir sahil. O zaman başka renge boyamak lazım hayatı. Bu şehir beni griliğinde boğmadan ben kendimi mavilerin derinliğine atmalıyım. İşte o zaman kanatlarım olmadan uçabilirim.
Gece gündüz aklının bir köşesinde yeşeren “başka bir hayat” tohumlarını gerçek hayata saçmak için beklemek istemiyordu. Düşüncelerinde filizlenen yeni hayatın tomurcuklarının çiçek açmasını istiyordu. Yarın uyandığında bu asık suratlı şehrin gri donuk gözlerinde yine bir ışık arayacak, yine bulamayacaktı. Gençliğinin vazgeçilmezi olan bu şehir ruhunu kaybettikçe onun da ruhundan parçalar koparmıştı. Okulun ıssız koridorları ve boş sınıflarında gezerken düşündü. Bu şehri, bu okulu bırakıp gitmek için daha ne kadar beklemeliydi? Dünya yeni bir düzene geçmek üzereyse ve hiçbir şey eskisi gibi olmayacaksa bu yeni düzenin şehirleri alacakaranlık kuşağından aydınlığa çıkamayacaktı bir daha.
Bir an düşüncelerinden sıyrılıp okul koridoruna geri döndü. Bir yıldır, an gibi geçen saatlerin ve yıl gibi geçen anların zihninde oluşturduğu zamansal karmaşayı yine yaşayarak ne kadar süredir orada olduğunu kestiremedi. Duvarlarına terk edilmişlik duygusu asılı koridorları geçerek öğretmenler odasına döndü. “Kahve içer misin?” diye sordu arkadaşı ve yanıtını beklemeden yeni hazırlamış olduğu kahveden kâğıt bardağa dökerek ona uzattı. Kahvenin kokusu yine onu kilometrelerce uzağa götürdü. Arkadaşıyla sohbet etmeye çalışsa da aklındaki düşüncelerin yarattığı karmaşadan kurtulamıyordu. “Haftaya,” dedi arkadaşı “tam kapanma olabilir diyorlar.” Saatine baktı. “Öyle diyorlar evet, dışarı çıkmalıyım. Zaten kimse yok. Görüşürüz,” dedi arkadaşına. Düşünceli fakat hızlı adımlarla binadan çıktı.
Okulun bahçesinde arabayı park ettiği yere doğru ilerliyordu. Yaşanan bütün olumsuzluklara rağmen ve hatta burnunu kapatan maskeye inat hafif hafif esen serin bahar rüzgârı bahçedeki leylak ağacının baygın kokusunu burnuna taşıdı. Maskeyi indirdi, kokuyu derin derin içine çekti. Sanki içinde binlerce tomurcuk çiçek açıyordu. Arabaya bindi. Kontağı çevirip gaza bastı. Bir süre sonra ana yola çıktığında radyoda ‘gitmek’ temalı bir şarkı çalıyordu ve aklından hâlâ binlerce düşünce geçiyordu. Ama bir tanesine odaklandı. Gece onu uykusundan uyandıran kumruyu hatırladı. “Uçmak için kanatlara ihtiyacın yok.” Gaza bastı. Şehri geride bırakan yolda hızla ilerliyordu.
Elif Erkan
Kanatlarının varlığını hatırladığı anda uçmaya hazır olduğunu farkeden ve tüm griliğin içinden süzülüp geçerek sonsuz mavilikleri bize sunan özgür ruhuna sağlık...